03 Ekim 2023

Nobel'i beklerken...

Nobel Edebiyat Ödülü, yıllar sonra yeniden Latin Amerikalı bir yazara ya da şaire verilebilir mi?

"Sonbaharın geldiğini nasıl anlarsınız? Murakami'nin yine Nobel alamamasından."

Elif Tanrıyar'ın K24'teki yazısında yer verdiği bu espri, Nobel Edebiyat Ödülü'nün Japonlar açısından anlamını ortaya koyuyor. Tanrıyar, İkinci Dünya Savaşı'nda büyük bir çöküş yaşayan Japonya açısından Nobel ödüllerinin "bir nevi dünyaya karşı yeniden kendini ispat simgesi" haline geldiğini belirtiyor.

1968'de Yasunari Kawabata ve 1994'te Kenzaburo Oe'nin ardından Nobel Edebiyat Ödülü'nü alacak üçüncü Japon yazarın Haruki Murakami olacağı tahmin ediliyordu. Ancak bu onuru tadan, 2017'de Kazuo Ishiguro oldu. Murakami hayranları ise beklemeye devam ediyor. Belli ki bu ödülün Japonlar için hâlâ ayrı bir önemi var.

Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü, 5 Ekim'de açıklanacak. Ödülü en az Japonya kadar önemseyen ve arzulayan bir ülke daha var. Arjantinliler için Nobel'in anlam ve önemi, tıpkı Japonlar açısından olduğu gibi, edebiyatın kendisinden ziyade Batılı kimlik inşası ve bir tür "kendini ispat" çabasıyla ilişkilendirilebilir.

Arjantin, diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha "beyaz" bir ülke. Bu coğrafyada en temelinde üç temel halk var: kıtanın otokton halkları olan yerliler, sömürgecilik için gelen Avrupalılar ve kölecilik için zorla getirilen Afrikalılar. Bugün, demografik dağılım ülkeden ülkeye değişiyor. Meksika, Venezuela, Kolombiya gibi ülkelerde bu halkların karışmasıyla oluşmuş melez nüfus ağırlıklıyken, Bolivya, yerlilerin yoğunlukta olduğu bir nüfusa sahip. Afrikalıların yoğun olduğu Brezilya'da siyah, özellikle yoğun İtalyan göçü alan Arjantin ve Uruguay'da ise beyaz nüfus daha fazla.

Genellikle "Avrupalı" kökenlerine vurgu yapmayı tercih eden Arjantinliler açısından "Latin Amerikalı" olmak, Meksika gibi melez ülkelerdekine benzer bir anlam ifade etmeyebilir. Arjantinliler çoğu zaman, kendi kültürlerini de ayrı bir yere koyarlar. Buenos Aires, onlar için sadece bir başkent değil, Latin Amerika'nın "kültür ve sanat merkezi"dir. Bunlar elbette Arjantinlilerin kimi zaman bölgenin geri kalanı açısından "snop" olarak görülmesine yol açar. Bununla ilgili türlü şaka ve fıkraya rastlayabilirsiniz.

Arjantinlilerin Nobel Edebiyat Ödülü'ne verdikleri önem, bu çerçevede daha net anlaşılabilir. Dünden bugüne birçok güçlü kalem, Arjantin edebiyatının dünya edebiyatına açılan penceresi oldu:

Jorge Luis Borges, Julio Cortázar, Adolfo Bioy Casares, Silvina Ocampo, Ernesto Sabato, Manuel Puig, Juan José Saer, César Aira, Roberto Arlt, Samantha Schweblin…

Ne var ki Nobel Ödülü, bir nevi "zafer" sayıldığında "ödülü alamamış olmak" da "yenilgi" hissine yol açabiliyor.  

Bugüne kadar Latin Amerika'dan altı yazar bu ödüle layık görüldü:

1945'te Gabriela Mistral (Şili), 1967'de Miguel Ángel Asturias (Guatemala), 1971'de Pablo Neruda (Şili), 1982'de Gabriel García Márquez (Kolombiya), 1990'da Octavio Paz (Meksika) ve son olarak 2010'da Mario Vargas Llosa (Peru). 

Nobel Edebiyat Ödülü, yıllar sonra yeniden Latin Amerikalı bir yazara ya da şaire verilebilir mi?

Öne çıkan üç isim var: Şilili şair Raúl Zurita (Nobel alan diğer iki Şilili de şairdi), Meksikalı yazar Elena Poniatowska ve Arjantinli yazar César Aira.

Aira ve Zurita, 14/1 bahis oranı ile ödüle daha yakın görünürken Poniatowska 29/1 ile daha geriden geliyor. Bahis oranları çoğu zaman pek bir şey ifade etmese de Arjantinlilerin Nobel heyecanını, César Aira'yı tanımak için bir fırsat olarak değerlendirebiliriz.

Şilili yazar Roberto Bolaño, 2000'lerin başlarında Aira'yı "çağdaş İspanyolca edebiyatın en iyi üç dört yazarından biri" olarak tanımlamış ve Aira'nın daha çok dikkat çekip İngilizceye çevrilmesinde önemli rol oynamıştı. 

Bolaño, "Aira'yı okumaya başladığınızda durmak istemeyeceksiniz" diyor ve onun edebiyatını "Gombrowicz'in teorilerinin pratiğe dökülmüş hali" olarak tanımlıyor.

