18 Mart 2016

Nâzım Hikmet’in yan odası Odatv miydi?

Yalçın Küçük gibilerin “Nâzım sabah 7’de öldüğü halde, karısı saat 12’de uyandığında gördü” iftiralarını yalanlarcasına sabah saatleri günün tanıkları tarafından özellikle belirtiliyor

Geçenlerde Nâzım Hikmet’e de sataşılan, hatta Hikmet’in bariz bir şekilde aşağılanmaya çalışıldığı bir kitap yayımlandı. Lafına laf etmenin bile iltifat sayılabileceği akıl dışı iddia ve yakıştırmalarla doldurulmuş kitabın yazanı Yalçın Küçük...

Kitaptan Nâzım’a dair alıntılarla Odatv adlı internet sitesinde, Nâzım öldüğünde “yan odada olup bitenler”e ilişkin bir başlıkla haber yapıldı. Haberin hemen altında ise tıklanıp kitabın satın alınabileceğinin reklamı vardı, maksat okura kolaylık olsa gerek!

Yazıdan bir arkadaşımın söylemesiyle bilgim oldu ve içerikle  manşet arasındaki tutarsızlığı görünce kitaba göz atma gereği duydum.

Kitapta yazan “Belki sevgili bildiği bir koleksiyoncu yan odada, bir hoyrat vücutla sabahı deniyor; ‘karısı’ bile Nâzım’ın ölümünü, vücudu çok soğuduktan sonra anlamıştı.” cümlesi “Nâzım Hikmet ölürken karısı yan odada başkasıyla birlikteydi” başlığıyla haberleştirilmiş izlenimi edindim.

“Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” dizesinin şairi Nâzım Hikmet’e karşı kasten bir çarpıtma olduğu ortadaydı.

Haberi yayınlayan internet sitesine ve haberde imzası olan, kendini sosyal medya hesabında “komünist” olarak niteleyen kişiye manşet bilgisini “nereden ve nasıl” edindiklerini sordum. Henüz herhangi bir yanıt alamadım. Ülkece getirilmeye çalışıldığımız durumlardan biri işte bu yanıtsızlık, nezaketsizlik, vurdumduymazlık ve artık buna şaşıramamak...

Rivayet kipiyle bile değil, bunca netlikle ve gözle tanıkmışçasına, belgeyle kanıtlanmışçasına –di’li geçmişle yazıldığına göre Nâzım Hikmet’in yan odası Odatv’ydi sanki!..

Üzerinde durulması gereken, ortaya saçılan bu saçmalıkların içeriğinden ziyade; yazanın manşetteki gibi sözlü kayıtlı bir beyanı yoksa kitapta yazılanın çarpıtılarak manşetleştirilebilme etiğidir. İddialarda olduğu gibi iftira içeren manşet de Nâzım Hikmet’i aşağılama amaçlıdır ve olağanlaştırılan günümüz düzeyine başka bir örnektir.

Kitaptaki yanlış bilgilerin, yazım ve dizin hatalarının bolluğu bir yana, yazanında samimiyet ya da iyi niyet olsa, Vera Tulyakova Hikmet’in kitabının 1988 çevirisinden değil, yirmi yıl sonraki daha geniş kapsamlı 2008 çevirisinden, hatta 2015 Nisan’ındaki  son baskısından yola çıkarak yazardı, 2008’den önce yazmışsa da yazdıklarını tekrar gözden geçirirdi. Lakin buna bir şey denilemeyebilir, yazanından editörüne kimsenin gerekli özen ve titizlikle uğraşacak kalite kaygısı,  hali-vakti yok belli ki; hatta kimi okurun da...

En basitinden bir örnekle “İkinci Dünya Savaşı‘nın sonundan itibaren ‘ayrıcalıklı’ mahkum statüsüne kavuşan” Nâzım Hikmet’i Semiha Berksoy’la Yalova’nın Termal Oteli’nde buluşturuvermişler. Paragrafta sözü edilen Füsun Özbilgen’in kitaplaştırdığı Sana Tütün ve Tespih Gönderiyorum başlıklı kitaba bakıldığında ise buluşmanın Bursa’nın Servinaz Otel’de olduğu okunur. Görüşmeden hemen sonraki Nâzım’ın mektubunun tarihiyse 19 Kasım 1940. Kaynak aynı kaynak. Ama ne yıl tutuyor, ne yer...  

