Geçen yıl bu zamanlardı. Öğleden sonra haber sitelerine düşen haberler Çanakkale'de orman yangını olduğunu söylüyordu. Kentin doğu ve güneyini çevreleyen yeşil sırtlarda yükselmeye başlayan alevler önce hemen söndürülebilecek bir yangın olarak algılanmıştı. Yoldaydım. Haberlere şöyle bir bakıp "Yazık, kim bilir yine ne oldu da yanıyor" diyerek yol gündemine dönmüştüm. Ancak bir saat sonra telime düşen ve derin bir kaygı içeren mesaj bambaşka bir olayla karşı karşıya olduğumuzu anlatıverdi: "Yanıyoruz!"
Fotoğraf: Pınar Aydoğdu
Bazen bir kelime anlamını çok aşar ve büyür; iç içe geçmiş duyguları yüklenip belleğine bir bıçak gibi saplanır ve o güne kadar hiç akla gelmeyecek, kurulacağı düşünülemeyecek cümlelere dönüşür. O gün öyle oldu: "Bilgisayarımı kurtarın… Bir defterim var çekmecede, siyah kapaklı, onu da mutlaka alın." "Hemen oradan uzaklaşın!" Başka ne denebilirdi ki?
Gün batarken, şehre girişteki son tepecikte gördüğüm tuhaf bir manzaraydı. Güneş, bizim günlük dilde "abide" diye adlandırdığımız Çanakkale Şehitleri Anıtı'nın üzerinde geniş bir kızıl değirmi oluşturarak batıyor, onun tam karşı yakasında, şehri çevreleyen çam ormanlarından yükselen alevler göğü kızıl-kara bir bulut örtüsüyle kaplıyordu. Fantastik bir film sahnesinin içine giriyorduk yolda ilerlerken. Yangın şehirle ormanın buluştuğu semtleri tehdit etmeye başlamıştı. Yangına en yakın noktadaki evimize ulaşmak için caddelerden hızla geçerken kül yağmuru içinde akıp giden görüntülerde kaygılı yüzleri seçilebiliyordum sadece. Şehir dışına çıkmaya çalışan araçların yarattığı keşmekeşten kurtulup semtimize vardığımda, birkaç saat önce telime düşen mesajın gerçekliği ile yüz yüze kalmıştım: Site boşaltılmış, insanlar uzaklaştırılmış, evlerin çevresini itfaiye araçları ve su tankları sarmış, ormandaki son ağacı da yakıp ardından yerleşim yerlerini yutmaya uzanan büyük ve kızıl ejderha ile savaşa hazır orman işçileri en önde beklemeye başlamıştı.
Yanmış toprakta filizlenen hayat
Gördüğüm bir film sahnesi olabilirdi gerçekten ama değildi. İnsanlık hallerinin billurlaşmış hali kesinlikle bir romanda kullanılabilecek düzeydeydi. Ertesi gün sevgili Tanıl Bora, Birikim için bu tanıklığımı yazmamı istediğinde gece boyunca, su ve ateşin göğüs göğse çarpışmasını izlerken hissettiklerimle, gördüğüm insanlık hallerini de yazmıştım. O günü kendi cümlelerimle hatırlamak bunca zaman sonra bile ürkütücü:
"22 Ağustos'ta öğle saatlerinde başlayan ve bir anda büyüyüp şehri bir hilal gibi çeviren tepelere, köylere yayılan yangın 23 Ağustos'ta, bu yazıyı yazarken halen sürüyor. Dumandan etkilenmemek için camları kapatıp oturduğum odanın duvarlarında yangın söndürme uçaklarının, helikopterlerin sesi patlıyor. Arazözler, itfaiye araçları, orman işçileri geçmişte zeytinlik olan ve yok edilen verimli topraklar üzerindeki sitemizi doğaya karşı korumak için bekliyor. Su takviye tankerleri, kurumuş dere yatağının dibinde tuhaf bir paradoksun simgesi gibi taşıma suyla iş görebilmek için sırasını bekliyor. Bunların yanında ürkütücü bir uğultuyla yükselen alevler, çevreye mermi gibi dağılan çam kozalakları binlerce insanı paniğe sevk ediyor…"
Aradan tam bir yıl geçti. Geçen hafta yine aynı bölgede, Bozcaada'da çıkan yangınla ilgili haberlerin arasında biri öne çıkmasa unutmayı yeğlediğimiz yangını yazmak aklımın ucundan geçmezdi. Haber, Geyikli'den adaya geçecek feribotta araçların itfaiyeye yer vermediği biçimindeydi. T24 Haftalık'ta Eray Özer haklı bir öfke ve isyanla bu durumdan söz ettiğinde geldi aklıma geçen sene yaşadıklarımız. Özer şöyle diyordu: "Nasıl olur da bir insan adadaki yangını söndürmek üzere gemiye binmek için izin isteyen bir itfaiye aracına yerini vermek istemez?" İnanılır gibi değildi gerçekten. Özer şu sonuca varıyordu: "Nesiller boyunca ahlaki çöküşten şikâyet ediyor olmamıza rağmen aslında birbirimize karşı davranışlarımız ne iyiye ne kötüye doğru bir milim bile değişmemiş!"
