14 Aralık 2024

Kükreyen fare Selçuk Pehlivanoğlu

Benim ve benim gibi birinci nesil Atatürkçü olan Türklerin, Yusuf Tekin'i anlaması ve muhatap alması olası değil... Ancak, bizi kolejli Selçuk ilgilendiriyor. Onu yeni tıraş olmuş, Fransız kravatları ile sarayda eğitim politikası geliştirirken görmek istemiyoruz

Bu yazımı tamamen “milli olmayan eğitim” konusuna ve TED Başkanı Selçuk Pehlivanoğlu'na ayıracağımı söylemiştim. Fakat Suriye'de öyle olaylar yaşandı ki, uluslararası politika açısından değil; benim konum olan “yönetim” erki konusundan incelenmesi gereken, “üniversite doktora konusu olabilecek” seviyede bir olay yaşandığı için biraz bahsetmek isterim...

Suriye olayının ne olduğu anlaşılınca, aklıma yıllar evvel seyrettiğimi Peter Sellers’in üç tane başrol birden oynadığı “The Mouse That Roared” (Kükreyen fare) komedi filminin bir sahnesi geldi.

“Grand Fenwick Dükalığı Fransız alplerinde minicik bir ülke. Temel geçim kaynağı, ihracatını ABD'ye yaptıkları 'Pinot Grand Fenwick' isimli yerel şarapları. Amerika'da bir firma 'Pinot Grand Enwick' adında taklit bir ürünle piyasaya girer. Küçük ülke bu rekabete fazla dayanamaz, maddi bir kriz içerisine girer. Sorunu çözmek için her diplomatik çözüm yolunu denerler olmaz. Toplantı yaparlar ve ABD'nin ülkeler ile savaştığını, yendiğini daha sonra da yardımlar yaptığını hatırlarlar ve ABD’ye savaş ilan ederler. Ancak komik olaylar birbirini takip ederler ve hem savaşı kazanırlar, hem de ABD’nin en son geliştirdiği Q bombasını ele geçirirler.

Hatırlatan ve güldüren sahne şöyle: Bombayı almak için Fenwick sınırında ABD ve Rusya sefirleri bekleşmekte ve bu arada Monopoly oynamaktadırlar. Atılan zarlara göre, birisi bir Güney Amerika ülkesini alırken, öteki balkan ülkelerinden birine göz koymuştur.”

Bu filmi muhakkak seyredin. Önümüzdeki günlerde, sessiz sedasız Suriye'den ayrılan Ruslar ve “bize ne, biz karışmayız diyen ABD’liler, bakalım Monopoly’de nereleri değiş tokuş etmişler….      

Dönelim biz, gelişmekte olan önemli konumuza..

Suriye, sözcüğü aslında bir coğrafyayı anlatır. Yani Türkiye ile Türk kelimeleri arasındaki ilişkiye benzer bir ilişki yoktur orada. Türkiye; Türkler ve onların öncülüğünde aynı dönemde Anadolu'da yaşayan tüm etnik kökenliler tarafından kurulmuş bir ülkeye verilmiş isimdir. Bu halkın adı “Türk”tür ancak; sahici “etnik” Türklerin ülke halkının kaçta kaçını temsil ettiği hesap edilemez.

Buna karşın “Suriyeli” hiç bir etnisite ifade etmez. Ancak “Suriye” adı verilen coğrafyada yaşayıp, aynı pasaportu taşıyan çeşitli inanç ve etnisite sahibi insanlara denir.

Aynı Amerikalı gibi;  Amerika ismi de Portekiz adına keşfe çıkan Amerigo Vespucci adlı bir İtalyan kaşifin yazıları ve haritalarından yola çıkan bir Alman coğrafyacı tarafından; haritaların üzerindeki “Amerikus”  imzasına bakarak bu adı yazmış; daha sonra isim “America” olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Yani Amerikalı diye, Amerika denilen coğrafyada yaşayanlara Amerikalı, Suriyeli diye Suriye denilen coğrafyada yaşayanlara denir.

Aynı mantık ile Türkiye denilen topraklarda yaşayanlara da “Türk” denir; ancak ayrıca Türk diye bir etnik gurup da vardır.

