08 Aralık 2024

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

Murathan Mungan, Harita Metod Defteri adlı otobiyografik kitabının “Beni büyüten kelimeler” başlıklı bölümünde çocukluğunda babasının çok sık kullandığı kimi kelimeleri sıralar: Lütfen... istirham etmek… edep… erkân… rica ederim… haysiyet vd. Mungan, bu kelimelerden söz ederken geçen hafta işaret ettiğim “zamanın ruhu” kavramına da değiniyor bir ucundan:

“Şimdiki kuşağın çocuklarına bu sözler ve benzeri kavramlar yabancı gelebilir elbet. Sadece tümünün günümüz sözlüklerinde birebir Türkçe karşılıklarının bulunmadığından değil, ne yazık ki artık hayatımızda da bir karşılıkları kalmadığından.”

Mungan’ın “hayatımızda da bir karşılıkları kalmadı” diye vurguladığı olgu üzerine düşünmek gerek. Zamanı bedenimizde hisseden, günlük hayatın akışında kaygıyla yaşayan sadece biz değiliz; sözcüklerimiz de öyle. Sonsuz bir evrende doğan, parlayan ve sonra sönüp yiten yıldızlara benzer biraz da sözcükler. Eğer bir şekilde zamanı somutlayarak izlemek istiyorsak bunu onlar üzerinden yapabiliriz. Örneğin, dedelerimiz çorbasını “çanak”tan içerken, bizler “çanak anten” aracılığıyla televizyon izledik. Bizim çocuklarımız ikisini de bilmiyor. Benim kuşağım ilk kitaplığını “çekyat”ların sırtındaki bölmelerde kurarken ve kanepeyi çekip yatak haline getirip yatarken şimdi terk edilmiş evlerin kırık camlarından uzanıp görebileceğimiz kırık dökük bir mobilyaya dönüştü çekyatlar. Hayatımızdan çıkan sadece o işlevsel mobilya değildi, adı ve hatırası da tıpkı Mungan’ın örnek verdiği sözcükler gibi tozlandı belleğimizin kuytu köşelerinde.

Susanna Tamaro da sözcükler üzerine kafa yoran yazarlardan. “Her Sözcük Bir Tohumdur” adını taşıyan deneme kitabında sözcükler üzerinden hayatı anlamlandırmaya çalışır:

“Milyonlarca yıl boyunca insanoğlu bakışlarını yukarıya kaldırarak, yıldızların sessizlik içinde ortaya çıkışlarını seyrederek, gün ve gecenin birbirini kovalayışını izleyerek hayret duydu. Gizem, güvence değil kaygı verir ve bu huzursuzluk soruların doğmasına neden olur. İlk sözcüğün av anında ortaya çıktığını ileri süren bilimin kesin yargısına rağmen, ben ısrarla ilk sözcüğün ‘Neden?’ olduğunu düşünüyorum.”

Peki bu soruyu kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu. Onu yanıtlamayan ya da yanıtladığını sandığı tanrıydı belki de. Yanında kim vardıysa, yanıt ona göre de değişmiştir kuşkusuz. Sevdiğiyse yıldızların parlayışını, güneşin doğup batışını bambaşka anlamlarla söze dökmeye çalışmıştır. Arkadaşıysa daha başka. İşittiğini sandığı tanrı ise daha da farklı yanıtlar vererek gizeme sardığı korkuyu çoğalttı. Ve o soru, o yakıcı ve gizemli soru peşini bir daha hiç bırakmadı insanoğlunun. Hayatın gizemini çözmek için durmaksızın sorduk; çoğu zamansa gizemin çözülmesinden ürkerek.

Susanna Tamaro da hayatın yanıtı olmayan sorularıyla örülmüş gizemli bir zaman diliminden ibaret olduğuna inananlardan:

“Gizemi olmayan hayat alçak ve kurşuni bir gökyüzünün kapladığı geniş bir ovadır. Üzerinde saatlerce, günlerce yürünse bile düz ve uçsuz bucaksız bir ovadır. Üzerinde saatlerce, günlerce yürünse bile düz ve uçsuz bucaksız bir otluktan başka bir şeyle karşılaşılmayacak, bizi yerimizden hoplatacak bir şeyle burun buruna gelinmeyecek, adına şaşkınlık denen o olağanüstü ve bedava ruh durumu yaşanmayacak. Gizemsiz hayat, şiirden yoksun, güzelliği derinden yakalamaktan aciz bir hayattır. Bu hayatta insan aynaya bakar ve dikkatle inceledikten sonra artık kendi kendine sorular sormaz.”

Artık sorularımızı başka türlü soruyor, başka türlü yanıtlar veriyoruz. Tıpkı Tamaro’nun “aynaya bakar gibi” dediği şekilde, elimizdeki ya da masamızdaki parlak ekranlara bakıyoruz. Oraya düşen kelimeler, bir dokunuşla var olup yine bir dokunuşla yok oluyorlar. Ne bir insan sesi ne bir kaygı tınısı ne bir sevinç, mutluluk vurgusu. Hiçbiri yok. Kuru bir harf yığını halinde yansıyorlar bize ve sonra iz bırakmadan silinip gidiyorlar. Tamaro bunu “Daimi gelişen teknolojik aygıtlarla sürekli konuşuyor ve birbirimize hiçbir şey söylemiyoruz. Hatta daha fazla konuşuyor ama birbirimizi anlamakta daha fazla güçlük çekiyoruz” diye açıklıyor.

Murathan Mungan, harika bir tanımlamayla “beni büyüten sözcükler” demişti, varlığını bütünleyen, hayata bakışını anlamlandıran kelimeler için. Şimdi sormak gerekmez mi zaman bizi var eden değil de öğüten ve yok eden sözcüklerle de mi kendini duyuruyor?

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Duvarları günler, aylar ve yıllarla örülmüş bir zaman hapishanesindeyiz

Sözcükler üzerinden bir hayatı analiz etmek mümkün olabilirdi ya da zaman kavramının içinde nasıl tutsak olduğumuzu apaçık görebilirdik. Herhalde belli bir yaşa kadar gelecek zamanla çekilmiş cümleler ağırlıklı olurdu; umutlu, arzulu, hayallerin pırıltısını taşıyan sözcüklerle dolu olurdu günler

Her bir harf dünyanın keşfedilmeyi bekleyen küçük bir sırrıdır

Türkçeyi bilim ve sanat dili olarak geliştirmenin en kapsayıcı alfabetik karşılığı gerçekten de bugünkü alfabemiz. Ancak okullarda aynı kaynak dili kullanan akrabalarımızın (ve elbette bu ülkede yaşayan başka dillerin) zengin birikimini öğretmek, onları anlamak ve paylaşmak için de böyle bir uzlaşma yararlı bir girişim olacaktır; umarım başarılır

"
"