Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler birkaç kez rota değiştirdi.
Başkan Yeltsin’den sonra iktidara gelen Putin kısa süre içinde enerji ihracat hatları üzerinden başta Almanya olmak üzere Avrupa’yla ticareti ve iş birliğini geliştirme kararı aldı. Hem buna bağlı olarak hem de birçok bakımdan taşıdığı stratejik değeri dikkate alarak Türkiye ile ilişkileri geçmiş dönemlere göre çok daha öncelikli bir sıraya koydu.
Rus haber alma ve siyaset çevrelerinin önemli bölümünün “İslamcı Erdoğan yönetimiyle iş birliğine güven olmaz” uyarılarına karşın, Ankara’yla bağları sıklaştırma yolundan ilerledi. Bu açıdan Rusya Devlet Başkanı’nın 20 yıl önce gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti “buzların kırılması” dönemini başlatmıştı. Gerisi hızla geldi.
2004-2010 yıllarında Türkiye ile Rusya, büyük ölçüde iki lider arasında giderek güçlenen karşılıklı iş birliği sayesinde birbirine yaklaştı.
Zamanla iç politikada tutumunu giderek sertleştirmeye başlayan Erdoğan, diğer yandan Ortadoğu ve Afrika’daki gelişmeleri “dünya liderliği” hevesiyle birleştirmekte çok aceleci davrandı. Geleneksel olarak Rusya’nın Ortadoğu’da temel partneri durumundaki Suriye’de başlayan iç savaşta Türkiye’nin riskli adımlar atmaya başlamasıyla beraber, iki lider arasındaki ilişkilerde sıkıntılı bir sürece girildi. Bununla birlikte karşılıklı diyalog hâlâ “durumun idare edilebildiği” bir noktadaydı.
Şam’a dışardan verdiği yardımların yeterli olmadığını gören Moskova, 30 Eylül 2015’te savaşa girdi. Bu gelişme Erdoğan’ın dengesini iyice bozdu. Çok kısa süre sonra, 24 Kasım 2015’te Türkiye saniyelerle ifade edilen sınır ihlalini gerekçe göstererek bir Rus jetini düşürdü.
Bu, iktidarın yaptığı en önemli dış politik hatalardan biriydi ve savaş ihtimaline bile kapı aralıyordu. Putin köpürdü, ticaret ve turizmde Türkiye’yi sarsan yaptırımlar uygulamaya girişti, Erdoğan ve yakınlarını birçok bakımdan suçladı, “yasadışı petrol ihracatı” dosyaları hazırlatarak bir süre sonra Ankara’ya karşı mücadelesini genişletme planları yaptı.
Ardından sadece 6 ay içinde stratejik önemde üç gelişme yaşandı. Bunların ikincisi ve üçüncüsü gizemli, hatta kuşku verici bir karanlıkta gerçekleşti. İlki Erdoğan’ın 27 Haziran 2016’da gönderdiği mektupla fiilen Putin’den uçak için özür dilemesiydi. İkincisi 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi. Ve üçüncüsü 19 Aralık 2016’da Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov’un faili yakalanmadan yok edilen bir terör saldırısına kurban edilmesiydi.
Soru işaretleriyle dolu bu tarihlerden sonra Türk-Rus ilişkilerinde yeni bir dönem başladı.
Savaş Türkiye’nin elini güçlendirdi
Birbirlerine “sempati duydukları”, “benzedikleri”, “vücut dillerinin aynı olduğu” vs. anlatılagelen iki lider, aslında başından beri manipülatif bir ilişki içinde birbirlerini kullanıyordu. En çok da Batı’ya şantaj yaparken. Söz konusu gelişmelerden sonra bu süreç sertleşti.
Suriye’de 27 Şubat 2020’de 34 Türk askerinin hayatını kaybettiği olay, iki ülke iktidarınca da öne çıkarılmadan geçiştirilmiş olsa da “uçak sonrası Rusya’nın gerektiğinde hangi adımları atabileceğini” gösterir nitelikteydi.
Fiilen farklı cepheleri savunan iki devlet, Suriye’de “Astana süreci” formülüyle iş birliği yapmaya, daha doğrusu felâket sınırındaki gerginlikleri ve aralarında çıkabilecek çatışmaları el birliği ile öteleme çabalarını sürdürüyor.
Bu arada enerji projelerinde Moskova zaman zaman yeni hamleler yapıyor ve Ankara çoğu kez bunlara ilgi gösteriyor.
Bu dönemde iktidarın savunma ve dış politika alanında yaptığı en önemli hatalardan biri de nedenleri ve perde gerisindeki faktörleri hiçbir zaman net olarak açıklanmayan Rus S-400 sisteminin Türkiye tarafından satın alınması meselesi oldu.