Bazı okuyucu “bu adam niye bu izahatı uzatıyor” diye düşünebilir.

Söyleyeyim; Suriye, Filistin isimleri geçtikçe, bazıları “başta siyasetçiler” kardeşlerimiz deyip duruyor. Kardeşlik; ya kan ya da kültür ilişkisi varsa olur. Bu insanlar ile bizim ilişkimiz sadece “insani” olabilir.  Ben; sadece 85 milyon nüfusumuzu kardeş kabul ederim.

Bunlar arasında Türk pasaportlu Kürt, Arap, Laz, Ermeni, Yahudi, Alman, Tatar, Boşnak, Çerkez vs. vs. vardır. Ancak bir tane bile Amerikalı, Filistinli veya Suriyeli ya da İsrailli yoktur. Çünkü bir Yahudi Türk vatandaşı ile 500 yıldır aynı kültürü, aynı iyi yada kötü kaderi ve/veya günleri sevgi ile paylaşırım; İstiklal Marşı'nı kadim dostum Ortadoks Fedon ile birlikte söyler, dalgıç dostum Bedo ile onlarca yıl dalmışlığım vardır. Etnik Kürt-Arap karışımı en yakın dostum İslahiyeli Ahmet ile akşamları birer tek rakı içer, annesi Alman Gökhan ile gönül maceralarımı paylaşırım.

Bir Suriyeli, Filistinli ya da İsrailli ile ne konuşurum? İngiliz casusu Laurance’den alınan milyonlarca sterlini mi, uyurken öldürülen binlerce Osmanlı Mehmetçiği mi? Müslüman olduğum için Telaviv havaalanında saatlerce manevi işkence yapmaya çalışan İsrailli gümrük polisi kız çocuğunu mu?

Ne zaman ki, bu mavi planetimizden siyasi hudutlar kalkar, o zaman hepimiz kardeş oluruz.

Bundan sonrasını Dinî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin iyi okur inşallah...

“Global” din kardeşlikleri; ruhban sınıfı oluşturularak, ilk semavi din olan Yahudilik ile başlamış, Hristiyanlık ile devam etmiş; ancak İslam ile kaldırılmıştır.

Kaldırılmıştır, çünkü “din kardeşliği” kuranlar, bunu “dünyevi avantaja” çevirmişler, kendilerinden olmayan insanlara olmadık baskı yapmışlar. Dinleri bir “kitle yönetim” sistemine çevirmişler, güya “tarikatlar” (Allah'a varma yolları) kurup, dini her türlü menfaat kapısı yapmışlardır.

Geçenlerde feşmekan tarikatının şeyhi ölmüş; yakınları birkaç milyar olan mirası almak için kavga ediyorlardı...

Katolikler ve Ortadokslar Avrupa'nın değişik coğrafyalarında (Batı'da Roma Katolikleri/Doğu'da Yunan Ortadoksları); Hristiyan dinine kişisel menfaatlerine uygun olarak sahip çıkmış, “din adamı” kisvesi altında olmadık işler, hatta kitle ölümleri yapmışlardır. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanını hatırlarsınız.

Dinin “yönetim” için kullanılmasında en yakın misal İsrail’dir.

“Vaat edilen topraklar” kisvesi altında ABD ile birlikte bir dünya imparatorluğu kurmak istedikleri ortadadır. 

Peygamberimiz, kendisine verilen kitaba uygun olarak, tüm insanlığı “Kuran dinine” davet etmiştir. Bu dinin içinde, bu günkü “ümmet” anlayışı yoktu. Yani “Müslümanlığı seçmek” kişisel bir karardır.

Önemli olan “Allah'a, tüm peygamberlere ve tüm kitaplara” inanmaktır. Ancak, daha sonra maalesef, insanlar kutsal kitabımızın tavsiyelerinden ayrılarak “mezhepleri” icat etmişler; aynı Musevi ve Hristiyanların yaptığı gibi, ülke yönetimine alet etmişlerdir.  

Maalesef bizim “resmi” din kuruluşumuz Diyanet İşleri Başkanlığı, "Kuran'ın Türkçe okunması caiz değildir" diyerek, tarih boyunca din ticareti yapanlar safına katılmıştır…

Allah'tan bu kimselerin dikkatini çeken yegane söz veya davranışları, “bizim paramızı bol bulamaç harcamaları ve aldıkları milyon dolarlık Audi otomobiller” olmakta.  

