Vahap Coşkun’un yazdığına göre, Hatip Dicle, devletin bütün Kürtlere saldırmayı esas alan bir konsepte geçtiğini ve demokratik eylemlerle bu konseptin altından kalkmanın mümkün olmadığını, devrimci bir halk savaşı vermek gerektiğini söylemiş. Bahoz Erdal da gerillanın gerçek tarzını 2020 yılında göstereceğinden bahsetmiş. Coşkun, PKK’nin bu yolda ısrar etmesinin Kürtler için yeni bir felakete davetiye çıkarmak olduğunu söylüyor. Devletin Kürtlere yaptıklarını hepimiz görüyoruz ama bunun savaşarak çözülemeyeceği, tersine bir felakete yol açacağı konusunda Coşkun’a bütünüyle katılıyorum. Ve bir adım daha ileri gidip böyle bir süreç sadece Kürtler için değil Türkiye için bir felaket olur diye düşünüyorum.
Şiddet kimin işine yarar? Devletin Kürt sorununu şiddetle, ezerek çözemeyeceği nasıl belli ise, PKK’nin de devleti dize getirmesinin mümkün olmadığı o kadar belli. PKK şimdiye kadar bunu görmedi mi? Şu anda yaratılacak çatışma ortamı iktidara lütuf olur. PKK bunu bilmiyor mu? 7 Haziran seçimlerinden sonra yaptıklarının sonuçlarını görmedi mi?
Şimdi, benim gibi, bir yandan şiddete nereden gelirse gelsin karşı çıktığını, sorunların demokratik yöntemlerle, diyalogla çözülmesi gerektiğini söyleyen, şiddetin yaşamın tüm alanlarından dışlanması gerektiğini savunan, savaşın haklısı olamayacağını düşünen ama devletin ölçüsüz baskısı yüzünden Kürt gençlerinin neden dağa çıktığını da anlayan insanlar bir yol ayrımında. Ben muhasebemi yaptım. Kendi hak ve özgürlüklerim için olduğu kadar Kürtlerin hak ve özgürlükleri için, birlikte demokratik bir ülkede yaşayabilmemiz için sonuna kadar mücadele edeceğim. Ve artık nereden gelirse gelsin şiddete karşı suskun kalmayacağım. Bizim mahcup suskunluğumuzun da şiddeti kullananları güçlendirdiği sonucuna vardım.
Diğer yandan Türkler ne yapmalı sorusunun zamanı geldi geçiyor. Hepimiz şapkamızı önümüze koyup düşünmeliyiz.
Tahir Elçi’nin anma törenine ve Adalet Nöbeti’ne katılmak için Diyarbakır’daydım. 28 Kasım Perşembe günü adliyenin önünde toplanıp cübbelerimizle 4 ayaklı Minare’ye yürüdük. Minareye yürürken esnaftan biri, "Vurulduğu gün yanında olsaydınız öldüremezlerdi, şimdi doluşup anmaya gelmişsiniz neye yarar," deyip dükkânına girdi. Aslında bu cümle bütün şehrin ruh halini özetliyor gibiydi.
İstanbul’un Boğazı’nı da İzmir’in Kordon Boyu’nu da bırakmayız, ben bu topraklara aşığım, diyen bir arkadaşım o gün konuşurken, "Bunca zulüm karşısında öyle derin bir suskunluk var ki ülkede, ben bile birlikte yaşama isteğimi kaybettim. Ayrılalım ne olacaksa olsun," dedi. Bunu söyleyecek en son insan diye düşünürdüm. Diğer yandan başka bir arkadaşım da, "Halkta kırgınlık ve umutsuzluk çok fazla, o yüzden ayrılıkçı bir söylem duyabilirsin ama gerçekçi değil. Bugün referandum olsa ezici çoğunluk birlikte yaşamayı seçer," dedi.
Konuştuğum her kesimden insan, avukatlar, taksi şoförleri, garsonlar hepsi, "CHP özür dilemezse hiçbir Kürt bundan sonra onları desteklemez" diyor, hatta ağız birliği etmişçesine ‘parti ne derse desin’ diye ekliyorlar. Hem tezkereye evet dediği için hem kayyım konusunda yeterli tepki göstermediği için. "Bizi, irademizi tanımıyorlar, kimi seçsek hapse atıyorlar, belediyelerimize kayyım atıyorlar, kimsenin gıkı çıkmıyor, o zaman mecliste kalmanın ne anlamı var" diyenler de vardı.
Kuşkusuz bunlar tekil örnekler ama ilk kez tanık oldum.
Belki de ilk kez bu kadar belirgin bir yol ayrımındalar. Kürtlerin siyaset yapmasına izin verilmiyor. Eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve ilçe yöneticilerinden binlercesi tutuklu. Belediyelere kayyım atanıyor. Halk haklı olarak öfkeli. HDP her yönden gelen baskıya karşın sağduyulu davranıp bütün gücüyle siyaset yolunu ilerletmeye, her yere yetişmeye çalışıyor. PKK ise halkın özellikle gençlerin haklı hoşnutsuzluğunu kullanmak istiyor.
Şimdi Kürtlerin hangi yolu seçeceği, sokağı mı siyaseti mi tercih edeceği, HDP’nin Türkiye partisi olarak kalıp kalmayacağı Kürtler kadar Türklere de bağlı. Devlet aynı devlet. Bir tutum değişikliği beklemek için neden yok. Peki AKP ve MHP dışındaki partiler? Peki diğer örgütlü güçler? Barolar, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, aydınlar, sanatçılar, bizler, hepimiz… Sessizce seyretmeyi sürdürecek miyiz?
Evet yalnızca Kürtler baskı altında değil, baskı hepimizin üstünde. Muhalefet eden herkes uyduruk gerekçelerle cezaevine atılıyor. Üstelik Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmeliklerde islami referanslar veriliyor. Okullarda islami eğitim tartışılıyor. İktidar açıkça rotayı başka yöne doğru kırdı. İyi de o zaman yapılacak şey de belli değil mi? Ya özgürlüklerimiz için, demokratik bir Türkiye için birleşeceğiz ya da herkes kendi kırmızı çizgileriyle sürdürebildiği kadar yoluna devam edecek. Bu parçalı yapı içinde ne kadar haklı olursa olsun kimsenin sesi duyulamaz. İnsan sesinin duyulmaz olduğu yerde sokağı kullanmak da özgürlükleri tamamen ortadan kaldırmak da kolaylaşır. Bugünün koşullarında siyaset yapan bütün güçler iki adım geri çekilip birlikte mücadelenin yolunu bulmak zorundalar, hepimiz için.