08 Eylül 2024

"Neden yazılır: Dünya acılı olduğu için yazılır"

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği

Tezer Özlü

Dünya sadece kelimelerden oluşsaydı ve onları birbirine bağlayan cümleler dünyanın sınırını belirleseydi; sonrası derin bir boşluk, anlam ötesi bir anlamsızlık olsaydı, herhalde kimse o sınıra yaklaşmaz, kelimelerini gözü gibi korur, cümlelerinden yaptığı bağla sımsıkı hayata tutunurdu. Bir kişi hariç: Tezer Özlü… Onun cümleleri onu mutlaka dünyanın sınırına çekerdi, "yaşamın ucuna yolculuk" yaparken kendi kelimeleriyle yürür, ardından en uç noktada kelimelerini boşluğa savurur ve kendini de bırakıverirdi; çünkü o herkesin kendine ait bir dili olduğunu keşfetmişti. Her bir kelimemiz bizim hayatımızın kristalize olmuş haliydi. Onun yapıtlarını okuyunca bir kez daha anlamıştım ki hayatta "acı" denen kavram da "mutluluk" denen az bulunur cevher de kelimelerin içinde gizlidir. Zihnimizde dönüp duran anlamların ya da anlamsızlıkların, duyguların ya da düşüncelerin her birinin aslında kelimelerle sarılıp sarmalanarak başkalarına aktarılabileceğine inanıyordu, Tezer. Bizi hayata bağlayan ya da hayattan koparan kelimelerimiz derin bir yalnızlığı da büyütüyordu ona göre:

"Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler."

Dil ve benlik arasındaki o gizemli, puslu bölgede olup biteni çok iyi hisseden yazarlardan biriydi Tezer Özlü. 10 Eylül 1943'te doğmuştu. Yaşasaydı şu günler seksen yaşını geçmiş olacaktı. Kuşkusuz birçok roman, öykü, anlatı katacaktı edebiyatımıza, insanın karanlık derinliğine ışık tutan cümleler kuracaktı ve dönüp dönüp kendimize bakmamızı sağlayacaktı; ama olmadı, olamadı. Ardında üç kitap ve sonradan yayımlanacak yazılar bırakarak 1986'da koptu hayattan.

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği. Kütahya'nın Simav ilçesinde, olabildiğinde durgun bir kasabaya doğan herhangi biri huzurlu bir konforun içinde büyür. Tezer Özlü gibilerse o konfor alanının sınırındaki alevden çite çekinmeden ve öfkeyle dokunur, o çiti kaldırmak ister. O da öyle yapmıştı:

"Öfke içinde büyüyoruz. Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu. Diğer ülkeleri aşan, batıda bir okyanusa, doğuda bir başka okyanusa varan uğultu."

O uğultuyu duymasaydı, bambaşka dünyaları hayal etmeseydi ve sonra ailesinin taşınmasıyla İstanbul'a gelmeseydi aynı Tezer olur muydu yoksa bir yolunu bulup öfkesinden aldığı güçle yeni bir yol açar mıydı bilinmez ama gelir gelmez İstanbul'a ilişkin bütün izlenimlerini sıraladığı "Çocukluğun Soğuk Geceleri"nde bu kent için "Kendi gözlerimle bakıyorum. Başka ne isteyebilirim ki?" demişti. Hayata da kendisi olarak bakabilmek bir yazar için zaten olmazsa olmaz değil midir:

"Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığım düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım."

İlk öyküleri altmış yıl önce dergilerde yayımlanmaya başladığında dili ve üslubu ile dikkat çekmişti. Sade bir dünyayı basit cümlelerle ama o yalınlığın içinde saklı karmaşayı alabildiğine yoğun bir anlatımla dile getiriyordu. Öykülerinden oluşan ilk kitabı "Eski Bahçe" 1978'de yayımlandığında Türk edebiyatı farklı bir ses kazanmıştı. Sonrası küçük bir kasabadan İstanbul'a ve Avrupa'nın kalbine yönelen yolculukta fırtınalı bir hayat oldu onun için. Beyninde yaşattığı kasırga, bedenini taşıyıp durduğu kentler ve hastaneler; aşkla dokunduğu vücutlar, ona dokunan eller… Çocukluğundan genç kızlığına, oradan yetişkinliğine uzanan bir hayat damarının hızlı kan akışı, görünür bir şekilde girdi yapıtlarına. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin'deki şu cümleler onun kelimelerle ilişkisini nasıl da ele veriyor:

"Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliğine alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır. Ya da kendine kanıtlamak için."

Yakın dostu Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplardan birinde de şunları söylüyordu:

"Düşün hiçbir kitabımız olmasaydı, iç dengemizi kesinlikle kuramazdık. Gene de kurduk sayılmaz ama taşınması olanaksız bir birikim altında kahrolurduk. Az da olsa yazılanların tek yararı iç dengeyi tutmakta."

Yaşarken üç kitabını basılı gördü. İç dengesini ne kadar kurabildi bilinmez, mektuplarına bakılırsa o dengeli halden uzak olmak onun yaratıcılığını körüklüyordu aslında. Ancak, zihnini saran bulutları aralamaya çalışırken bedeni oyun oynadı ona; onulmaz bir şekilde hastaydı. Ölümünden sonra derlenip yayınlanan yazılarından birinde şöyle diyordu, kelimelerden oluşan dünyanın ucuna çok yaklaştığını anlayarak:

"Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duygulan. Korkulan. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum."

1986'da yaşama veda etti. "Çocukluğunun Soğuk Geceleri" bitmişti; "Eski Bahçe" dağılmıştı. "Yaşamın Ucuna Yolculuk" tamamlanmıştı:

"Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda yaşamım bitti. Bilmiyorum, nerede, ne zaman. Ve işte o bittiği yerde başladı. Acının sonunda. Acı ile. Bittim, yaşamımı kapattım."

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir kitap bir kitaptan fazlasıdır

Uzak, çok uzak bir kasabada kimsenin elini sürmediği ama sizin görüp hemen aldığınız bir şiir kitabı, gününüzü nasıl bulutsuz bir göğe çevirmişti, anımsarsınız. Bir aşk romanını belki sıcak elini avcunuzda hissettiğiniz/hissetmek istediğiniz biriyle aldınız. Şu öykü kitabını yoksa o derin yalnızlık günlerinizde mi alıp okumuştunuz?

Çanakkale’de “zamana bırakmak”

Kentin çeşitli mekânlarına, salonlarına, şehrin dışındaki kimi tarihsel noktalara ve beldelere yayılan bienal, Çanakkale’nin çok renkli, neşeli, yaşamsever tarzına çok yakışıyor

Kes sesini!

Geçmişin mobilyalı devasa kutularından yayılan seslerin son tanıkları da transistörlü radyolarla dünyaya kulak kesilen benim kuşağım da araçlarının ses cihazı düğmesini çevirip istasyonlar arasında Açık Radyo belirdiğinde orada duran genç kuşak da… Hep birlikte umudumuzu koruyoruz

"
"