14 Ocak 2024

7. Senfoni'yi dinleme zamanıdır

Şehrin çatılarından sokaklara, heykellerinden meydanlarına, insansız kalmış evlerden yıkıntılara, aç çocukların büyüyen gözlerinden kederli annelerin titreyen ellerine, cephede silahına sarılmış nöbetteki askerlerden evlerinde geleceğe umut biriktiren sevgililere, geçmişteki savaşları da yaşamış yaşlılardan genç evlilere; her yerden, her şeyden ve herkesten bir duygu alarak Almanlara ulaşıyordu melodiler

Anadolu'ya kış geldi… Seksen üç yıl önce de şu günler, Doğu Avrupa, tarihinin en sert kışlarından birini yaşıyordu. Isıölçerler eksi kırkları gösteriyordu. Dondurucu soğuk dalgaları, adı Leningrad olarak değiştirilmiş olan Petersburg'u da sarmış, şehir neredeyse buzdan bir heykele dönmüştü. Daha da kötüsü Hitler'in aç kurt gibi saldıran orduları şehrin önlerindeydi. Su kaynakları zehirleniyor, yiyecek depoları bombalanıyor, sıkı bir kuşatma ile üç milyon Petersburglunun soğuktan ve açlıktan pes ederek teslim olması bekleniyordu. Petersburg düşerse Sovyetler düşecekti. Kentte hayat tükenmek üzereydi. Açlıktan ölenler sokaklarda donuyor, bir parça ekmek bulabilen kendini şanslı sayıyordu. Kadınlar her yerde, her zaman olduğu gibi direnişin öncüsü haline gelmişlerdi. Hayatı sürdürme görevlerini büyük bir özveriyle yerine getirirken aynı zamanda ellerinde kazma kürek, önce buzları kırıyor, sonra donmuş toprağı eşerek siper kazıyorlar ve askerlere direniş noktaları hazırlıyorlardı. Değerli parçalarıyla ünlü Hermitage Müzesi boşaltılmış, sanatçıların, akademisyenlerin, bilim insanlarının şehri terk etmesi emri gelmişti Moskova'dan. Bu emri reddedenler de vardı. Onlardan biri de zaten rejimle başı pek hoş olmayan besteci Dmitri Şostakoviç'ti. "Hayır" demişti, "gitmeyeceğim, doğduğum şehri elimden gelen her şeyle savunacağım." Sovyet rejimiyle ilişkisi sorunluydu; kimi eserleri "Sovyet anlayışına aykırı" bulunuyor, eleştiriliyordu. Oysa o hayatın müziğini kalbinde ve zihninde nasıl işitiyorsa, kurgulayıp öyle yansıtıyordu, bütün gerçek sanatçılar gibi.

Dmitri Şostakoviç, aslında cephede savaşmak istiyordu ama göz rahatsızlığı nedeniyle orduya kabul edilmeyince asıl mesleğinin çok dışında, itfaiyeci takımında görev aldı, arada siper kazmaya yardım etti. Ancak o olağanüstü yeteneği ve hayal gücü ile her ne yaparsa farklı sesleri işitiyor, onları alıyor ve zihninde yoğuruyordu. Açlıktan ağlayan bebeklerin sesi, annelerin hıçkırıkları, buz tutmuş toprağa çarpan kazmaların sesi, kar tanelerinin dinginliğini dağıtan mermi vızıltıları, soluk soluğa kaçışan insanların nefesleri, direniş şarkıları, ölüme meydan okuyan şiirlerin hüzünlü sesleri, korkuyu yenmek için el ele göz göze nöbet tutan ve hayatı da savunarak öpüşmekten, sevişmekten geri kalmayan âşıkların arzu dolu fısıltıları… Her şey birer nota, melodi olarak yansıyordu Şostakoviç'e. Acaba bu büyük direniş anlatılabilir miydi müzikle? Birilerine sorsa anlamsız bulabilirlerdi, şimdi zamanı mıydı? Kim bilir, belki içinden "evet şimdi tam zamanı" demiştir, şehrin bütün seslerini zihninde yoğururken. Zaten kuşatmadan önce de bu güzelim şehre bir senfonik eser armağan etme fikri vardı ve yazmaya da başlamıştı.