Evet, iki taraf da birbiri kullanıyordu ama siyasi ve askerî cephede ağır basan belirgin olarak Rusya idi. Karşılıklı ticarette ise zaten geleneksel olarak Rus tarafının lehine büyük bir dengesizlik vardı ve hâlâ var.
Ukrayna’da başlayan savaş bu durumu değiştirdi. Rusya çeşitli hesap hataları yaparak Batı ile bağlarını neredeyse tümüyle yitirdi. Bu ortamda Türkiye, taraflar arasında bir “pencere” olabilirdi ve doğrusu Ankara başlangıçta bu doğrultuda önemli adımlar attı.
Savaşın başlamasından tam 6 hafta sonra İstanbul’da, Türkiye’nin BM ile birlikte yarattığı anlaşma zemini, aslında bugüne değin çatışmaların bitirilmesine yönelik en etkili girişimdi. Öncesinde Antalya görüşmeleri, sonrasında esir değişimi ve Karadeniz Tahıl Koridoru adımları vardı. Türkiye bu konularda başarılı sınavlar verdi.
Ukrayna savaşıyla güç kaybeden Kremlin’in Orta Asya’da, Karadeniz’de ve özellikle de Kafkasya’da geride kalmaya başlaması da Türkiye için bazı fırsatlar sundu; bunlar kısmen değerlendirildi.
Bu süreç içinde Moskova- Ankara dengesinde ağırlığın, terazinin ikinci kefesine kaydığını gözledik.
Ne var ki Türkiye’nin sistemli bir şekilde yönetilemiyor olması, dış politikada bazen pasiflik, bazen hamaset üzerinden ilerleme tarzı, bu arada Ukrayna ve Rusya ile ilişkilerde denge çizgisini tutturmanın kolay olmaması sonucu bu avantaj büyük ölçüde kaybedildi. Büyük ölçüde ama tümüyle değil...
BRICS hamlesi ne getirir?
Erdoğan yönetimi, Batı ile yaşadığı iniş çıkışlarda herhangi bir strateji oluşturarak değil sadece Şanghay İşbirliği Örgütü’ne ve BRISC’e üye olma girişimiyle, karşı tarafı sıkıştırma ve “dünya liderliği” hayalleri kuruyor (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu yapılanmaların adını ve üye sayısını birkaç kez yanlış söylemiş olması da, onlara yönelik gerçek ilginin düzeyini ortaya koyuyor.)
Bu adımlar belki Batılı bazı çevrelerde rahatsızlık yaratıyor (o da bazılarının abarttığı kadar büyük bir rahatsızlık mı, doğrusu emin değilim), ancak her şeyden önce ve en fazla Moskova’nın ve Pekin’in kullanacağı kozlara dönüşerek ses getiriyor.
Örneğin, şu anda BRICS’in dönem başkanı olan Rusya, Türkiye’nin bu platformuna ilgisini işine geldiği gibi ve istediği kadar kullanıyor.
Türkiye’nin açıklamadığı BRICS üyelik başvurusunu Putin’in dış politika danışmanı Uşakov’un demecinden öğrendik. Erdoğan’ın 22-24 Ekim’de BRICS Kazan Zirvesi’ne katılacağını da Moskova’dan duyduk. Daha önce yine Erdoğan’ın uzun süredir Türkiye’ye gelmeyen Rusya lideriyle 3 Temmuz’da Astana’da görüşeceği haberini veren de Putin’in kendisiydi. Onun Suriye temsilcisi Lavrentyev de “Türkiye, Suriye’den asker çekme takvimi verecek” diye bir demeç vermişti. Bizimle ilgili tüm bu açıklamaların hep Moskova’dan gelmesi ilginç değil mi?
Erdoğan’ın Şam’la ilişkilerde yaptığı hataların üzerini örtmek için Esad’la görüşme ısrarı da onun Suriye denkleminde Türkiye’yi Rusya’ya daha fazla bağımlı kılan bir hat üzerinden ilerliyor.
Öte yandan Ankara’nın “BRICS üyeliği iştahı” tam da kabarmışken Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un “BRICS bir süre yeni üye almayacak” demesi, kıymetli Türk basınının deyişiyle “şok etkisi” yarattı.
Üstelik aynı Lavrov bir de “bizim iznimiz olmadan S-400’leri satamazsınız” deyince Külliye’nin neşesi iyice kaçtı.
Bakalım BRICS zirvesine gitmeye hazırlanan Erdoğan, Kazan’dan eli boş mu dönecek? Yoksa kendisine yalnızca “çam sakızı çoban armağanı” olarak bir “üyelik takvimi” mi verilecek?
Gelişmeleri göreceğiz. Ama her durumda sistemli ve stratejik çalışmalar üzerinde bina edilen bir dış politikamız olmadığından dolayı, Rusya ile ilişkilerde sahip olduğumuz avantajların kullanılması şansı az görünüyor.
Hakan Aksay kimdir?
Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.
Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.
Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.
2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.
|