20 Eylül 2024

Metrobüs: Kaza önleyici sürüş teknikleri

Metrobüs kazasından tekrar bahsediyorum, çünkü bununla okuruma "otomobil kullanma" teknik ve sanatına ilişkin bir ince detay gösterebileceğim

Otomobil, insanın fizyolojik özelliklerinden daha üstün hareket kabiliyeti olan "alettir." Dünyanın en hızlı koşan atleti şimdilerde Hüseyin Bolt, 100 metreyi 9.58 saniyede koşuyor. Bu 37.6 kilometre/saat ediyor. Nerede ise bir caretta sürati. Üst kattaki 70'lik hanımefendi bile yerli otomobilini saatte 70-80 klm sürat ile sürebilir. Formula 1 pilotu saatte 400 klm aşan süratlerde otomobil kullanıyor.

Bu süratlerin hepsi, düşünerek ve planlayarak yapılmaz.

Yaklaşık 50 - 60 yıl önce "otomobil kullanma teknolojisine" bir yeni konsept eklendi.

Bundan önce "pist yarışı pilotluğu", "ralli pilotluğu", "İtfaiye araçı" veya "ambulans sürücülüğü", "otoyol polisi sürücülüğü" kursları vardı.

Bunların hepsi, insana "o spesifik" aracı kullanmanın detaylarını öğretiyorlardı. Ralli pilotu "sol ayak fren tekniği" öğrenir, pist pilotu "viraj dönmeye önceden başlama" eğitiminden geçer.

İtfaiye ve ambulans söförleri "hızlı ve hareketli direksiyon" öğrenirler.

Benim size söylediğim ise, "evasive driving" Türkçe lugat manası "kaçamak kullanmak" olarak çıkıyor ama "kaza önleme tipi otomobil kullanma" teknikleri demek daha doğru.

Doğrudan sürücünün kendinde oluşturması gereken bir bilgi ve alışkanlık.

Ralli pilotluğu hocam Kenyalı Johnny Boyes "Otomobil ne ile kullanılır?" diye sorduğu vakit, el ile demenin saçma olduğunu düşünüp cevap vermemiştim. Johnny "Popo ile evlat" diye epey "düşündürücü(!)" bir "organımızdan" bahsetti.

Aradan geçen yıllar ve kişisel bir sürü tecrübe sonunda Johnny'nin ne kadar haklı olduğu meydana çıktı. En ağır organımız olan popomuz, ileri geri ve sağ sol hareketleri en iyi algılıyor ve beyine bildiriyor. Beyin de sadece refleks düğmesine basıyor. Bu manada göz de aynı görevi G-fors olmadan yapıyor.

Bu kilişsel tecrübelerden en çarpıcısı şöyle: 30.000 km'lik, 1977 Londra Sydney Maraton Rallisine 2 yerli Renault 12 ile girdik. Arabaları Bursa'da fabrikada hazırladık. Birini ben ve Demir (Bükey), diğerini Aytaç Kot ve Kayıhan Kantarcı kullandı ve biz bu tarihî ve destansı yarışın milli takılar birincisi olduk. Futbolcu olmadığımız için çabuk unutuldu. Türk spor tarihinde tektir.

Gelelim "tecrübeye"...

Hindistan'da çok kalabalık bir yolda, Muson yağmurları esnasında gece saat 03.00 civarlarında Aytaç önde, ben arkada ilerliyorduk. Hindistan'da trafik soldan, yani bize ters.

Bir tepe üstüne gelirken Aytaç önündeki kamyonu sağladı ve geçti. Arkasından ben de sağladım, fakat birdenbire metrelerce önümde bir başka kamyon belirdi. Derhal kendimi daha önce çıktığım sağdaki boşluğa atmalı, kamyonun geçmesini beklemeliydim. Ancak benim beynim, diğerleri gibi saatte en çok 37 kilometre sürat ile oluşan hadiselere reaksiyon gösterebiliyor. Bunun dışındakiler "öğrenilmiş refleksler".

Ben de refleks/reaksiyon olarak sağa kaçtım. Kamyona tam kafadan çarpmamak için de sağa gidişe devam ederek sağda bir dereye uçtuk. Bundan sonra dereden çıktık, arabayı tamir ettik, yarışı ceza alarak bitirdik.

Konu, güya binlerce yarış kilometresi otomobil kullanmış birinin bu kadar büyük bir hatayı nasıl yaptığı.

Bu "yanlış" davranışa "öğrenilmiş refleks" deniliyor.

Ben, diğer trafiği sağdan olan ülke insanları gibi otomobil kullanmayı "sağdan trafık" ile öğrendim. Yani otomobil kendi şeridi olan sağdan gitmeli karşıdan gelen araç da senin solundaki "karşı" şeritten geçmeli.

Sağ sol şeritin çeşitli sebebleri var bir başka yazıda anlatmağa çalışırım.

Sağdan trafik ile otomobil kullanmayı öğrenmiş insanların beynindeki "problemden kaçış" refleksi sağa kaçmaktır. Çünkü orada yolun kenarı ve tarla, dağ vs. yani yol olmayan, yani üstünde "araç" olmayan bir alan vardır. Oraya kaçmak ile karşıdan gelen araç ile çarpışmayı önlersiniz. Bu bir refleks olmuştur. Düşünmeden yapılan istemsiz bir harekettir.

İşte metrobüs kazası da böyle bir kazadır. TV'lere demeç veren bu konunun uzmanları "söför hatası" dediler. Hem doğru hem yanlış.