Kar, şehri buzdan bir bulut gibi içine çekerken, puslanmış penceresinin önünde, gerçekdışı görüntüler gibi izliyordu sokağı… Patlayan bombalardan kaçan insanları, çığlık çığlığa çocukları gördüğünde ikinci bölümün notaları belleğine düşmeye başlamıştı bile. İlk bölümde çocukluğundaki mutlu yaşam, halkın geleceğe duyduğu güveni notalara döktü. Gelecek, geçmişin güzelliğiyle kurulacaktı. Sokaktan geçen askerlerin buharlaşıp havada donan nefeslerini kemanlara, silahların şakırtılarını nefesli çalgılara, adım adım ölüme giden askerleri hüzünle seyredenlerin hissettiklerini flütün ve klarnetlerin yüreğe işleyen sesine notalamaya başlayan Şostakoviç aynı zamanda büyük bir hayal de kurmaktaydı: Dramatik olayların içinden damıttığı ve adım adım yazdığı senfoni bütün şehirde yankılansa, halkın direnişine katkıda bulunabilir mi? O kış eserini yazdı. "Leningrad Senfonisi" adını verdiği ama sonradan 7. Senfoni olarak anılacak olan eser, coşkulu, umut dolu ve giderek yükselen, dinleyenleri heyecanlandıran melodiler dizisiyle bittiğinde, Petersburg çatılarına mart ayının solgun güneşi de vurmaya başlamıştı. Eser bitmişti ama kent de adım adım tükenişe doğru ilerlemekteydi. Eser, kendisinin ve ailesinin gönderildiği Samarra'da ve Moskova'da seslendirildi. Ancak Şostakoviç'in hayali başkaydı; o Petersburg halkının direniş ruhuna seslenmek istiyordu. Ancak kentte faaliyette olan Leningrad Radyo Senfoni Orkestrası'nın birçok elemanı ya savaşta ya da açlıktan ölmüş, kimi üyeleri de şehri terk etmişti. Geriye on beş elemanı kalmıştı orkestranın. Onları toparladı Şostakoviç, amatör müzisyenleri de göreve çağırdı. Orkestrada mutlaka olması gereken birkaç elemanı da cepheden özel izinle getirttiler. Orkestra şefi de hastanede yatmaktaydı, tedavisine ara verip göreve koştu. Orkestra çalışmaya başlamıştı ama büyük bir sorun vardı: Müzisyenler provalarda açlıktan bayılmaktaydılar. Hatta üç müzisyen provalar sırasında açlıktan öldü. Kalanların üstü başı perişandı; onların da ailelerinden insanlar ya cephede ya açlıktan ölmekte, bütün bunlar Şostakoviç'in hayalini imkânsız kılmaktaydı. Ama faşizme karşı yurdunu savunma azmi, senfoninin notalarından müzisyenlerin ruhuna işlemişti bir kere; vazgeçmeyeceklerdi.

Provalar sürerken, Hitler de bir türlü ele geçiremediği Petersburg için iyiden iyiye hırslanmıştı. Berlin'de, savaş karargâhında bir plan yapıldı: Son darbe 9 Ağustos 1942'de vurulacak ve o gün şehir ele geçirilecekti! Şostakoviç de hayalini o gün gerçekleştirmek istiyordu. Orkestranın şefi Karl Eliasberg de eserin seslendirmesini o güne yetiştirmeye söz vermişti. Hemen hazırlıklara başlandı; şehrin bütün meydanlarına, caddelerine ve cephe hattına hoparlör düzeni kuruldu. 9 Ağustos sabahı orkestra yerini aldı. Sovyet ordusu, orkestranın sesinin kesilmemesi için bir anda yoğun bir bombardımana başlayarak Alman cephesini susturdu. Önce, orkestra şefinin ses kaydı yayınlandı hoparlörlerden:

"Yoldaşlar! Şehrimizin kültüründe yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç'in Yedinci Senfoni'sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad'a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır. Faşist domuzların bütün Avrupa'yı bombaladığı ve Avrupa'nın da Leningrad'ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz yoldaşlar!"

Derin bir sessizliğin hemen ardından bir anda başladı müzik. Şehrin çatılarından sokaklara, heykellerinden meydanlarına, insansız kalmış evlerden yıkıntılara, aç çocukların büyüyen gözlerinden kederli annelerin titreyen ellerine, cephede silahına sarılmış nöbetteki askerlerden evlerinde geleceğe umut biriktiren sevgililere, geçmişteki savaşları da yaşamış yaşlılardan genç evlilere; her yerden, her şeyden ve herkesten bir duygu alarak Almanlara ulaşıyordu melodiler. Olağanüstü bir andı. Silahlar susmuştur ama asıl büyük silah her yeri kuşatmıştır: barış umudu! Petersburg halkı gözyaşları içinde izlemekteydi orkestrayı. Yorgunluktan, uykusuzluktan, açlıktan bayılan orkestra üyelerine seslenerek güç veriyordu izleyenler. Son enstrüman da sustuğunda Petersburg halkı gözyaşlarıyla, tam bir saat sürecek çılgınca alkışlarıyla kutsadı orkestrayı. Bir köşede eserini dinleyen Şostakoviç neler hissediyordu bilemiyoruz ama hayalinin hakikate dönüşmesinin sonuçlarını çok merak ettiğini tahmin edebiliriz. O merakını kısa sürede giderecektir: Almanların morali fena halde bozulur! Şehri ele geçireceklerini düşündükleri gün, bir senfonik eserle tarihe geçecek, olağanüstü bir direniş ruhu sarmıştır cepheyi; sanat faşizmi alt etmiştir! Olayın Alman cephesinden tanıklarından bazıları yıllar sonra "O gün kahramanlar senfonisini dinliyorduk ve sizi yenemeyeceğimizi anlamıştık" diyeceklerdi.

Sanat, eğer direnişin ezgilerini, inancın dizelerini, umudun romanlarını, barışın oyunlarını ve filmlerini içinde taşıyorsa, mutluluk arzusunun renklerini ve desenlerini barındırıyorsa faşizm her zaman yenilmeye mahkûmdur. Yüzyıllardır direniş umudunu yitirmeyen her yerde olduğu gibi, şimdilerde Filistin'de olduğu gibi. Kara kışın Anadolu'yu sardığı şu günler, 7. Senfoni dinlenmez mi?

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

Yazarın Diğer Yazıları

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa, 30 Ağustos'ta

30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti

"Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz"

Alevlerin kıyısında endişeyle beklediğimiz o akşam, yangına en yakın noktaya gelip Instagram paylaşımları için malzeme devşirenler ve selfie çekenler bir çağ yangınının bütün toplumu sardığının da belgesiydiler. Tıpkı Bozcaada feribotunda itfaiyeye ver vermek istemeyenler gibi...

“Sana büyük bir sır söyleyeceğim”

Hayatımızı içeriden ve dışarıdan çevreleyen bütün zamanlardan kurtuluşumuz ve özgürleşmemiz için en heyecan verici gereç belki de edebiyattır

"
"