Ben şahsen kendilerini hiç ciddiye almıyorum.

Şimdi hep beraber düşünelim; kitabımızı Türkçe okuyamıyor isek, yaratanın kitapta birçok yerden geçen “Oku, oku, oku” tavsiyesine nasıl uyacağız? Hiçbir şey anlamadan Arapça papağan gibi okuyacağız, sonra da sana soracağız değil mi hazret? Ama sende Arapça bilmiyorsun? Ne olacak şimdi?    

Gelelim Suriye’ye. Ve size anlatmak istediğime...

Suriye’de başını Heyet Tahrir eş-Şam'ın (HTŞ) çektiği muhalif güçler, aynı yönetim altında hareket ederek bir haftada 17 yıldır devam eden iç harp denilebilecek olayları bitirdi ve tüm ülkeye hakim oldu.

Bütün bu bir haftaya baktığınız vakit; yönetim bilimi açısından şiir gibi bir organizasyon görülüyor.

Menfaatleri ayrı ayrı olan, hatta aralarında çıkar çatışması olan ve olacak olan bir grup insan bir araya getiriliyor; tüm teşkilat, hareket planı, alet edevat, araç, mühimmat, bunların temini ve lojistik çalışmaları, bakım, tutum, destek planlanıyor. Müthiş bir emir-komuta zinciri kuruluyor, hiç beraber olmamış insanlara “beraber hareket etme” senaryosu ezberletiliyor, kim ne zaman ne yapacak hepsi önceden planlanıyor ve koca bir ordu oluşuyor; yaklaşık 400 kilometrelik 20 milyon insanın yaşadığı ve çok ciddi bir ordu tarafından korunan bir alan yaklaşık 10 günde zapt ediliyor. Esad'ın ordusu nerede ise “hoş geldiniz” diyecek kadar vakit ayırmıyor; çalılar arasında kayboluyorlar.

Ancak sonradan anlaşılıyor ki tüm bu inanılmaz plan ve uygulamanın arkasında İsrail var.

Hatta (bence) Şam'ı İsrail uçakları bombalarken, HŞT ve şu anda Suriye'yi zapt etmiş olan “silahlı çetelerin” başkanı Golani’nin, sırtında İsrail üniforması ile seyrettiğini gösteren resmi tüm haber ajanslarına servis ederek, kendisini kritik eden dünyaya nispet yapmaktadır.

Bu yazıyı hazırladıktan sonra, TV’de Yılmaz Özdil’in “Şam Sofrası Napoli Sofrası” yazısını hayranlık ile okudum... Hepinize tavsiye ederim. Konu ile ilgili müthiş bir “gazetecilik” hadisesi... Benim “varsayımlarımı” doğruluyor, detay veriyor...

Ülkede Yılmaz Özdil gibi gazetecilerin yanında, önem verilen iktidar yanlısı köşe yazarları da var. Birisi “Türkiye büyük ülke, Erdoğan büyük lider” manşeti atıp, devam ediyor. 

“En büyük katkı Türkiye'den' Suriye’de Esad rejiminin çökmesinde en büyük katkı Türkiye’nin. Suriye muhalefetine en büyük desteği Türkiye verdi. Erdoğan, ekonomik ve siyasi bedeller ödeme uğruna Suriyeli mültecilere kucak açtı. Suriyeli muhaliflerin arkasında duran tek ülke Türkiye’ydi. Sonunda Suriye’nin çocukları Esad rejimini devirip karanlık bir dönemi kapattılar. Suriye’nin çocukları Suriye’nin yönetimini devraldılar.”

Yani, Suriye'deki bu olayı Türkiye’nin organize ettiğini iddia ediyor. Boş atıp dolu tutmağa çalışıyor...

Ancak, günler geçip, bugün olayın tamamen bir NATO bazlı İsrail/ABD kurgusu olduğu tam anlaşılınca ne yapacak acaba…

Akıllara BOP mu gelecek?

