01 Aralık 2024

Duvarları günler, aylar ve yıllarla örülmüş bir zaman hapishanesindeyiz

Sözcükler üzerinden bir hayatı analiz etmek mümkün olabilirdi ya da zaman kavramının içinde nasıl tutsak olduğumuzu apaçık görebilirdik. Herhalde belli bir yaşa kadar gelecek zamanla çekilmiş cümleler ağırlıklı olurdu; umutlu, arzulu, hayallerin pırıltısını taşıyan sözcüklerle dolu olurdu günler

Son yıllarda çok duymaya başladığımız bir kavram, zamanın ruhu. Aslında eski bir kavram olmasına rağmen, teknolojinin hayatımızı tutsak alması ve buna bağlı olarak yaşantımızın yeniden yorumlanmasıyla daha çok kullanılır oldu. Moda deyimiyle Z Kuşağı ile başlayıp biraz dudak büküp alaycı bir söyleyişle “boomer” denilen bizim kuşağımıza kadar herkesi kapsayan kuru bir avuntunun da adı oldu, zamanın ruhu. Tanıl Bora bunu “Bir döneme hâkim olan düşünme ve hissetme tarzını, zihniyeti anlatır” diye nitelemişti bir yazısında. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, aslında kendimizi kandırırız. Çünkü yok öyle bir şey! Var olan ve salt gerçek olan içinde tutsak olduğumuz katıksız zamandır. Duvarları günler, aylar ve yıllarla örülmüş bir vakit hapishanesindeyiz nihayetinde. Ne yana dönersek dönelim, attığımız birkaç adımı zamanın ruhuna uymak sanıyoruz ama sonunda yine duvara tosluyoruz. Çünkü zaman dediğimiz şey bizden bağımsız ve bizi sürükleyip götürüyor. Üstelik kendini öyle ulu orta fark ettirmiyor. Örneğin içinde yaşadığımız kentlerin zamanı derinden ve neredeyse belirsizce akar. Yaşarken değiştiğini anlamayız çünkü biz de onunla değişiriz. Başka bir deyişle zaman hapishanesinde olup dışarıyı göremeyiz. Bir yapı yok olduğunda, bir olayın mekânı çekilmiş bir diş boşluğu gibi kaldığında değişimin ve dolayısıyla zamanın farkına varırız. Eğer belli bir yaşın üzerindeyseniz çocukluğunuzda yaşadığınız bir yapının artık yok olduğunu, ilkokulunuzun yerinde yeller estiğini, yürüdüğünüz sokağın bambaşka bir hâle dönüştüğünü görür ve zamanın ruhu denilen şeyin aslında hüzünlü bir hissediş olduğunu anlarsınız. Bu insanlar için de geçerlidir. Yaşamın içinde, çevremizde onlarca insan belirir; kimisi biyolojik yakınlıktır, kimisi düşünce ya da duygu yoluyla hayatımıza dokunmuştur, yolumuz bir şekilde kesişmiştir. Sonra bir gün bakarsınız ki varlığı sadece anıya dönüşmüş. Örneğin aşksa bizi buluşturan, sanırız ki duygular bitti; düşünceyse yollarımızı buluşturan, bakış açılarımızın değiştiği kanısına varırız. Öyledir ama aslında değişen ve değiştiren zamandır.

Dilbilgisinde zaman çekimleri vardır ya; geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman… Sıkıcı ders bilgisi dışına çıkıp hayatın içinden bakınca bambaşka anlamlar taşıyor bu terimler. Hep düşünmüşümdür, otobiyografimiz gibi, hayat boyu kullandığımız sözcüklerin bir dökümünü yapabilseydik nasıl olurdu? Hayatımızı bir kitap gibi düşünsek ve ömrümüz boyunca kullandığımız sözcükleri, kurduğumuz cümleleri, seçtiğimiz fiilleri sınıflandırabilseydik ne çıkardı acaba ortaya? Sözcükler üzerinden bir hayatı analiz etmek mümkün olabilirdi ya da zaman kavramının içinde nasıl tutsak olduğumuzu apaçık görebilirdik. Herhalde belli bir yaşa kadar gelecek zamanla çekilmiş cümleler ağırlıklı olurdu; umutlu, arzulu, hayallerin pırıltısını taşıyan sözcüklerle dolu olurdu günler. Belli bir yaştan sonra ise geçmiş zaman kipinde cümleler dökülürdü dudaklarımızdan, hüzünlü, keşke’lerin pişmanlığıyla, ah’ların zehriyle solmuş cümleler…

Zaman kavramı aslında gerçekte sadece bir duygudur, bir hissediştir, biz onu gelip geçen vakit sanırız ama değildir. “Bazı günlerin hatırı bir ömre yayılır” der Murathan Mungan. İşte o zamanın gerçek tanımıdır. Bir bakış, bir söz, bir dokunuş, verilmiş bir söz akıp giden ömrümüze atılmış bir çentik gibidir, döner döner hatırlarsınız; gündelik vakit yoktur artık orada, bütün bir ömrü kuşatan zaman vardır. Buna yine Mungan’ı örnek gösterebilirim: “Bazen çocukluğuna ağlarken kâğıt mendil istemez insan; babasının beyaz mendilini arar gözleri” diyor Harita Metod Defteri’nde. Zaman, o beyaz mendildedir, o katlanmış, sabun kokan özleyiştedir. Yıllar geçmemiştir, ordasındır.

Edip Cansever boşuna dememişti “Yok olan bir şeylere benzerdi zaman” diye.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

Her bir harf dünyanın keşfedilmeyi bekleyen küçük bir sırrıdır

Türkçeyi bilim ve sanat dili olarak geliştirmenin en kapsayıcı alfabetik karşılığı gerçekten de bugünkü alfabemiz. Ancak okullarda aynı kaynak dili kullanan akrabalarımızın (ve elbette bu ülkede yaşayan başka dillerin) zengin birikimini öğretmek, onları anlamak ve paylaşmak için de böyle bir uzlaşma yararlı bir girişim olacaktır; umarım başarılır

İstanbul’u en güzel o anlattı; en mutsuzu da o oldu

Orhan Veli ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir

"
"