12 Ocak 2025

“Ve yalnızca yazmak istiyorum, içimden geçen her şeyi”

Selim İleri iyi bir öykücü ve romancıydı ama o aynı zamanda incelemeleri ve denemeleri ile de özgün bir yazar, bir eleştirmendi. İncelediği yapıtlarla, yazarlarla kendi hayatı arasında, anıları, hayalleri arasında ilintiler kurabilen ve değerlendirmelerini bir öykü gibi kaleme alabilen ender yazarlardandı

Selim İleri

 Selim İleri, “Bazen suç işlediğimi düşündüm yazı yazarken. Yani niye bunları yazıyorum, neye yarıyor diye…” demişti, Sanat Kritik’te, kendisiyle söyleşen Irmak Zileli’ye. Her yazar zaman zaman kelimelerinin, cümlelerinin kendi içinde doldurulamaz uçurumlar açtığını düşünür. Bin bir emekle oluşturulmuş o cümleler kopan bir tesbihin taneleri gibi dağılır, ışıltısını yitirir ve olmasa da olur hissi gelip yazarın göğsüne çöreklenir. Oysa gerçek öyle değildir; o kelimeler, o cümleler okura ulaştığında bambaşka anlamlarla büyür; boşlukları doldurup onarır, tıpkı suya atılan taş gibi dalga dalga yayılır ve okurun zihnine, duyarlılığına karışır. Yazmak, başka bir bağlamda, evet suçtur; insanın ruhunun derinliklerine ışıldaklar yöneltmek, en karanlık köşelerine ayna tutmak, kendinin bile çoğu kez ürkerek bakmak istemediği mahremiyetine izinsiz girmektir, yazmak. Büyük yazarlar bu suçu işlerler.

Selim İleri’yi, kimi zaman yazmakla suç işlediği sanısına kapılan o duyarlı kalemi, hayatımızın “kırık deniz kabukları”nı “hayal ve ıstırap” içinde toplayan yazarını yitirdik. Kederin ve acının damarı edebiyatımızda derinse onu en çok kazanlardan biri Selim İleri’ydi. Kelimelerin içinde gizlenen hüznü en iyi hissedenlerden biriydi; bu hissedişle cümle cümle ördüğü hikâyeler ve romanlar aracılığıyla hepimizin kalbinde ve zihninde eşsiz yazınsal tatlar bırakmayı bilmişti. İleri, kendine yolculuk yapan ve bundan yapıtlar üreten bir yazardı, ruhunun tenha köşelerinde yaşayan mahrem duyguları, hayatını biçimlendiren iç yankılarını okuruna cömertçe sunan bir yazardı: “Sevmekle başlayan her şey sonunda acıya dönüşecek, sonunda kirli, savruk, paramparça eriyip dağılmış, öylece, artık bir daha onarılmamak üzere bırakıp gittiğimiz o kadar çok sevgi, o kadar çok aşk, arkadaşlık… Yine uğultuyla esiyor rüzgâr, yine akşamüzeri, yine rüzgârdan da kötü sessizlik çığlığı. Ben bir başıma bu satırları yazıyorum; yarın da!”

Yarın… Onun yapıtlarında umutsuzluğu sevgiyle, kederi aşkla sarmalayan bir yarın oldu hep. Artık onarılmamak üzere… dese de “Başka bir yarında, gerçekten ‘yarın’ diyebileceğimiz o günde, başka bir hayatta onarabilir miydik?” Onarmak sevgiyi büyütmektir ama yarın bambaşka bir şeye de dönüşebilir o duygu: İnsanı insan yapan tek şey belki de sevmekti ve çoğu kez, sevmek karşılıksız kaldığında bir karasevda romanı olup çıkıyordu hayat. O karasevda romanları, sonra çapraşık, çıldırtıcı, ölümcül aşklar. Yıllar yılı hepsini bir rüya gibi duyumsadım.”

