29 Eylül 2024

Murat Meriç’le söyleşi – II: Basit ama hayatımızda yer etmiş birçok ses kayboldu, farkında değiliz

Farklı kültürlerin, etnik grupların birlikte yaşadığı bir toplumda daha zengin bir müzik kökeni olması beklenirdi ama müzik dünyamız bu zenginlikten yeterince beslenemedi

Murat Meriç

Pop müzik araştırmacısı, yazar Murat Meriç’le söyleşimizin ikinci bölümünde sesler üzerine konuştuk ağırlıklı olarak. Ancak önce edebiyata açılmayı istedik. Edebiyatla müziğin alışverişi ne boyutta gerçekleşiyordu? Ses ve söz buluşunca hayatımıza nasıl etki ediyordu?

- Edebiyattan beslenen müzik de var. Özellikle bestelenen şiirler. Sol camiayı da popüler dinleyiciyi de etkileyen şarkılar doğuyor şiirlerin bestelenmesiyle.

Önceleri sadece Timur Selçuk vardı o alanda. Babası Münir Nurettin, Selçuk Yahya Kemal’den, Faruk Nafiz Çamlıbel’den şarkılar yapmıştı. Timur Selçuk’tan sonra Nâzım Hikmet şiirleri yeniden keşfedilince müzik bu alandan beslenmeye başladı. Ruhi Su “Bu Davet Bizim”i besteledi. Erkin Koray da bu şarkıyı alıp “Türkü” adıyla yorumladı albümünde ve çok sevildi. Sonra elbette Livaneli. 1970’lerde Ali Kocatepe, Sabahattin Ali’yi keşfetmişti. Onun bestelerini Nükhet Duru söyledi ve çok tutuldu. Hatta “Melankoli” ile Eurovision yarışmasına başvuruyorlar ama TRT beğenmeyip eliyor. Muhtemelen Sabahattin Ali adından hoşlanmıyorlar. Oya bu şarkı yılın şarkısı seçildi sonra, çok beğenildi. Ardından Ümit Yaşar Oğuzcan, Attilâ İlhan, Orhan Veli şiirleri de bestelendi. Murathan Mungan da sonraki yıllarda şiir gibi şarkı sözleri yazarak edebiyatla müziği buluşturan isim oldu.

Romanlara ve öykülere dokunan şarkılar da var. “İnce Memed” için örneğin şarkı yapılmış. Mazhar Alanson'un Sait Faik’e göndermelerle yüklü şarkısı vardır: “Sanatçının Öyküsü.” Livaneli’nin “Ada” albümüne adını veren şarkı da Sait Faik öykülerindeki kimi cümlelerin alınıp şarkı haline getirilmesiyle oluşmuştur. Bu sadece bize özgü bir durum değil, dünyada da örneği çok, özellikle Fransa’da. Sadece Jacques Prévert şiirlerinden oluşan albümler var örneğin. Yves Montand’ın bestelenmiş şiirlerden oluşan albümleri vardır. Leo Ferre’nin Aragon besteleri vardır. Nâzım Hikmet şiirlerinden oluşan albümler de vardır, Yunanistan’da, Almanya’da, Rusya’da, Fransa’da.

- Farklı kültürleri ya da etnik müzikleri bir araya getiren şarkılar da var değil mi?

Zaten pop müzik “aranjman” olarak anılırdı başlangıçta; hikâye başka dillerde yayınlanan şarkılara Türkçe söz yazmakla başladı. Yunan şarkıları buna çok iyi örnektir. Füsun Önal’ın “Senden Başka”sı Yunan şarkısıdır aslında. Onlar da bizden yararlandı. Kaynağında ortak olan anonim şarkılarımız da var Yunanlılarla ve bundan her iki ülkenin şarkıcıları beslendi. Bir de Enrico Macias var, Cezayir asıllı Fransız. Akdeniz müziği yapıyor, bize çok yakın bir kültür. Moustaki de Charles Aznavour da öyle. Bunlardan yararlanılmış.

