17 Kasım 2024

İstanbul’u en güzel o anlattı; en mutsuzu da o oldu

Orhan Veli ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir

Orhan Veli

Üç gün önce Orhan Veli’nin ölüm yıldönümüydü. Tam 74 yıldır bu dünyada değil. Ancak şiirleri severek okunuyor, besteleniyor, hakkında araştırmalar yapılıyor, oyunlara konu ediliyor. Türk şiirinden birkaç ad sayın desek, okuyan okumayan herkes onu anıyor. Şiirleri bir yana, son yıllarda yazınsal araştırmalar, şiirlerinin arka planındaki kişi olarak Orhan Veli’yi biraz daha aydınlattı. “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda” dizelerinin gerçekte onun yaşamının bir özeti olduğunu, özellikle büyük sevdası Nahit Hanım’a yazdığı mektupların hayatının içten bir itirafı olarak da okunabileceğini gördük. “Yalnız Seni Arıyorum” adıyla kitaplaştırılan ve YKY’den yayımlanan mektuplar, Orhan Veli’nin sadece bir çevirmen ve şair olmadığını, aynı zamanda yaşamının da kederli bir şiir olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle, mektupları art arda okuyup son mektuba vardığınızda uzun ve hüzünlü bir şiir okumuş oluyorsunuz.

Onun yaşamını, mektupların izini sürerek Ankara ve İstanbul olarak ikiye ayırmak mümkün. Ankara’da Tercüme Bürosu’nda çalışan Orhan Veli, genç ve mutludur. Arkadaşları oradadır. 1945’te göreve başladığı Tercüme Bürosu’nda filizlenen entelektüel hayatın tam ortasındadır. Cahit Külebi “İçi Sevda Dolu Yolculuk” adıyla yayımladığı anılarında o yıllarda yakın arkadaşı olduğu Orhan Veli’yi değişik yönleriyle betimler:

“Parada, işte, gösterişte gözü yoktu. Herkesi şaşırtmaktan zevk duyardı… Uzaktan görünüşüne aldananlar onun gibi görgülü, terbiyeli ve çalışkan birinin derbeder ‘harabati’ olduğunu sandılar. O da böyle görünmekten hoşlanırdı. Örneğin, çalıştığı Tercüme Bürosu’nda çaycıya tembihlemiş. Arkadaşlarına çay gelirken ona da çay bardağı içinde kırmızı şarap gelirdi.”

Cahit Külebi akşamları buluşup tartıştıkları, yiyip içtikleri ve şiirler okudukları kişileri sayarken bir bakıma entelektüel resmigeçiti de yapıyor: Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Erol Güney

1946 seçimlerinden zayıflayarak çıkan CHP’nin gerici kanadının baskısının yoğunlaştığı kurumlardan biri de Tercüme Bürosu olmuştu. Yazarlar, şairler, çevirmenler birer birer ayrılmak zorunda kalmışlardı kurumdan. Orhan Veli’yi bir roman kahramanı olarak niteleyip yaşamı hakkında nefis bir kitap kaleme alan Haluk Oral, Erol Güney’den aktararak şöyle anlatıyor onun istifasını:

“Necati Cumalı eşi Berin’e ‘Orhan Tercüme Bürosu’na geldi. Reşat Şemsettin’in önünde bir şişe şarabı yere çaldı ve ortalığı kokuya boğarak oradan ayrıldı, bir daha da gitmedi’ demiş. Anlaşılan istifa dilekçesini bu şekilde vermeyi uygun bulmuş.”

Orhan Veli

Sonrası İstanbul… Unutulmaz şiirlerle anlattığı İstanbul’da, Ankara’daki gibi mutlu olduğunu söylemek zor. Bunu anlayabilmek için yaşamında derin iz bırakmış iki kişiyi bilmek, onun kederli bir şiir gibi yaşanan kısacık ömrüne büyüteç tutarken onlardan söz etmek gerek. Biri “Bella”. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde öğretmen. Orhan Veli, Haluk Oral’ın “Bir Roman Kahramanı: Orhan Veli” kitabına aldığı bir mektubunda şöyle diyor Bella’ya: “İki şeyden dolayı vicdan azabı çekiyorum. Sizi sahiden sevseydim evvela size, sonra da bir başkasına karşı yalan söylemek zorunda kalacaktım.” Bu mektup, bütününü merak edip okumak isteyenler için söyleyelim, hüzünlü ve imkânsız bir aşkın utangaçça ifadesidir. Şöyle yazıyor bir yerinde:

“Sizi sevmekle mesut olabileceğimi sanmak gibi bir vehme herhalde kapılmam. Bunu siz de tahmin edersiniz. Ama bu, yine de sizi sevmeyeceğim demek değildir. Hatta, şimdi bile, çok seviyorum. Buna karşılık ne bekleyebilirim? Bu suali siz sormuştunuz değil mi? Hiçbir şey beklemiyorum. Sadece bana inanmanızı istiyorum.”