Evet şoförün ani bir hamle ile, soldaki yol ayrımına girmeye gayret göstermeden doğrudan sağda duran diğer metrobüse çarpması hatadır. Ancak bu hatanın sahipleri "hatalı bir yol" inşa etmiş olanlardır.

Tüm trafiği sağdan cereyan eden bir ülkenin tam ortalık yerine "soldan trafik" koyarsanız olacağı budur. İlk metrobüs (2006 Radikal) yazımda belirtmiştim:

"Metrobus hattına alınacak otobüslerin Phileas gibi çift taraflı kapısı olmalı. Çünkü plansız çalışıldığı için metro hattında sadece (ortada) durak var. Otobüslere tek taraftan binilir. O zaman da tersine trafik kullanmak durumunda kalırsınız. Bu çok tehlikeli."

Zamanın İBB'si otobüse göre yol yapmış. Dünyada başka örneği yok. (Phileas tanesi 1,3 milyon Euro idi. Bize yakışır!)

Zavallı metrobüs söförü de birden karşısına çıkan levhadaki "yol bitti" ikazı ile refleks olarak sağa kaçmış. Durum budur.

Peki şimdi ne olacak? Bu insana hiçbir ceza verilmemesi gerekir. Fransızlar "Bir hatanın üzerine yapılan hatalar münakaşa edilez" diyorlar. Bu da öyle bir durum.

Belediyede bir sürü akıllı mühendis var. Ama ülkede "vasıta tasarım" işi yapan "kurum" yok. Çünkü böyle bir çalışma isteyen "müşteri" yok. Yerli diye İtalyana, Çinliye yaptırıp bize yalan söylüyorlar.

Eğer olsa, "Tek taraflı kapısı olan olan bir otobüs nasıl çift taraflı kapılı hale getirilir?" tasarımını 10 günde yaparlar.

Belki şimdi, ben niye "Bırakın yerli otomobili yapalım" diye 20 yıldır parçalanıyorum anlaşılır.

Sebebi basit: Gözünüzün önüne bir senfoni orkestrası getirin. 100 veya daha çok müzisyen var. 4 - 5 ana enstrüman grubu var. Nefesliler, yaylılar, vurmalılar vs...

Şimdi bu olguyu Türk otomotiv endüstrisine uygulayalım.

1920'lerde birkaç saz ve klarnet çalan var. Bursa'da at arabası makasından dönme kamyon makası yapıyorlar. İnce marangozlar kamyon kasalarına otobüs karoserisi, kimisi koltuk, kimisi boru kıvırıp eksoz yapıyor.

Çünkü Şeyhülislam hazretleri otomobile "şeytan arabası" demiş. Yıllarca geç kalmışlar. Manisalı bir "yaylı fayton" marangozu, faytonun arka dingiline bir su motoru takamamış.

"22 Ekim 1868 yılında Kraliçe Victoria tarafından Sultan Abdülaziz'e hediye edilen otomobil, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi'nin 'bu alet şeytan işidir!' fetvası üzerine denize atılmıştır."

"Sanayi" denebilecek faaliyetler Atatürk ile birlikte başladı. En elle tutulanı Ford'un 1929'da Tophane rıhtımında Atatürk'ün desteği ile montaj faaliyetine geçmesidir. Bu mantık ile "Devrim" otomobiline varıldı. Ancak, büyük müttefikimizin "Boş verin siz otomobil üretimini filan! Ben size ucuz şevroleler veririm" desteği(!) üzerine vazgeçilmiş. Ama bu arada kemanlar obualar, piyanolar da oluşmuş hani!

Bu dönemleri Anadol ile başlayan "ithal otomobil-yerli montaj" devrinde, artık küçük oda orkestraları hatta caz toplulukları oluşmaya başlamıştı.

Honda ve Opel'in gitmesi ile farklı bir noktaya gelindi.

Başbakan Erdoğan "yerli otomobil" diye tutturunca, emir demiri kesmiş. Ancak cehalete güvenen sahteciler "İşte size yerli otomobil" diye maskaralıklar ortaya koymuştur.

Ancak bu arada Türk "yerli" senfonik orkastrasının her müzisyeni yetişmiş; Béla Bartók'un Piyano Konçertoları bile çalınabilir olmuştur.

Ancak; bir orkestra şefi ve kompozitör hâlâ bulunamamıştır. Çünkü arayan, isteyen yoktur.

İşte çok şey beklenen İBB Başkanı metrobüslere çift giriş modifikasyonun ile başlayarak böyle tarihi bir görev üstlenebilir.

Yazarın Diğer Yazıları

T.C.’nin beka sorunu

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti, zaten insanlarda var olan ve yukarıda sayılan bir çok filozof ve düşüncenin ışığı üstüne çağdaş Batı’nın hürriyet ve demokrasi anlayışlarını da katarak, dünyanın ilk laik, kadin eşit, demokrat devletini kurmuştur

Gündem, CHP, global kurumlar

AKP’nin iktidardan gitmesi, tuhaf anayasamızın tekrar Kopenhag kriterlerine uygun hale getirilmesi, ayrıca sivil toplum örgütlerinin tekrar tarif edilmesi ve devlet yönetiminden tamamen kurtarılması gibi olmaz ise olmaz bazı yönetim detayların uygulanmaya koyması ile ülkemiz tekrar Atatürk Türkiye’si normlarına dönmüş olacak ve AB ye katılacaktır

Siyasetçi abuklukları…

Anayasalar, milletleri için değil devletler için yapılır. Millet ile devleti yönetenler arasında bir sözleşmedir. Her devletin aslan gibi bir milleti vardır. İşlevini yerine getirdiği, milletinin yaşadığı topraklar ve denizler üstündeki alana ülke denir

"
"