01 Eylül 2024

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa, 30 Ağustos'ta

30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti

30 Ağustos Zafer Bayramı diye adlandırılan ama aslında 26 Ağustos olarak işaretlenmesi gereken gün, bir zafer olmanın ötesinde anlamlar ifade eder. Okulların tatil olması nedeniyle sadece askeri törenlerle kutlanan ve belki bu nedenle geniş kitlelerce içselleştirilemeyen bu ulusal gün, gerçekte bir dönemin bitip yeni bir hayatın başladığının yıldönümüdür. Biz toplumca hamaseti çok sevdiğimiz için kapanan ve açılan dönemler üzerine düşünmeyi gereksiz sayarız. Doğrusu, ulusal bayramlar bizde biraz söylev demektir biraz da şiir. Kürsüye çıkan herkes, önceki seneden kalan notlarına bakarak, bir iki değiştirmeyle aynı metni kullanır. Sıfatlar, benzetmeler memleketin her yerinde tıpatıp aynıdır. Ardından şiirler okunur. Hamasi şiirler. Ne kadar yüksek çıkarsa ses o kadar iyidir! Aynı şiirler döne dolaşa okunduktan sonra tören biter; görev yerine getirilmiştir. Uygun adım dağılınır. Okul müdürleri, eğitim müdürleri, kaymakamlar, valiler beyaz mendilleriyle terlerini silerek bir oh çekerler, hatasız bitmiştir bu yılki tören de. Aynı davranışları ve sözleri yineleye yineleye çocuklara, gençlere bunun anlaşılması gereken bir gün, hissedilmesi gereken bir ruh değil de mecburen yapılması gereken, yasayla emredilen bir görev olduğunu öğretmiş olduk. Onlar büyüyünce de aynısını uyguladılar. Böyle böyle içini boşalttık ulusal günlerin.

Şimdi aynı davranış biçimi sosyal medyada sürüyor. Alanın kısıtlılığı da etken ama yetişme dönemlerinin öğrenilmiş alışkanlığı da var: Aman kaçırmayalım, unutmayalım, yazalım bir şeyler! Bu yıl Zafer Bayramı yıldönümünde daha bir yoğunlaştı bu tutum. Tek fark geçmişte resmi törenlerde el sürülemeyen, zinhar uzak durulması gereken ustanın dizelerinin artık bolca kullanıyor olması. Nâzım Hikmet'in Kuvayi Milliye Destanı'nın "Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu…" diye başlayan bölümünü alıp heybetli bir atın üstüne de yaldızlı bir Başkomutan resmi ekleyince 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları tamamlanmış oluyor!

O görkemli destan, evet, Büyük Taarruz'u coşkuyla, bir çağlayandan dökülürcesine anlatır, o günün ruhunu yansıtır, hakkını teslim etmek gerekir ama Kambur Kerim'i, Arhaveli İsmail'i, Manastırlı Hamdi Efendi'yi, Şoför Ahmet'i, Ali Onbaşı'yı, Deli Erzurumlu'yu, Mehmet Ali Osman'ı, İbrahim'i, Mülazım Hasan'ı, sarışın bir kurda benzeyen Mustafa Kemal'in hemen yanına koymazsak; "nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel ve rahat günlere inanan şayak kalpaklı" Nurettin Eşfak, onun beş adım sağında olmasa, "yanık ve ihtiyar bir bayır olan Kocatepe" bu kadar tarihsel olabilir miydi? Çünkü "korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır." Balkan Savaşları'ndan beri yenile yenile her şeyini yitiren, ruhu ezilen, benliği zedelenen, gençlerini toprağa gömen ve acıyla öylece duranlardır onlar. "İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlayacak" gibi duran Mustafa Kemal'in avcuna son ümidini koyduğu için ve Mustafa Kemal o ümidin değerini bildiği için anlam kazandı Kocatepe'den İzmir'e açılan yol. O ümit, Türkçe öğretmeni Nurettin Eşfak'ın söylediklerinde parlayacaktı sonraki yıllarda:

- Bizim İstiklâl Marşı'nda aksayan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam,

Âkif, inanmış adam,

fakat onun, ben,

inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın :

 «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»

Hayır,

gelecek günler için

gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz

 vaadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum

 zaferden sonrasına dair.

«Kim bilir belki yarın...»

Kurtuluş Savaşı deyince, aynı destanın "Ayın altında kağnılar gidiyordu" diye başlayan bölümü de en çok kullanılanlardan. Ruhi Su'nun plaklarda, kasetlerde çınlayan olağanüstü sesiyle kalplere işlenen, duyguları ayaklandıran ama resmi törenlerde okunamayan, seslendirilemeyen bestesinin yerine, 110 yıl önce bir 26 Ağustos'ta dünyaya gözlerini açan Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri hoparlörlerden kasabaların sokaklarına yayılıyordu. Benim kuşağımın ezberindedir "Mustafa Kemal'in Kağnısı" şiiri. Genellikle düet yapılırdı; saçları at kuyruğu örgülü bir kız çocuğuyla, üç numara traşlı bir erkek çocuğu kürsüde heyecandan titreyen sesleriyle haykırırlardı:

Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.

Mustafa Kemal'in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.

Aslında, 30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti. Asıl büyük hikâyat budur.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Semboller dünyasına hoş geldiniz!

Aklımızdakini ya da niyetimizi dile getiremediğimiz zamanlarda ve ortamlarda duygusal paradigmaların üzerine semboller inşa ederiz. Duygusal refleksleri düşünsel davranışlardan önde gelen bizim gibi toplumlar ve böyle toplumlarda egemenliğe sahip olanlar için semboller çok işlevseldir

"Neden yazılır: Dünya acılı olduğu için yazılır"

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği

"Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz"

Alevlerin kıyısında endişeyle beklediğimiz o akşam, yangına en yakın noktaya gelip Instagram paylaşımları için malzeme devşirenler ve selfie çekenler bir çağ yangınının bütün toplumu sardığının da belgesiydiler. Tıpkı Bozcaada feribotunda itfaiyeye ver vermek istemeyenler gibi...

"
"