Haluk Oral, Bella’ya yazılmış bir başka mektubunda şaşırtıcı bir gizi de çözüyor: “Orhan Veli’yi çok güzel anlatan bir mektup bu. İçeriğinde kur yapmıyor Bella’ya ama, her cümleye ‘B’ ile başlayarak anlatıyor kendini.”

Orhan Veli’nin büyük aşkının ise Nahit Hanım olduğu yayınlanan mektuplarıyla aydınlığa kavuştu. Tercüme Bürosu’ndan ayrılıp İstanbul’a döndüğünde ünlü bir şairdir, Türk edebiyatını sarsan şiirler yazmaktadır ama kalbinin derinliklerinde mutsuz ve umarsızdır. Sevdiği kadın Ankara’da kalmıştır:

“İstanbul'a gelmek mecburiyetinde kaldığım için müteessirim. Bu teessürüm de her şeye rağmen, her şeyden ziyade senden hiçbir şey beklememeye karar vermiş olmama rağmen senden geliyor. Daha açık söyleyeyim, senden ayrılmış olmamdan geliyor. Ankara'dan ayrılmanın verdiği hüzün bu sefer de Ankara'ya bir an evvel dönebilmek gayretine inkılap etti. Burada daha hiçbir yeri görmedim. Görmek de istemiyorum. Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu, tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor. Hiçbir şey düşünmeden oturup çalışacağım. Elimdeki işi bitirip parasını alınca da doğru oraya geleceğim.”

Orhan Veli

Çok sevdiği bir şehirdir oysa İstanbul ama sevgilisinden uzakta olunca neresi güzel görünebilir ki? Şehirler çirkin bile olsalar bütün çirkinlik, yapaylık aşkın ipeksi şalıyla örtülüvermez mi sevdiğine yakın olunca? Orhan Veli de kuşkusuz bu duygular içinde “Emin ol, dünyada hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bütün bu tatsız günler içinde yalnız seni arıyorum” diye yazar ve sonra devam eder:

“Benim seni ne kadar özlediğimi tasavvur edemezsin. Aklımda fikrimde hep sensin. Fakat bu kör olası acz. Sensiz yaşamak bana cidden çok zor geliyor. ‘Bir çare düşün’ diyorsun. Düşünmez olur muyum? Yalnız onu düşünüyorum. Daha evvel başka bir mektubumda yazmıştım. ‘Koltuklarının ter kokusunu duymak istiyorum’ diye. Yalnız onu değil. Her şeyini, vücudunun sıcaklığını, yumuşaklığını, göğsünün temasını. Bunları yalnız sende düşünüyorum, canım sevgilim. Kaç defa istedim, ‘bana seni daha çok hissettirecek bir şey gönder’ dedim ama göndermedin.”

İstanbul Türküsü, onun çok bilinen şiiridir. Bir yerinde şöyle der: “İstanbul’da Boğaziçi’nde/ Bir fakir Orhan Veli / Veli’nin oğlu/ Tarifsiz kederler içindeyim” O tarifsiz kederler içinde yazar mektubunu:

“Resimlerde, sözlerde, hatıralarda, kokularda, renklerde, her şeyde seni arıyorum. Yattığım vakitler yalnız seni düşünüyorum. Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz? “

Artık yalnızca mektuplarda sürecek olan tutkulu aşkı sözcükler taşımaya yetmeyecektir. Sözcükler gerçekten de çok şeyi başarabilir ama aynı zamanda her ne kadar büyük bir şair başarılı bir yazar olsanız da avcunuzdan işe yaramayan parıltılı pullar gibi dökülebilir, buna engel olamazsınız. Orhan Veli de ne yazarsa yazsın, hangi kelimelere sığınırsa sığınsın elini tutamadığı, öpemediği, sarılamadığı, sesini sesine katamadığı sevgilisiyle inişli çıkışı, fırtınalı duyguların özlem ve sitem yüklü girdabına sürüklenir: Bir mektubunda “Senin için ben neyim' diyorsun. Benim için her şey olduğunu mademki bugüne kadar anlatamadım, şimdiden sonra ne yapıp da anlatabilirim!" derken bir başka mektubunda şunları yazar:

“Bana artık birbirimizden bütün bütün ayrılmışız gibi geliyor. Bundan sonra mektuplaşmamız da tuhaf olacak. Kaderleri ta başlangıçta ayrılmış, her biri ayrı birer kıtada kalmış iki eski sevgilinin ömürlerinin sonunda birbirlerinden haber alması gibi.”

