28 Temmuz 2024

Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya

Yeni yüzyılda artık otoyollarımız var, havaalanlarımız var, hızlı trenimiz bile var; yaşamın hızına uygun şekilde gidip geliyoruz. Yolculuk kavramı ne yürek sızısıyla tanımlanıyor, ne de İstanbul'dan Anadolu'ya giderken "ayrılık acısı" tanımı yapılıyor. Zaten gurbet de yok ki artık gönlümüzde duyalım

Havaalanları, otogarlar, istasyonlar, yollar ne kadar kalabalık farkında mısınız? Her şeye rağmen fırsatını bulur bulmaz yollara düşmeyi seven bir halk olduk. Oysa eskiden aile büyüklerinin türlü türlü hikâyesi olurdu da yolculuk maceraları pek olmazdı, başka kentlere ilişkin anıları neredeyse hiç yoktu. Zülfü Livaneli'nin "Bozkırda bir kasabadan geçerken / tozlu yolda iki sıralı kahveler / öyle sakin kıpırtısız / otobüsü süzerler / doğdukları yerde ölenler" dediği türden bir hayattı yaşanan.

Anadolu'da hâl böyleyken İstanbul, İzmir gibi yerler elbette bambaşka şeyler yaşıyordu. Ama İstanbullular için "seyahat" kavramının yönü hiçbir zaman Anadolu'ya dönük olmamıştı. Çatalca, Kumburgaz, en fazla Yalova, Bursa zaten yeterince uzaktı. Hem madem tatil yapılıp dinlenilecek, yolu, suyu, konforu olmayan Anadolu kasabalarına niçin gidilsin ki! Zaten gidilemezdi de; gitmeye kalktın mı yollarda perişan olur kalırdın. Sabahattin Ali'nin Ses öyküsünü anımsayın, şöyle diyordu:

"Bizi Beyşehir'den Konya'ya götüren kamyon Barsak deresi dedikleri bir boğazda sakatlandı. Şoför ve muavini motör kapaklarını açtılar. Oturdukları minderi kaldırıp onun altından çıkardıkları bir sürü alet ve edavatı ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir başladı. Bazan her ikisi makinenin altına sürünüp arka üstü yatıyorlar ve elleriyle motörün alt kısmını kurcalıyorlar, bazan da biri şoför mahallinde gaza basıyor ve motörü işletiyor ve diğeri bu esnada porselen başlıklı bir takım memeleri yerlerinden oynatıyordu. İkindi güneşi altında kamyonun muşamba kaplı karoserisi tahammül edilemeyecek bir hâl almıştı. Yolcular birer birer atlayıp dağıldılar. Bir kısmı merakla şoförü seyrediyor ve o dinlenmek için motörden biraz başını kaldırıp duracak olsa 'Bitti mi?' diye heyecanla soruyordu."

Reşat Nuri Güntekin de Anadolu Notları'nda öyle bir panorama çizer ki gitmek isteyeni de vazgeçirecek niteliktedir. Öncelikle ıssız bir dünyadır Anadolu:

"Bazı tenha bir istasyonda saatlerce tren, bazı güneşle beraber uyumuş bir küçük kasabanın otelinde uyku beklerim. Fazla bir yağmur yahut kar fırtınası beni bir iki gün, bir köye hapsederse, arayıp soranım bulunmaz. Gün olur ki bomboş bir ovanın ortasında otomobil bozulur; şoför, yoldan geçen kamyonlardan pompa, tel, meşin ve lastik parçaları tedarik edip makine veya tekerleğini tamir edinceye kadar etrafta dolaşırım."

İnsanlarla karşılaşsa da bildiği, tanıdığı bir dünyanın insanı değildir onlar:

"Bir kasabada on iki dükkân varsa mutlaka bunun dördü, beşi kahvedir. Memlekette ne kadar tembel, işsiz, serseri varsa buralara dolar. Pislik burada, kumar burada, kavga, dedikodu, hasılı ne kadar istemediğiniz şey varsa buradadır."