Neyse, konumuz kitabın eleştirisi ya da incelenmesi değil, uzatmadan geçelim...

Habere dair Hürriyet Gazetesi’nin ekindeki iyi niyetli bir magazin yazısı da “Nazım’ın [Nâzım’ın adı, gazeteden alıntı olduğu için şapkasız] mahremini açmak yakıştı mı sana?” sitemiyle haberin üstüne Kelebek misali kondu. Belli ki sorgulamaksızın inanıp yazıya döken olabiliyor işte…

Hangi mahrem?  Nâzım Hikmet kadar erotizmi de dahil ömrünü şiirine aktarmış başka bir dev var mı?..  Kendisi göz gibi çıplak, su gibi berrak zaten; yakıştırmaların ötesi işgüzarlık, ötesi pornografi...

Nâzım Hikmet’in karısı Vera Tulyakova Hikmet, anılarını romanlaştırdığı kitabı Bahtiyar Ol Nâzımın girişinde, “Nâzım’ın üzülmesine neden olan ve belki de yaşattıklarından üzülen kişileri” yok saydığını özellikle vurgular. Ama istese de bazılarını yok sayamaz, aktarmak zorunda kalır. Tanıklıkla bilgilenen vicdanın, sorumluluk bilincinin başka yolu yoktur çünkü; susmak, yok saymak yetmez bazen, adalet duygusu kanatır insanı.

Nâzım Hikmet’in adını taşıyan kurumlardan da habere dair bir tavır çıkmayınca ve haber yaratıcılarından soruma yanıt alamayınca düşüncelerimi ve bildiklerimi susmayıp aktarmayı görev saydım. Nâzım’ın son sabahı bunlardan biri.

Nâzım Hikmet’in ölüm gününü, 2002 yılında Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’ndaki bir sözlü tarih söyleşisi kapsamında şairin edebi asistanı ve Moskova’daki nikâhının şahidi, Tosya diye bilinen türkolog Antonina Sverçevskaya ile Çağdaş Türk Edebiyatı uzmanı türkolog Prof. Dr. Svetlana Uturgauri’den vakıf yöneticileriyle birlikte dinlemiştik. Ham video kayıtlarından birinin vakfın arşivinde, kendi çektiğim diğerinin kişisel arşivimde olduğu bu söyleşiden “bir yitik miras” başlıklı çalışmamda da yararlanmıştım. Sverçevskaya ve Uturgauri’nin Nâzım’ın son sabahına dair aktardıkları kısaca şöyleydi:

Antonina Sverçevskaya: Haziran’ın 3’ünde sabahleyin erkenden telefon çaldı. Vera “Tosya, Nâzım öldü” dedi.  “Olamaz, mümkün değil” diye bağırdım ya da çığlık mı attım anımsamıyorum. Şimdi söylemesi zor.  Vera “bir dakika, tekrar bakayım” dedi. “Evet Tosya, Nâzım ölmüş” dedi [şok içindeki bu gidip kontrol etmeler bir kaç kez olmuş]. "Ben şimdi acil yardımı arıyorum." deyip ambulans çağırdım ve hemen Vera'ya koşturdum. Ben vardığımda acil yardım da çoktan oradaydı artık. Nâzım salonda, divana yatırılmıştı. Bazen olur kimilerinde öldüğü zaman. Sükûn bulmuş, rahatlamış, huzurlu bir çehre...

Svetlana Uturgauri: Saat 10’da, enstitümüze [Şarkiyat Enstitüsü] geldiğimde bir telaş vardı. “Ne oldu, ne oldu?”  Saat 10, sabah. Ne oldu?  “Nâzım Hikmet ölmüş!” Olmaz dedik. Bir arkadaşımız Nâzım’ın evine koşturdu. Bir saat sonra döndüğünde “Evet, gerçekten Nâzım ölmüş”. Ama kalbi patlamamış, durmuş. Kalbi patlayan insanın görünüşü bambaşkadır. Saat 10!..