Murat Meriç

- Etnik müzik deyince kendi içimizdeki farklı etnisitelerin müziğini de göz ardı edemeyiz değil mi?

Farklı kültürlerin, etnik grupların birlikte yaşadığı bir toplumda daha zengin bir müzik kökeni olması beklenirdi ama müzik dünyamız bu zenginlikten yeterince beslenemedi. Bu noktada Zuğaşi Berepe’den söz etmemiz gerek. Lazca rock müzik yapan bu grup önemlidir. Kâzım Koyuncu da oradan çıktı ve Lazca türkülerle fırtına gibi esti. Fuat Saka’nın da yurtdışından dönmesiyle zenginleşti bu alan. Ancak Kürtçe için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Bu dildeki şarkılar bütün dünyada sevilirken, bizde yasaklanıyordu ya da ulaşılması zor, dar bir alanda kalıyordu. Aynur örneğin, konser vermek istediğinde sorun oluyor. Biliyorsunuz Aynur, Açıkhava Tiyatrosu konserinde saldırıya uğradı, bir başka konserde Kürtçe şarkı söylemeye başladığında yuhalandı; şimdi Türkiye’de yaşamıyor. Oysa Kürtçe müzik açısından çok köklü ve zengin bir kaynak. Koma Denge Azadi, Koma Çiya, Koma Amed, Agire Jiyan önemlidir. İbrahim Tatlıses’in söylediği birçok türkü Kürtçeden geliyor aslında.

- Senin bu alanlarda yazılmış ve çok ilgi görmüş kitapların da var. “100 Şarkıda Memleket Tarihi” adlı kitaptan çok yararlanmışımdır ben. Şarkılar üzerinden ülkeyi tanımak için iyi bir yön levhası gibidir. Diyorsun ki bu kitapta “Tarih, okulda en uzak durduğum ders. Hayatımdaki tek bütünlemem, lise sonda girdiğim tarih bütünlemesi. Bugün 'tarihçi' olarak anılıyor olmam, oldukça ironik bir durum. Bize öğretilen 'tarih', tanıklıklarda rastladığımız gibi değil. Tarihi şarkılarla bütünlemek, geçmişin izlerini şarkılarda sürmek, heyecanlı. Elinizde tuttuğunuz kitapta, bu heyecanı sizlerle paylaşıyorum. Kitap, kendini anlatıyor. Özeti şu: Memlekette ve dünyada olan biten üzerine yazılmış şarkılar var burada.” Nasıl doğdu bu ilginç kitap?

Yıllardır bu adla seminerler veriyordum. Okan Üniversitesi’nde bir derse katılıp bu konuda konuşmuştum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde cumhuriyet tarihini şarkılarla anlatan bir ders verdim. Aslında bir kitap projem vardı. Metin Solmaz, Ağaçkakan Yayınevi’ni kurunca orada kitaba dönüştü bu proje. Dünya Kitap Ödülü’nü aldı bu çalışma. Ondan önce "Pop Dedik" yayınlanmıştı, orada pop müziğin ülkemizdeki tarihine baktık. 

- "Hayat Dudaklarda Mey”, üçüncü kitabın. Tanıtımında “Çilingir sofrasında dinlenecek şarkı önerileri ve bu şarkıların anason kokulu hikâyelerinden oluşuyor. Kitabın okuru, büyük çilingirin bir parçası olarak masada yerini alıyor. Murat Meriç, hikâyelerini, muhabbet esnasında arkadaşlarına anlatır gibi anlatıyor” deniyor. Gerçekten de öyle. Sözünü ettiğiniz şarkıları mutlaka dinlemek istiyor insan okurken. Yeni bir kitap projesi var mı yakın zamanlarda?

Bugüne kadar şairler, şiirler, bestelenmiş şiirler üzerine çok yazdım, BirGün’de, Gazete Duvar’da. Bu konuda bir kitap olur mu bilmiyorum, henüz düşünce aşamasında. Bugüne kadar yaptığım söyleşiler var, onları da değerlendirmek istiyorum.