Orhan Veli

Şiirlerinde, gökyüzünü boyayan Dalgacı Mahmut’la, ayağındaki nasırla gezen Mahmut Efendi’yi bile mutlu mesut betimlerken, kendi hayatında Aragon’un “mutlu aşk yoktur” dizesini yaşar. Onu tanımamış olsa daha az mutsuz olacağından emindir artık:

“Seni tanımasaydım herhalde başka türlü bir insan olurdum. Daha mı iyi olurdu bilmiyorum; ama herhalde daha az bedbaht olurdum. Bunun niçin böyle olduğuna sen pek akıl erdiremezsin. Çünkü kendinin benim hayatımda nasıl var olduğunu ve ne vakitten beri var olduğunu bilemezsin.”

“Yalnız Seni Arıyorum” adıyla kitaplaştırılan mektupların tümünü okuyup sonuna varınca, insan, derin iz bırakan bir ilişkide, aşk ve kederin, özlem ve sitemin gerçekten her zaman iç içe, hatta birbirinin yerine geçerek yaşandığını bir kez daha anlıyor.

Orhan Veli, 1950 kasımında nihayet Ankara’ya gidebilecektir; ama “Hiçbirine bağlanmadım / Ona bağlandığım kadar” dediği Nahit Hanım Edirne’dedir. 10 Kasım akşamı epeyce içer. Kadehleri art arda yuvarlarken ne düşünüyordu ne hissediyordu, kalbinden ve zihninden nasıl bir yanardağın lavları akıp geçiyordu, tahmin etmek hiç de zor değil. Karanlıkta yürürken bir çukura düşer. Ertesi gün İstanbul’a döner. Farkında değildir ama beyninde bir ince damar için için kanamaktadır. O gün, şairin beynini boğmak üzere biriken kandan habersiz bir mektup yazar Nahit Hanım:

“Orhan, cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Geçen akşam seni rüyamda gördüm. Ankara'ya gitmişsin… Senden muhakkak mektup bekliyorum. Uzun olsun, baştan savma olmasın. Yeni şiirleri istiyorum. Gözlerini öperim"

Orhan Veli ve Nahit Hanım

Bu mektuptan iki gün sonra beyin kanaması nedeniyle yaşamını kaybeder Orhan Veli. Artık yeni şiirler olmayacağı gibi ne özlem kalmıştır ne sitem ne de tutkulu bir aşkın kederi. Ancak şiirleri, imkânsız aşkların, umulmadık ayrılıkların en sarsıcı kelimeleri olarak hayatımızda yaşamaya devam etti:

“Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

Hürriyet Partisi’nin kuruluşundan 70 yıl sonra, bu iyi niyetli, umutlu girişimin nasıl kösteklendiğini, politikayı yalnızca partilerinin varlığı ile özdeşleştirenlerin bu heyecanı nasıl boğduğunu okuyunca ve günümüze bakınca benim oğlum bina okur, döner döner yine okur demekten başka ne gelir elden?

Yazarlar da roman kahramanıdır

Roman Kahramanları İstanbul Edebiyat Festivali’nde yüzlerce roman ete kemiğe bürünürken aslında o öğrenciler birer Don Kişot oluyorlar, arslanlar kafeslerinden çıkamayıp öylece kalıyorlar

Neden?

"Neden" diye kime sordu insanoğlu? Kanımca önce kendine sordu: Neden, dedi şaşkınlıkla. Bilemedi, yanıtlayamadı ve şaşkınlığı, kaygısı daha da arttı. Sonra yanındakine sormuş olmalı. Kimdi yanındaki peki? Belki anne ya da babası, belki arkadaşı, belki sevdiği… Kim bilir belki bunların hiçbiri değil de sadece gökyüzüne bakarak sordu

"
"