18 Ağustos 2024

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim”

Hayatımızı içeriden ve dışarıdan çevreleyen bütün zamanlardan kurtuluşumuz ve özgürleşmemiz için en heyecan verici gereç belki de edebiyattır


“Zaten bütün mesele hatırlamak ve hayal etmekte değil mi?” diye bitirmiştim geçen haftaki yazımı. Dışımızda akıp giden, yıllara, mevsimlere, aylara, günlere bölünmüş ve bu bölünmüşlüğü ile hayatımızı baş döndürücü bir döngüye sokan zaman ile içimizdeki zamanın farkıydı yaşamak ve hatırlamak. Dış zamanın ölçütlerini somut olarak yaşıyoruz. Hatta öylesine somut yaşamaya başladık ki milyon yılda gerçekleşecek iklim değişikliklerine tanıklık ediyoruz. İçimizdeki zamansa başka boyutlarda; o hatırlamakla ve hayal etmekle meşgul. Sonuçta o da hayatın akışından bağımsız değil elbette. Hissedilen Zaman’ın yazarı Marc Wittmann “Hayatın uzunluğuna, yaşamın geçip gitmiş dönemlerine ilişkin hislerimiz aynı zamanda kaçınılmaz biçimde bir hatırlama meselesidir” derken bu kavramın zaman ve hislerimizin ortak örgüsü olduğuna işaret ediyor. “Bir saat, sadece bir saat değildir; kokularla, seslerle, projelerle ve iklimlerle dolu bir kaptır. Gerçeklik dediğimiz şey, bizi aynı anda sarmalayan bu izlenimlerle hatıralar arasındaki bağlantıdır” diyen Marcel Proust da Wittmann’ı doğrular.

Çocukluğumuzda belleğimize işlenmiş bir yapının, bir insanın, bir objenin ya da panoramik bir görüntünün değişmiş olması dış zamanın akışı ve acımasızlığı kadar bunun içimizdeki zamana duygusal yansımasını göstermez mi? Refik Halit Karay, İstanbul’un İç Yüzü’nde “İstanbul 'un içinde İstanbul 'u arayarak ve artık bulamayacağımı pek iyi anlayarak hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Ben İstanbul'un, eski İstanbul'un, o şahsiyetli ve güzel İstanbul'un iç yüzünü afacancasına tanıyan bir evladıydım; onu ben ne iyi anlardım. Sanki o da bana ayrıca, herkese yaptığından fazla yüreğini açardı. İşte ben bu pek iyi tanıdığım ve pek çok sevdiğim vücudu kaybettim. Ona yanıyorum onun hasretini çekiyorum” derken, Orhan Pamuk “tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi” diye tanımlıyordu, bu duyguyu.

Orhan Pamuk demişken, Masumiyet Müzesi’nde altını kalın kalın çizdiğim o cümlesini de anmadan geçemem: “İnsanın geceleri, derin, duygusal ilişkilerle ve hatıralarla bağlı olduğu eşyalarla aynı mekânda uyumasından güzel ne olabilir!” Gerçekten de iç zamanımızı hissettiren, bağlandığımız, bir şekilde ilişki kurduğumuz eşyalar ve objelerdir. Hakkını yemeyelim, Sezen Aksu’nun o dokunaklı şarkısı da bunu doğrular. Garo Mafyan’ın nefis bestesi ile, biten bir aşkı anlatan “Unut” şarkısını hatırlayın lütfen. “Kolay olmayacak, elbet üzüleceğim / mutlaka bir iz bırakacak” dedikten sonra ekliyordu: “dokunup birer birer sevdiğin eşyalara/ hatta belki ağlayacağım/acı çektiğim doğru ama sen bana bakma/ ne olursa olsun seni unutacağım.” O halde diyebiliriz ki içimizdeki zamanın simgelerinden biri de hayatımıza girmiş, yer edinmiş, şarkıdaki gibi “iz bırakmış” olan her şeydir.

İz bırakan insanlar da içimizdeki zamanı derinleştirenlerdir. Aragon’u anımsayın. “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de/ bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm” dediği ve tutkuyla bağlı olduğu Elsa’yı kendi iç zamanıyla özdeşleştirmişti:” Sana büyük bir sır söyleyeceğim/ zaman sensin.” Elsa ve Aragon bir ormanın kıyısındaki eski bir değirmeni aşk yuvasına dönüştürüp yıllarını orada geçirirlerken akıp giden zamanla içlerindeki zamanı bütünleştirdiklerini ve bunun adının aşk olduğunu düşünüyorlardı kuşkusuz. Ama öyle olmadığını Elsa’nın gizli notlarından öğrendik sonradan. Aragon’un elinde kala kala “Bilmem ben/ sana benzeyen zamandan söz açmayı” ve “Vakit yok artık öğrenmeye hayatı … Mutlu aşk yoktur” dizeleri kalmıştır.

Mutlu ve kalıcı bir iç zaman da yoktur. Çünkü her şey değişir, dönüşür. Çocukluğumuzda bıraktığımız kasaba, sokak, meydan ve insanlar değişir de biz değişmez miyiz? Seneler sonra yeniden karşılaştığımız bir yapı, gördüğümüz yapı değildir gerçekte; bir tuvalde bitmemiş bir resim gibi belleğimizde duran yapıdır. Biz kendi iç zamanımızı yaşarken onu değiştirmiş, yeniden şekillendirmiş, türlü duygularla bezemişizdir. Bir şekilde ayrı düşüp yıllar sonra karşılaştığımız bir insan da öyledir; geçmişten bugüne değişe dönüşe, içimizde evrilerek bugüne gelmiştir. Artık o, o değildir. Dranas’ın Olvido şiirini anımsayın lütfen, her şeyi ne güzel anlatır orada!

Milan Kundera da Dranas’ın “Ey unutuş kapat artık pencereni” dizesine nazire gibi “roman unutuşun karşısında derme çatma biçimde berkitilmiş bir şatodur” derken yanılıyor olamaz. Elimize aldığımız bir romanda yazarın belleğimize bırakıverdiği bir cümle, gözümüzde canlandırdığı bir olay, betimlediği bir nesne, bir insan, bir mekân, içimizdeki zamanı anlatmak içindir. Hayatımızı içeriden ve dışarıdan çevreleyen bütün zamanlardan kurtuluşumuz ve özgürleşmemiz için en heyecan verici gereç belki de edebiyattır.

Bu son söylediğime inanmıyorsan ey okur, sana büyük bir sır söyleyeceğim: Eğer içindeki zamanın farkında değilsen “zaman” senin için yalnızca sıradan bir kelimedir.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Semboller dünyasına hoş geldiniz!

Aklımızdakini ya da niyetimizi dile getiremediğimiz zamanlarda ve ortamlarda duygusal paradigmaların üzerine semboller inşa ederiz. Duygusal refleksleri düşünsel davranışlardan önde gelen bizim gibi toplumlar ve böyle toplumlarda egemenliğe sahip olanlar için semboller çok işlevseldir

"Neden yazılır: Dünya acılı olduğu için yazılır"

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa, 30 Ağustos'ta

30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti

"
"