Belgesel plakçılığı diye bir şey var. Bizde çok örneği yok ama dünyada yaygın. Bizimle ilgili sesleri de çoğunlukla başkaları toplamış. 1950’lerin sonunda bir Amerikalı İstanbul’a gelmiş, bir sürü ses kaydetmiş ve bunları plak olarak yayınlamışlar

- Koleksiyonculuğuna da değinmek isterim. Doğru bir tanım mı bilmiyorum, yanlışsa lütfen düzelt, bir "ses koleksiyoneri"sin sen aynı zamanda...

Sesler topluyorum, bu doğru. Ses plakları yani. Dünyadaki seslerin kaybolmaması için uğraşıyorum. Basit ama hayatımızda yer etmiş birçok ses kayboldu, farkında değiliz. Mesela İstanbullular için akbil sesi vardır, hani cihaza dokundurduğumuzda çıkan ses. O işte hayatımızdan çıktı, kimse hatırlamıyor. Bu tür sesleri biriktirmeyi seviyorum. Belgesel plakçılığı diye bir şey var. Bizde çok örneği yok ama dünyada yaygın. Bizimle ilgili sesleri de çoğunlukla başkaları toplamış. 1950’lerin sonunda bir Amerikalı İstanbul’a gelmiş, bir sürü ses kaydetmiş ve bunları plak olarak yayınlamışlar. Bir başka örnek, “Trains in Turkey.” Türkiye’de farklı hatlarda çalışan trenlerin seslerini kaydetmişler. Ankara Garı’nın da sesi var. 1972’de, çok ilginç. İnsan sesleri, anonslar filan. Biz ülke olarak sese gereken değeri vermiyoruz. Örneğin, yakın zamanı de düşünün, 1978’de TİP Şili Halkıyla Dayanışma Gecesi düzenleyip bunu plak olarak yayınlamasaydı biz Behice Boran’ın sesini de duymayacaktık. Daha önceleri Çetin Altan’ın, Yaşar Kemal’in seslerini de TÜSTAV yayınladı. Sonra bazı maç plakları var. Atatürk’ün bazı konuşmaları da yurtdışında tek yüzlü plak yapılmış, radyolar için. Bir başka plak Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu.” New York’ta canlı konserde kaydedilmiş. Orkestrayı Leopold Stokowski yönetiyor, yıl 1958. Bu plak çok çok az üretilmiş. Bunlar az ama önemli örnekler.

- Müzikli söyleşiler kavramını da genç kuşağa sen kazandırdın diyebiliriz. Farklı bir konsept seninki. Hem anlatıyorsun hem gösteriyorsun hem plakları çalıyorsun. Nasıl başladı bu etkinlikler dizisi?

Radyo ya da televizyon programının canlısı diyelim biz buna. Yavuz Aydar yapardı eskiden. Ankara’da bir mağazanın en üst katında bu tür söyleşiler yapılırdı. Hatta Cem Karaca’yı ilk kez orada, o söyleşilerden birinde dinlemiştim. Yıl 1989... Bu tür söyleşilerimin kaynağı o günlerdir. Ankara’da yine Mimarlar Odası’nın üst katında yapmıştık ilkin, çok kalabalıktı, şaşırmıştım. Şimdi sadece söyleşi ve plak değil, görüntüleri de kullanıyorum, hikâyeyi anlatıyorum. 70’lerden başlayıp 90'lara ilerliyoruz. Gençlerin de ilgisini çekiyor.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

Hürriyet Partisi’nin kuruluşundan 70 yıl sonra, bu iyi niyetli, umutlu girişimin nasıl kösteklendiğini, politikayı yalnızca partilerinin varlığı ile özdeşleştirenlerin bu heyecanı nasıl boğduğunu okuyunca ve günümüze bakınca benim oğlum bina okur, döner döner yine okur demekten başka ne gelir elden?

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

"
"