03 Kasım 2024

Bir kitap bir kitaptan fazlasıdır

Uzak, çok uzak bir kasabada kimsenin elini sürmediği ama sizin görüp hemen aldığınız bir şiir kitabı, gününüzü nasıl bulutsuz bir göğe çevirmişti, anımsarsınız. Bir aşk romanını belki sıcak elini avcunuzda hissettiğiniz/hissetmek istediğiniz biriyle aldınız. Şu öykü kitabını yoksa o derin yalnızlık günlerinizde mi alıp okumuştunuz?

Herkes için aynı mıdır, bilmiyorum ama kütüphanemden uzun süre ayrı kaldığımda içimde belli belirsiz bir huzursuzluk baş gösterir. Bir yanım eksilmiş de bunu kimselere gösteremiyormuşum gibi; birileri bir şey soracak da yanıtlayamayacakmışım gibi; öykü kitaplarındaki kelimeler, cümleler oraya buraya dağılmış da bir gören olsa beni ayıplayacakmış gibi; romanların kahramanları raflarda tutsak kalmışlar da birbirlerine beni şikâyet ediyorlarmış gibi bir his… Çalışma odama kavuştuğumda, belleğini yitirip sonra her şeyi yeniden hatırlamaya çalışan biri gibi önce kitaplığımı hızlıca gözden geçiririm: A evet şu da vardı, bu kitabı neden ortada bırakmışım, buna niçin işaret koymuşum? Yanıtı belirsiz sorularla rafları elden geçirmeye dönüşür ilk saatler. Bazen bir anda bir kitap ilişiverir gözüme; ah, bunu unutmuşum ben!

Epey önce kitaplıkların tozlu raflarından söz etmiştim. O tozlu raflarda dizili kitaplar bambaşka şeyler de fısıldarlar. Çünkü hiçbir kitaplık gerçekte nesne olarak sadece kitaplardan oluşmaz; yalnızca o kitapların anlattıklarıyla yetinmez. O raflarda kıvrılmış sayfaları, çizilmiş satırları, okunurken taşına taşına kimi yerlerinden kırılmış kapakları ile öylece unutuluvermiş halde durur gibidirler. Uzak köşede, elimizin uzanamadığı bir yerde... Sonra bir gün merak eder, uzanır ve dokunursunuz; bu kitabı ne zaman, niçin, nerede almıştım? Okurken ne düşünmüştüm? Kiminle paylaşmıştım? Bu ve benzeri sorular aslında hemen her kitap için geçerlidir.

Kapağını açar bakarsınız ki bir tarih atılmış ilk sayfanın bir köşesine. Acaba ne olmuştu o tarihte? Bazen farklı bir el yazısı görürsünüz; kim yazmış, bana armağan mı etmiş? Neden yazma gereği duymuş o tarihi? O gün ne yaşanmıştı? Eğer yaşınız gereği usul usul gelişen, yıllara yayılmış bir kitaplık önündeyseniz sorular ve zaman içinde silinmiş görüntüler üşüşmeye başlar insanın belleğine. Öyle ki elinizdeki bir romansa örneğin; önce o romanın karakterleri ve konusu değil; bir nesne olarak kitabı elinize aldığınız gün, o günün duyguları, o günü çevreleyen insanlar ve olaylar belirmeye başlar.

İlk sayfasını okumaya başladığınız ya da bitirdiğiniz gündeki yer, ortam ve duygular gelir, belleğinizin baş köşesine yerleşir. Roman kendi içinde size ait bambaşka bir olay örgüsü oluşturmuştur sanki zaman geçtikçe. Belki üzgündünüz ve kendinizi bir kitapçıya atıp avunmak istediniz, belki çok sıkılmıştınız da ışıklı bir kitabevi vitrinine bakarken ferahlamak isteyip o kitabı gördünüz ve hemen satın aldınız. Uzak, çok uzak bir kasabada kimsenin elini sürmediği ama sizin görüp hemen aldığınız bir şiir kitabı, gününüzü nasıl bulutsuz bir göğe çevirmişti, anımsarsınız.

Bir aşk romanını belki sıcak elini avcunuzda hissettiğiniz/hissetmek istediğiniz biriyle aldınız. Şu öykü kitabını yoksa o derin yalnızlık günlerinizde mi alıp okumuştunuz? Okunmadan, çizilmeden tertemiz duran bu kitabı aldığınız gün neler olmuştu da öylece bırakmıştınız? Ya şu imzalı kitap? Yazarıyla tanışıyor muydunuz ki öyle samimi cümlelerle imzalamış? Belki şuradaki kitabın yazılış sürecine de tanıksınız. Kimi yazarlar, şairler yıllar sonra bile kitabını elinize aldığınızda size gülümseyebilir.

O zaman dilimi anıların puslu bölgesinden usulca sıyrılır, kitabın o kırılmış karton kapağından, kıvrılmış sayfasından, içinden kayıp yere düşen not kâğıdından, kurşun kalemle çizilmiş satırlarından, yazarının imzasından bin bir duygu sökün edip gelir; tıpkı romanın, öykülerin ardı ardına akan cümleleri gibi. Bütün bunlardan sonra kitabın içine girebilirsiniz. Romansa, öyküyse yeniden buluşursunuz karakterleriyle, yeniden içine girersiniz konunun.

İtalo Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da şöyle der: “Yıllardan beri bu kütüphaneye gelirim ve onu kitap kitap, raf raf keşfederim; gene de size tek bir kitabı oku­maktan başka bir şey yapmadığımı kanıtlayabilirim.”

Bu söze katılmamak mümkün mü? Yüzlerce kitap okursunuz da aslında tek bir kitap okumuş olursunuz: Kendinizi!

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çanakkale’de “zamana bırakmak”

Kentin çeşitli mekânlarına, salonlarına, şehrin dışındaki kimi tarihsel noktalara ve beldelere yayılan bienal, Çanakkale’nin çok renkli, neşeli, yaşamsever tarzına çok yakışıyor

Kes sesini!

Geçmişin mobilyalı devasa kutularından yayılan seslerin son tanıkları da transistörlü radyolarla dünyaya kulak kesilen benim kuşağım da araçlarının ses cihazı düğmesini çevirip istasyonlar arasında Açık Radyo belirdiğinde orada duran genç kuşak da… Hep birlikte umudumuzu koruyoruz

Sözcüklerin bittiği yerdeki yalnızlık

Şehirler geçmişten beri baş döndürücü kalabalığın merkezi olagelmiştir. Belki de bu nedenle, o kalabalık insanı yalnızlaştıran bir çokluktur. Sesin söze değil uğultuya dönüştüğü yerlerdir büyük kentler. Bunu en iyi bir yazarın anlaması da çok doğal

"
"