Eray Ak ve Sibel Oral’ın K24 için yaptıkları söyleşide yaşamını bir benzetmeyle şöyle betimlemişti: “Bir fanusun içindeyim, doğru, fakat hiçbir şekilde koruma altında olduğumu söyleyemem. Hiçbirimiz söyleyemeyiz. Fanusun altında iyiyim, nefes alabiliyorum fakat kapının ardında başkalarının acı çektiği bir dünyada olduğumu bilmek, bunun üzerine düşünmek o fanusu paramparça ediyor. Tam da bundan, mutluluğum bir mutsuzluğa, suçluluğa dönüşüyor. Utanca dönüşüyor. Bunun her an bilincinde yaşamak gerekir. O vakit başka bir şey oluyor; acı çekiyorsunuz ama başkalarının acılarını da anlamaya başlıyorsunuz. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnsan başkalarının acılarını anlarsa kendi yalnızlığının, çok şikâyet ettiği acılarının aslında o kadar da özgün olmadığının, başkalarının da aynı acıları çektiğinin farkına varıyor. Bu hem acıyı pekiştirir hem hafifletir çünkü acı paylaşılmaktadır artık. Hayat her an bunun şahitliğini bize veriyor. Yeter ki başkalarına kendimizi açabilelim, başkalarını anlamaya çalışalım.”

Selim İleri iyi bir öykücü ve romancıydı ama o aynı zamanda incelemeleri ve denemeleri ile de özgün bir yazar, bir eleştirmendi. İncelediği yapıtlarla, yazarlarla kendi hayatı arasında, anıları, hayalleri arasında ilintiler kurabilen ve değerlendirmelerini bir öykü gibi kaleme alabilen ender yazarlardandı. İnceleme kitaplarının adı bile duyarlılık ürünüydü. Kim bilir kaç kişi onun “Seni Çok Özledim” adlı yapıtını bir roman sanarak satın almıştır! Bu kitabında ve diğerlerinde, görgülü bir derinliğin izlerini görmek mümkün. Şimdi, onun artık sustuğu bir dünyada, kütüphanemde kitaplarını bulup masama yayarak yeniden karıştırmak, kurşun kalemle (mutlaka kurşun kalemle) altlarını çizerek ona veda etmek en doğrusu olsa gerek:

“Bugün, bir korkunçluğu süslemek ihtiyacıyla, yaşadığım tarihten bilinmeyen geleceğe, ancak ölümle güzellik arasında bağ kurarak yol alabiliyorum, ancak ölüm güzelliğine sığınarak.”

“Bir daha ve yeni baştan kendimi anlatmaya kalkışmayacağım – kimseye, hiç kimseye. Belki bir gün bir roman yazarım, ucuz duyarlıkların adamı olan ben düzeyli duyarlıklara oynarım.”

“Sonra bir sabah sözcükleri, sesleri, tınıları, bir deniz motorunun uzak koya açılışını düşlüyorum, dalgalar, çırpıntılı su, kamçıdan damlacıklar. Umarsız bir yaz yaratıyorum. Hangi kederi, hangi acıyı anımsamam gerektiğini bilmeyerek seni sevdiğim günlere yol alıyorum. Ey bilinmeyen okur. Geri dönüş değil. Bir anı değil.”

“Ve yalnızca yazmak istiyorum, içimden geçen her şeyi. Bunları kim engelleyebilir? Yazmak tek arkadaşımdı. Bunu kimse elimden almamalı. Allahaısmarladık diyoruz ve ayrılıyoruz. Ben geceye bir adım kala, her şey değişecek diye beklemiştim. Oysa ağzımızdan tek sözcük çıkmayacaktır. Hiçbir şeyi anlatamayacağız. Anlam bir bakışta, sesin bir tınısında, bir gülümseyişte ya da engellenmiş gözyaşlarını çağrıştıran kahkahada belirip yitecek, içimizdeki bütün zenginlikler, bütün insanca duygular; dönmeyecek misin?”

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sakla onları, bir gün Türkiye’ye verirsin

Henüz 61 yaşındayken o dönem enternasyonalizmin kalbi sayılan Moskova’da hayata veda eden Nâzım Hikmet; ışıklı bir yıldız gibi dilimizin ve edebiyatımızın göğünden akıp geçti. Sakla ve Türkiye’ye ver, dediği şiirlerindeki enerji, duygu yaşıyor. İyi ki…

Macerası çoktan bitmiş o şeylerden

Birkaç gün öncesine dönün lütfen, yılın son gününe; telefonunuza düşen Whatsapp mesajı, artık olmayan kitabevlerinin önlerinde sergilenen kartpostalları, zarfları, onlara pul yapıştırmayı, postane bankolarını, size gelen beklenmedik kartları, anımsatmadı mı?

Yalnızlığımız ayak izimizdir

Baş döndürücü bir hızla değişen ve çevremizi dijitalleşmeyle saran yeni hayat biçimi doğrusu bizi pek yalnız bırakmıyor, inanılmaz bir kuşatmayla zihnimizi de ruhumuzu da yoruyor. İstemesek de her yere izimizi bırakarak yaşayıp gidiyoruz

"
"