İnsan benim gibi 80’ini geride bırakmışken, olmakta olanları daha kolay analiz edebiliyor. Bunlar tabii siyasi analizler değil. Siyasi analiz yapmak için farklı bilgilere, tecrübelere sahip olmanız gerek. Hâlbuki arada bir kullandığım gibi, eğer siz bir “sayısal bir aksakal” sanız, hem de bu kadar yıl, Demokrat Parti’nin ilk yıllarından itibaren ülkenizde neler olduğunu yaşamış ve hatırlıyorsanız, üç kuruşluk da beyniniz (hâlâ!!) çalışıyorsa bir siyasetçiden daha iyi analiz yapabilirsiniz. Çünkü taraf olmamış, yani kendinizi olmayan “şeyler” ile kandırmamışsınızdır.
Konumuz olan “BEKA” söylemi, AKP’nin iktidarda olduğu yıllarda başladı. Daha önce bu Arapça sözcük farklı konular için kullanılırdı. Daha çok İslami bir kavramdır. Allah için kullanılan bir sıfattır. Kur'an'da Allah'ın beka sıfatını ölümsüzlük, fena bulmamak (fanî olmamak) gibi kavramlarla ifade eden ayetler vardır. Türkçeye “ölümsüz, sonu olmamak” şeklinde tercüme edilebilir.
Ünlü Osmanlı divan şairi Bakî’nin gazelinde;
“Avazeyi bu aleme Davut gibi sal; Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş” sözcükleri yine dini motifler taşır. Sesinin epeyce kalın (Bas) olduğu aktarılan Davut peygambere atıf yapan Baki, öldükten sonra pek bir şey kalmadığını hatırlatıyor... Asıl hazırlık “öteki” dünyaya, yani bilinmeze…
Bir de aynı kavramın bir ülke, yani T.C. için ne ifade ettiğine bakalım.
Beka bir insan, topluluk veya ülke için de kullanılabilir. Farklı süreleri ifade eder. İnsan ömrü sayılıdır, baki olamaz. Topluluklar da öyle; belki baştan adı konmuş, ömrü tarif edilmiş olanlar hariç. Spor kulübü, ticari veya endüstriyel kuruluş, şirket, vakıf, vs. gibi kuruluşu ve sürdürülmesi insana ya da onun davranışlarına bağlı ise baki olduğu pek görülmemiştir. Ya yok olur ya da ciddi bir değişim geçirir, kuruluş formundan, gayesinden vs. uzaklaşır. Yani artık “başka bir şeydir.”
Milletimiz, temelinde Orta Asya Türkleri ile, onların asırlar süren Batı’ya göçü esnasında yolda onlara katılan, veya yerleştikleri yerlerde zaten yaşamakta olan “yerli” unsurlardan oluşmuştur.
Büyük Malazgirt Meydan Muharebesi, 26 Ağustos 1071 tarihinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu hükümdarı Alp Arslan ile Bizans İmparatorluğu hükümdarı Romen Diyojen arasında Malazgirt Ovası’nda gerçekleşen muharebedir. Alp Arslan'ın kesin zaferi ile sonuçlanan bu muharebe, "Türklere Anadolu'nun kapılarını açan son muharebe" olarak bilinir ve savaşın ardından pek çok Türk Anadolu'ya yerleşmeye başlamıştır. Tahminlere göre O tarihlerde Selçuk Türklerinin toplam nufusu 6 milyon civarında idi. Oysa zaptetmeğe başladıkları Anadolu yarımadası 4000 yıldır (bilinen) medeniyetler kuran insanlar ile iskan edilmişti.
O tarihten çok önce Anadolu, ilk büyük devleti kuran Hititler tarafından zaptedilmişti. Aynı dönemlerde Anadolu’ya gerek göç eden gerek toplanarak bir araya gelen farklı kültürden insanlar onlarca farklı devlet kurdular.
Milat (İsa’nın doğumu) ile başlayan dönemde Anadolu’ya hakim olan Doğu Roma İmparatorluğu, MS 300 civarında Hristiyanlığı kabul ederek kendisine yeni bir İmparatorluk kurup, İstanbul’u “Yeni Roma” ilan etti ve ülkenin Latince olan resmi dilini o dönemde Pelapones yarım adasında kurulmuş olan Ortadoks Hristiyanlığında konuşulan Eski Yunancayı da resmi dil ilan etti.
(Bugün bu olaydan sonra hayatlarında Anadolu’ya hiç gelmemiş olan Pelaponezli Yunanlılar kendilerini tüm Anadolu’nun sahibi zannettiler. Biz de bu ülkede bizimle beraber bin yıldır yaşayan Doğu Romalı ve Bizanslılara, Rum deyip Yunanlı sandık. Türkçede Rum (Roma), Yunan (İyon/İounya) halklarını ifade eder. Yani aslında mesela İstanbullu Rumlar, Yunanlı değildi; bizim has “vatan”daşımızdı; Ortadoks oldukları için eski Yunanca konuşuyorlardı, bunun için biz onları müşterek ülkemizden attık.)