Bir yangından arda kalan
O feribotta yangın söndürme araçlarına yer vermeyenlerin umursamazlığı geçen yıl burada da kol geziyordu. Cadde ortasında durup alevlere karşı en iyi selfie açısı bulmaya çalışanlar yüzünden ilerleyemeyen itfaiye araçları, değişik semtlerden gelip yangının her an ulaşabileceği evlerde oturanların panik ve korku halini seyre dalanların kalabalığından yol bulup ilerleyemeyen orman işçileri de tıpkı sözünü ettiğim haber nedeniyle öfkelenenler gibi isyan ediyorlardı. Ancak her şeye karşın insanlıktan ve iyilikten umut kesilmez, kesilmemeli. Evinden çektiği incecik hortumla alevlere karşı bir savaşçı gibi bekleyen yaşlı kadın, aracındaki küçük yangın tüpüyle yardıma hazır ak saçlı amca, marketten aldığı bisküvileri orman işçilerine bölüştüren genç, şişelerce soğuk suyu itfaiyecilere dağıtan komşumuz Murat ve kızı Deniz de vardı ve onlar saf iyiliğin yanındaydılar. Elden başka bir şey gelmezdi ki! Bir de çakarlı polis ve jandarma araçlarına çekinerek bakıp bu yangınların sebebini sorgulayanların çokluğu ümitvar olmamızın da nedeni olmuştu o günlerde. Yangından birkaç ay sonra bölgeyi gezerken ağaçların içler acısı halini görüp gözleri yaşaranları ve yanık köklerden gülümseyerek mavi göğe bakan filizleri öpüp okşayanları da unutmamak gerek. Başka bir deyişle, iyilik ve kötülük iç içe hayatımızda.
İletişim Yayınları'ndan çıkan ve hazırlayıcılığını üstlendiğim "Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale" kitabında kötülüğün toplumsal mekanizmasını şu cümlelerle dile getirmiştim:
"Tarihin, şimdiki zamanları tutsak aldığı ender yörelerden biriyken, bugünü ve geleceği birçok şehirden farklı olarak özgürce kurgulamaya çalışan, bunun için çabalayan insanların da kenti. Bunun yanı sıra, yeni zamanların yağmacı ve talancılarının dikkatini çeken, ormanlarını, sularını kaybetmekte olan; bir yandan da güneyi tüketen turizmcilerin arsızlıkla göz diktiği bir bölge."
Eray Özer'i ve feribotta yaşananların haberini okuyan herkesi öfkelendiren umursamazlar, o arsızlığın açtığı yoldan muhtemelen hiçbir şeyin farkında olmadan geçenlerdir. Hulki Aktunç, Bir Çağ Yangını adlı kitabında "Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz! Ya ateşi ya alevi ya dumanı gelir sana" demişti. Alevlerin kıyısında endişeyle beklediğimiz o akşam, yangına en yakın noktaya gelip Instagram paylaşımları için malzeme devşirenler ve selfie çekenler bir çağ yangınının bütün toplumu sardığının da belgesiydiler. Tıpkı Bozcaada feribotunda itfaiyeye ver vermek istemeyenler gibi.
İbrahim Dizman kimdir?
1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.
1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.
İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.
Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.
Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.
Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir.
Kitaplarından bazıları:
Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020
Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018
Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016
Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016
30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010
Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007
Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006
Belgesel filmleri:
Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010
Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012
Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016
Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018
Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020
|