Sn. Cumhurbaşkanını bu kadar aleni “destekleyen” bir başdanışman “Atatürk’ten sonra ülke liderliğini başarmış ikinci liderdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’ne Atatürk çizgisinde katkı yapan bir liderdir” diyor.

Bir başka konuşmada nerede ise “Türk halkına Allahın bir lütfu" dedi; muhakkak bir daha seçilmeli, hatta kaydı hayat şartı ile seçilmeli demeye getirdi.

Bu “baş”danışmanı anlarım; sarayda kendisi gibi 72 tane daha var; patrona yağ çekmekte bir farklılık yaratmaya çalışıyor...

Ancak en çok “köşe” yazarı ne diyecek şimdi onu merak ediyorum.; “Cumhurbaşkanımızın Netanyahu ile iş birliği Suriye'yi kurtardı' mı diyecek?

Kendisi de geçen gün “Zaten lider olarak bir tek ben ve Putin kaldık" dedi… Diğerleri elemine olmuş; seçim kaybetmeyi eliminasyon olarak görüyor Sn. Cumhurbaşkanımız...

Bu kadar Suriye yeter bence...

Şimdi size Atatürk’ün tarifi üzerine kurulan bir eğitim kurumundan, Türk Eğitim Derneği'nden ve şimdiki başkanından bahsedeceğim. Kendisi iktidar ile son derece sıkı fıkı çalışma içinde. İktidar, Milli Eğitim Bakanlığı'nı, "Dini Milli Eğitim Bakanlığı" yapma gayreti içinde. TED başkanının görevi ise ülkemizde Atatürk’ün gösterdiği yolda, "laik" eğitimin gelişmesini, eğer tehlike içinde ise kurtarılmasını sağlamak olmalı.

Kendisi, Atatürk’e ve düşüncelerine hangi mesafede durdukları sır olmayan iktidarın “bu işleri yapan” Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu üyesi olmuş.

Yeni bakan tayin edilen, Yusuf Tekin denilen adam, bütçe görüşmeleri sırasında MEB'in cemaat ve tarikatlarla protokol yaptığı eleştirilerine karşın, "Sizin 'tarikat, cemaat' dediğiniz, bizim 'STK' dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır" dedi.

Bak Yusuf Tekin; bu senin sivil toplum kuruluşları hangi konuda çalışıyorlar? Kanaryaları koruma? Antep fıstığını geliştirme? Ne?

Benim ve benim gibi birinci nesil Atatürkçü olan Türklerin, Yusuf Tekin'i anlaması ve muhatap alması olası değil...

Ancak, bizi kolejli Selçuk ilgilendiriyor. Onu yeni tıraş olmuş, Fransız kravatları ile sarayda eğitim politikası geliştirirken görmek istemiyoruz. Bu sadece benim kanaatim değil, binlerce kolejlinin, TED’linin düşüncesi.


Geçen ay kendisine yolladığım ve cevaplamasını istediğim mektubu yarın size sunacağım. Sonrasında (gelirse) cevabı beraber inceleyeceğiz. Gelmez ise sadece sizler ile “masaya yatıracağız...” 

Yazarın Diğer Yazıları

Pehlivanoğlu, Nasuh Mahruki, elektronik seçim…

İktidar elektronik seçime geçmek için vereceği parayı emekliye (bana!!!) versin. Millet var olan sistemi beğeniyor. Bir de parmak boyası getirilirse daha memnun olacağız. Lütfen icat çıkarmayın…

Monşer Umar ile diyalog (3): Tarikatlar…

Büyükelçi Suha Umar: Devlet yönetmek, şirket yönetmeye benzemiyor... Bizim iş adamlarımızda da bu duygu var, devlet yönetmenin ayrı bir iş olduğunu anlamak istemiyorlar. Para kazanmak için şirket kuruyor, işlerini bu temele oturtuyor.

Monşer Umar ile diyalog (2): Trump, Kürtler…

Büyükelçi A. Suha Umar: “Etrak-ı bi idrak” (idraksız; anlama yeteneği olmayan Türkler) dedikleri bir insan gurubundan, doğru işler yapan bir ulus yaratmışlar. Önce de varmış ancak yöneticilerin umurunda değişmiş. O ulus da Atatürk ile yepyeni ve çağdaş bir devlet yaratmış

"
"