Alpaslan işte bu Bizans İmpararotorluğu ile savaştı. O dönemde Anadolu’nun nufusu 12 Milyon civarında idi. Dünyanın en modern şehir devletlerininden oluşan bir imparatorluk idi.
1200’lerde Ertuğrul Bey zamanında Söğüt kasabası ve civarında kuvvetlenen “Kayı Boyu Türkleri” Osman Bey zamanında “Osmanoğulları” adı ile, daha sonra bir dünya imparatorluğuna dönüşecek olan bir beylik; (şehir devlet) kurdular.
Devletin kurulmasında, Osman Bey’in yakın dost olduğu, Bizanslı komşu Harmankaya (Hadrianoi) ve havalisinin tekfurluğunu yapan bir Bizans soylusu olan Mikhael Kosses’in ciddi “bilgi” desteği olmuştur.
Böylece daha sonraki dönemlerde, Bizans’ı yıkan Fatih’ten itibaren, Osmanlı padişahları “Diyarı Rum Sultanı” yani “Roma İmparatoru” sıfatını kullanmışlardır.
Osmanlı İmparatorluğu, kökünde çok ciddi bir İmparatorluk ve devlet kültürü olan bir devletti; Ancak onu sonunu hazırlayan, yönetenlerin, saraylara gizlenip “devlet kuruluş felsefesinin aslına sadık kalmamaları” oldu.
Kısaca Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve ilerleyişi esnasında takib ettiği “felsefi” yol, zamanın düşünürleri olan Yunus Emre; Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk, Hacı Bektaş gibi zamane filozofları tarafından döşenmiştir.
Eğer isterseniz, bu kadim yola; aynı topraklarda yaşayan Plato, Aristotle, Heraclitus, Epicurus, Diogenes, Zeno, Pythagoras vs. koyabilirsiniz.
Anadolu’da zaten bu “yoldan” gelmekte olan Gaziyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Ahiyan-ı Rum’lar vardı. Bunlar gerek askeri gerekse mülki olarak devlet oluşturulmasında Türkler ile birlikte hareket etmişlerdir.
Osman’ın daha sonra bey olması üzerine, Şeyh Edebali’nin ona verdiği öğüt, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki en temel ideoloji olarak kabul edilir:
“Ey oğul! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana
Güceniklik bize, gönül almak sana
Suçlama bize, katlanmak sana
Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana
Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana
Kötü göz, şom ağız haksız yorum bize, bağışlamak sana
Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana
Ey Oğul! Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz
İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın
Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı
Allah yardımcın olsun.”
Yunus Emre’nin daha duygusal seslenişi ise şöyle:
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen bu nice okumaktır
Dört kitabın manası, bellidir bir Elifte,
Sen Elifi bilmezsen bu nice okumaktır.
Yunus Emre der hoca, gerekse var bin hacca,
Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir.”
14-15. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da, Protestanlığın yayılması sonucu, Reform ve Rönesans dönemine girilmişti.
Katolik Kilisesinin baskısı sona erme sürecine girerken, Osmanlı, siyasi nedenler ile “Sünni İslam” anlayışını Anadolu’da güçlendiriyor ve İslamı, bir yönetim tarzı olarak tasarlıyordu.
Bu dönemler yakından incelenince, Anadolu insanının sadece asker temini ve tarım için kullanıldığını, imparatorluğun asıl işe yarar kısımlarının, Kafkaslar, Balkanlar ve Doğu Avrupa olduğu görülür.
İstanbul’un doğusunda devlet yatırımı nerede ise hiç yoktur.
Sonlara doğru, Dinde Reform ile güçlenen Batı için Osmanlı kolay bir lokma haline gelmiş; koca imparatorluk hile ve desise ve rüşvet ile batacak kıvama geldiği dönemde, hiç hesapta olmayan Mustafa Kemal Paşa adlı bir “hesab edilemeyen” Türk çıkmış; ve imparartorluk halkını batmakta olan gemiden çekip çıkartmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti, zaten insanlarda var olan ve yukarıda sayılan bir çok filozof ve düşüncenin ışığı üstüne çağdaş Batı’nın hürriyet ve demokrasi anlayışlarını da katarak, dünyanın ilk laik, kadin eşit, demokrat devletini kurmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, bugün bazı siyasilerin dediği gibi, Osmanlı’nın bir devamı değildir; aynı, Yunanlı, Sırp, Bulgar, Arap gibi, Osmanlı’dan ayrılıp kendi devletini kurmuş bir yepyeni devlettir. Tarihte, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi Ülkeler nasıl bulunmuyor, 18 ve 19. yüzyılda kurulmuşlar ise Türkiye Cumhuriyeti de yepyeni bir ülkedir.
Türk halkı ise, Osmanlı halkının devamıdır; atalarının anlattıkları ile kendi gördüklerinin ışığında zamanı değerlendirmiş ve Atatürk’ün yolunu takib etmeye karar vermiştir.
Cumhuriyeti anlatmaya ve onun bekâ sorunun ne olduğunun anlamağa sonraki yazımda devam edeceğim.