En iyisi İstanbul'dan ayrılmamaktı bu yüzden; zaten "bir sengine yekpare acem mülkünün feda edildiği" İstanbul'dan uzağa gitmek bir ayrılık acısı gibi hissedilirdi.. Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları şiirinde, Anadolu insanını överken bile, İstanbul'dan Anadolu'ya gitmek zorunda kalışını "yüreğinin yanması" olarak tanımlamamış mıydı:

"Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya/ Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya/ İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık/ Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık"

İlle de gidilecekse belki en fazla devasa yolcu gemileriyle Karadeniz ya da Ege hattında yolculuğa çıkılırdı ki bu da bir zaruretten ibaretti; "memlekete vasıl olmak" içindi! Özellikle Karadeniz hattı çok canlıydı çünkü Ege'ye karayoluyla ulaşmak mümkündü ama Karadeniz tarih boyunca yalnızca denizden izin vermişti ulaşıma. Gülcemal, Gülnihal, Mustafa Reşit Paşa ve Mahmut Şevket Paşa adlı gemiler Cumhuriyet'ten önce Karadeniz'de boy göstermişlerdi. Bunlar denizde kuğu gibi süzülürler, meraklı, heyecanlı bekleyişlere inat ağır ağır şehirlerin açığına demir atarlardı. Yolcuların küçük bir bölümü birinci mevki yolcusu olurdu. Ambar ve güverte bileti ise günlerce sürecek güçlük demekti. Güvertede yazsa güneşten yanarak, kışsa yağmuru karı yiyerek bir haftayı bulan yolculuk tam bir eziyete dönüşürdü. Ambarda ise pis ve boğucu hava eşliğinde yüklerin arasında gidilirdi. Tahta sıralarda ve 40-50 kişilik ranzaların olduğu büyük kamaralarda geçerdi yolculuk. Cumhuriyet'le birlikte Ege, İzmir, Ankara adlı gemiler de bu sularda yüzer olmuştu. Bunları Ordu, Giresun ve Trabzon adını taşıyan üç gemi izledi yıllar içinde. Birinci mevkide geniş yuvarlak masalarda poker, bezik oynanır, orkestranın ya da radyonun çaldığı müziklerle dans edilir, amerikanbarda viski ya da bira yudumlanırdı. Başka bir deyişle, Anadolu kıyılarının küçük kentlerine, kasabalarına gidiliyor olsa da İstanbul yaşanır, yaşatılırdı. 

Sonra hayat hızlı aktı. 1950'lerde halkın "Menderes'in develeri" dediği greyderler, dozerler dağı taşı delerek yollar açtı. Eski püskü de olsa, yolda da kalsa tıknefes Magiruslar, kamyondan bozma Fordlar Anadolu'yu İstanbul'a yakın etti. 1960'ları 70'lere bağlayan yıllar ise Reşat Nuri'nin, Sabahattin Ali'nin, Refik Halit Karay'ın, Nahid Sırrı Örik'in kasabalarını otobüslerle, trenlerle getirip İstanbul'un dibine bırakıverdi. Bu dönemi de "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adlı yapıtında ne güzel anlatır Ayfer Tunç:

"Ülkenin bir ucundan öbür ucuna gitmek için otobüs vardı, ama kıttı, sefer sayısı çok azdı, üstelik pahalıydı da. Oysa trenler çok ucuzdu. Ama yolculuk çok uzun sürerdi. İstanbul'dan Kars'a en az üç günde gidilir, trende yatılıp kalkılır, diğer yolcularla ahbap olunur, yolluklar birleştirilir, büyük istasyonlarda tren durduğunda inilir, istasyon çeşmelerinden şişelere su doldurulurdu (…) Küçük şehirlerin otobüs garajları Topkapı'nın birer minyatür modeliydiler. Hepsinde birkaç ucuz çorbacı veya lokanta, bir-iki kahvehane, bolca seyyar satıcı, insanı canından bezdiren değnekçiler ve otobüs firmalarının yazıhaneleri bulunurdu. İlçelere giden minibüslerin üstüne bile bagaj yerleştirilirdi. O yıllarda özellikle ilçelere giden minibüsler saatinde değil, dolunca kalkardı. Öyle her yarım saatte bir sefer yoktu. Bir saatlik ilçelere bile günde en fazla iki-üç sefer yapılırdı."

Yeni yüzyılda artık otoyollarımız var, havaalanlarımız var, hızlı trenimiz bile var; yaşamın hızına uygun şekilde gidip geliyoruz. Yolculuk kavramı ne yürek sızısıyla tanımlanıyor, ne de İstanbul'dan Anadolu'ya giderken "ayrılık acısı" tanımı yapılıyor. Zaten gurbet de yok ki artık gönlümüzde duyalım.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

Duvarları günler, aylar ve yıllarla örülmüş bir zaman hapishanesindeyiz

Sözcükler üzerinden bir hayatı analiz etmek mümkün olabilirdi ya da zaman kavramının içinde nasıl tutsak olduğumuzu apaçık görebilirdik. Herhalde belli bir yaşa kadar gelecek zamanla çekilmiş cümleler ağırlıklı olurdu; umutlu, arzulu, hayallerin pırıltısını taşıyan sözcüklerle dolu olurdu günler

"
"