Geçen hafta, hızlanan hayatı ve evreni algılamak için dağarcığımızdaki sözcüklerin yetmediğinden, aradaki makasın gittikçe açıldığından söz etmiştim. Peki, hayat hızla gelişiyor ve dil ona yetemiyorsa, düşünmek ve iletişim kurmak için var olan sözcükler asıl işlevi yerine tam tersine yalnızlığımızı mı arttırıyor?
Dünyayı dil üzerinden anlamak için yanıtlar yerine böyle sorular daha değerli. Birkaç bin yıl önce karşısındaki dağın yüceliğine bakıp onu anlamlandırmaya çalışan ve hikâyeler uyduran, bu yolla yanıtlar arayan insan mı daha mutluydu yoksa bugün dünyaya bakıp anlamaktan çok uzağa düştüğünü fark eden ve hikâyelere sığınamayan insan mı, diye de sorabiliriz. Ya da başka bir deyişle, destanlar, masallar yüzlerce yıl öncesinin yanıtları değil midir karmaşık sorulara? Hepsi hayatı ve insan ruhunu kelimelerin de ötesine geçerek anlatmaya çalışmaz mı? Bugün de edebiyat, dönüp dolaşıp aynı sorular ve yanıtlarla ulaşmaz mı okura?
Farkındayım, sorular sorulara açılıyor ama birçok şeye yanıt bulamadığımız dünyada bu doğal. Şöyle bir bakınca dünyanın içi çıfıt çarşısındaki çerçi sergisi gibi bin bir şeyle dolmuş durumda. Hayatın doğal akış zincirini kırıp dışına çıkmak için hamleler yapan insanlık dünyayı da kendini de bir kördüğüm haline getirdi ve yanıtsız sorulara dolanıp kaldı. Hiçbir dil karşılayamıyor soruları.
Oysa, yüzyılımızdan geriye bakınca, geçmiş zaman toplumlarının sessiz, sakin, ağır akan zamanın duruluğunu hissederek yaşadıklarını söyleyebiliriz. Şimdi çoğu kişinin sıkıcı bulabileceği geçmiş zaman hayatında muhtemelen yalnızlığın yalnızlık olduğunu bilmeden yaşayıp gidiyordu sade insanlar. Şunu da söyleyebiliriz: geçen yüzyıllarda yalnızlık belki de sözcüklerin anlam kazanırken gereksindiği ortamın adıydı. En azından yazarlar için öyle olduğu kesindir. Dostoyevski, beş yıllık hapis ve sürgünlüğünden döndüğünde yazdığı bir mektubunda “Tek bir saat bile yalnız kalamadım” deyip şöyle devam ediyordu “yalnız kalmak normal bir insanın ihtiyacı, yemek, içmek gibi bir şey, yoksa, bu zorla yaşadığın hayatta, insanlardan nefret eden biri oluyorsun. İnsan topluluğu bir zehir gibi ya da bulaşıcı hastalık gibi ve ben bu dört yıl, her şeyden çok bu dayanılmaz işkenceden acı çektim.”
Sonra her şey değişti… derken aklına Sait Faik geliyor insanın. Kalabalıklar içinde günümüzdeki yakıcı anlamıyla bir yalnız adamdı ve bütün öykülerinin derinliğine sızan bu duygu okunabiliyordu satır aralarında. Dostoyevski’nin hissettiğini farklı açıdan, hatta tersinden anlatıyordu o. Bugünü yıllar öncesinden gören adamdı. “Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz” demişti, günümüzü işaret ederek. “Lüzumsuz Adam” öyküsündeki şu kederli cümleler de günümüz insanının sözcüklerin bittiği yerdeki yalnızlığını anlatıyor:
“Yedi senedir bu sokaktan gayrı İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?”
Şehirler geçmişten beri baş döndürücü kalabalığın merkezi olagelmiştir. Belki de bu nedenle, o kalabalık insanı yalnızlaştıran bir çokluktur. Sesin söze değil uğultuya dönüştüğü yerlerdir büyük kentler. Bunu en iyi bir yazarın anlaması da çok doğal. Öyle olmasa Balıkçının Ölümü’nde “Nerede insanlar?” diye sorar mıydı Sait Faik:
“Nerede insanlar? Balıktalar mı, kahvedeler mi? Biri mesut öteki saadet peşinde, hangi dünya içinde bulunsak bir başka dünyanın var olabileceğini düşünüyoruz. Hepimiz başka türlü. Göğün bir tarafı mavi mavi… Bir tarafı simsiyah, ya siyah, ya mavi, ya ölesiye gülerek, ya yaşayasıya üzülerek…”
Sait Faik, “Yalnızlık insanın kendisiyle baş başa kalması değil, kendini keşfetmesiyle sonuçlanmasıdır” demişti. Bu keşif kuşkusuz sözcükler üzerinden gerçekleşebilirdi ona göre; yoksa nasıl anlardık kendimizi? Ancak, Dostoyevski gibi kelimelerin dünyasında kendine bir hayat kuran insan için tek bir saat bile yalnız kalamamak bu denli acıyken, tam yüz yıl sonra, hayat karşısında kendini ve evreni anlamak için ne yapsın insanlar? Nereye sığınsınlar?
İbrahim Dizman kimdir?
1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.
1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.
İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.
Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.
Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.
Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir.
Kitaplarından bazıları:
Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020
Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018
Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016
Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016
30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010
Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007
Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006
Belgesel filmleri:
Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010
Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012
Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016
Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018
Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020
|