Görüldüğü gibi baba-kız Sertel’ler, Nâzım’ın evine adım bile atamayan Radi Fiş ve karısı, şimdilerde Yalçın Küçük gibilerin “Nâzım sabah 7’de öldüğü halde, karısı saat 12’de uyandığında gördü” iftiralarını yalanlarcasına sabah saatleri günün tanıkları tarafından özellikle belirtiliyor.

Bahtiyar Ol Nâzımdan iki paragrafla, Vera Tulyakova Hikmet’in 31 yaşının o Pazartesi sabahındaki Nâzım Hikmet’le evlerine, odalarına, evlerinin balkonuna, avlusuna bir kaç cümlesiyle göz atalım;

elbette yazımıza dahil olan kitabı kâle almayarak,

ve elbette manşet etiği meselesini aklımızda tutarak,

  ve “a be islâh be, islâh be” diyerek:

“Ev, içinden yaşam dışarı pompalanmış gibi sessizleşti. Eşyalar ağırlıklarını yitirdiler. Ayaklarımın üstünde duramadığımı anımsıyorum. Ayaklarıma söz geçiremediğimden değildi bu. Sanki ayaklarım yoktu ve ben odalarda eşyalara, kapılara çarparak yüzüyordum sanki. Oturmak aklıma bile gelmiyordu. Kim ve nasıl anımsamıyorum ama birileri bana doktorların yola çıktığını haber verene kadar oradan oraya dolaşıp durdum evin içinde. Botkinskaya Hastanesi’nden bir kalp çalıştırma ile Kremlin Hastanesi’nden ilk yardım ekipleri yola çıkmıştı.

Avluya bakan balkon kapısı akşamdan açık kalmış olacak ki kolaylıkla çıktım balkona. Aydınlık bir sabahtı. Yaşamın durmamış olmasının beni nasıl şaşırttığını anımsıyorum. Avludaki tüm apartmanlardan insanlar telaşla çıkıyorlar, birkaç saniye içinde, balkondan gördüğüm arkın arkasından doğru gözden kayboluyorlardı. Çocuklar okula, büyükler işlerine acele ediyordu. ‘Hiçbir şeyden haberleri yok’, diye düşündüm. ‘Olanı biteni bilmiyorlar, bütün mesele bu…’ Birkaç kez koridora döndüm. Eskisi gibi evimizin kapısını senin heykelin koruyordu, Nâzım. Ayaklarının menevişli hareler, kırmızı lekelerle kaplanmasına nasıl şaşırdığımı anımsıyorum. Bir de ne kadar güzel ve rahat oturduğunu düşündüğümü… Duruşuna ve hareketin, çizgilerin tamamlanmışlığına hayran olmuştum sanki. Bu delilikten başka bir şey değildi...”

Yazarın Diğer Yazıları

Ölümünün 60. yılında Nâzım Hikmet külliyatındaki başlıca eksikler

Şairin külliyatı bir yandan eksikli-yanlışlı önümüzde basılı dururken, bir yandan da Nâzım Hikmet'e ait olmayan yalan şiirler, dizeler kitaplarda ve televizyon dizilerinde bile şairin adıyla sanıyla önüne geçilmez bir halde yayıladururken; konuyla ilgili ikaz ya da müdahale edebilecek kurumlar, sorumlular, imkânı elinde tutanlarsa sükût etmekte

Mehmet Hikmet: “Başında İstanbul havası”

“İşitiyor musun Memet?” bir yolculuk kitabıydı. Medyaya lal kesilmiş Mehmet Hikmet’in sesini, nefesini işitmemizi sağladı.

Nâzım Hikmet’ten bilinmeyen bir şiir daha: Posta Güvercini

Henüz başka bir yayında rastlamadığım şiir, şairin memleketinde 66 yıl sonra ilk kez gün ışığına çıkıyor...

"
"