Genellikle Vladimir Nabokov, Italo Calvino ve Enrique Vila-Matas gibi yazarlarla kıyaslanan Aira'nın gerçeküstü metinleri, okuru gerçeklikle absürtlüğün iç içe geçtiği, tuhaf karakterle dolu, kendine özgü eksantrik bir dünyanın içine çekiyor.

Aira, Nobel alsa da almasa da kuşkusuz Latin Amerika edebiyatının en iyi kalemlerinden biri. Ancak Nobel alırsa, kimilerine göre Borges'in kıramadığı şeytanın bacağını kırmış olacak.  

1960'ların başlarında, Aira 12-13 yaşlarındayken, o sıralar çok ünlü olan Borges'in yazdıklarını merak etmiş ve yazarın yayınevine bir mektup yollayarak kitaplarını satın almak istediğini söylemiş. Bunun üzerine yayınevi, yanıt olarak kendisine bir çek göndermiş ve babası da bu çekle ona Borges'in kitaplarını almış. Aira, bu kitapların "hayatını değiştirdiğini" söylüyor.

"Yazdıklarınızın üzerinde Borges'in etkisi oldu mu" sorusuna Aira şöyle cevap veriyor:

"Şimdi düşünüyorum da... belki de tüm çalışmalarım Borges'e bir dipnottur."

Elbette Borges'in dipnotları ne kadar sevdiğini bilerek veriyor bu yanıtı.

Borges'in Nobel'le imtihanı

Bugüne kadar Nobel Edebiyat Ödülü'ne en çok yaklaşan Arjantinli yazar Borges oldu. Defalarca aday gösterilmesine rağmen ödülü alamayan Borges'in kendisi de biraz alay ederek 1979'da şöyle söylemişti:

"Bana Nobel Ödülü vermemek zaten eski bir İskandinav geleneği haline geldi. Her yıl beni ödüle aday gösterip başkasına veriyorlar. Bunların hepsi zaten bir tür ritüel."

Borges, bugün Lev Tolstoy, Marcel Proust, James Joyce, Virginia Woolf ve Vladimir Nabokov gibi Nobel Ödül Komitesi'nin ıskaladığı büyük yazarlardan biri olarak anılıyor. Ne var ki Borges'in "ıskalanması"nın arkasında, diğerlerinden farklı olarak, siyasi nedenler olabileceği yönünde söylentiler var. Buna göre Borges'in 1976'da Şilili diktatör Augusto Pinochet ve Arjantinli diktatör Jorge Rafael Videla ile görüşmüş olması, Nobel Ödül Komitesi'nin tepkisini çekmiş olabilir.

Borges, Şili Üniversitesi'nin kendisine vermiş olduğu fahri doktora unvanını, bizzat Pinochet'nin ellerinden almış ve yaptığı konuşmada dikta altındaki Şili'yi "anarşi dönemindeki güçlü vatan" olarak tanımlamıştı. Dahası, Pinochet'nin "harika biri olduğunu" söylemekten de çekinmemişti. Bu, elbette başka bir yazı gerektiren, başlı başına bir tartışma konusu.

Nobel Komitesi'nin Borges'e politik yaklaştığını düşünenlerden biri de yazar ve çevirmen María Kodama'ydı. 1986'da (Borges'in ölümünden kısa bir süre önce) Borges'le evlenen Kodama, Borges'in de bu durumun farkında olduğunu ancak bunu önemsemediğini söylemişti.

Borges, Nobel alıp almamayı önemsememiş olabilir. Ne var ki Arjantinlilerin tutkusu, bir filme dahi konu olmuş durumda.

2016 tarihli Saygın Vatandaş (El Ciudadano Ilustre) filminde[1], Arjantinliler nihayet Nobel Edebiyat Ödülü'ne kavuşuyorlar.

Yönetmenliğini Gastón Duprat ve Mariano Cohn'un yaptığı bol ödüllü film, Arjantinli yazar Daniel Mantovani'nin Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasını yapmak için kürsüye çıkmasıyla başlıyor. Mantovani'nin gergin konuşması, adeta Nobel'e karşı gelişen birbiriyle girift iki ruh halinin özeti gibi. Bir yanda dünyanın en prestijli ödülüne duyulan arzu ve hayranlık, diğer yanda böyle büyük bir ödülü küçümsemenin getireceği eşsiz kibir.

Mantovani, konuşmasında hem gurur duyduğunu hem de bu ödülü "kariyerinin düşüşe geçtiğinin acı bir habercisi" olarak gördüğünü söylüyor ve İsveç Akademisi'ne "yazarlık serüvenini sonlandırdığı" için teşekkür ediyor.

Bu ironik konuşmadan beş yıl sonra, Nobel ödüllü Mantovani, kırk yıl önce terk ettiği ülkesi Arjantin'den, memleketi Salas'tan bir davet alıyor ve "Saygın Vatandaş" ödülünü almak için doğup büyüdüğü kasabaya dönüyor. Yazar, taşradan kopmuş kopmasına ama aldığı Nobel'i tam da bu taşranın hikayelerine borçlu. Kasabalılarsa bundan hiç memnun görünmüyor.

Trajikomik bir taşra hikâyesine dönüşen bu yolculuk, bizi Sibel Oral'ın sorduğu şu sorularla baş başa bırakıyor:

"Sahi ödül ne kadar önemlidir yazar için? Herkesin hayran olduğu, hep alkışlanan, hep çok okunan mı olmak ister yazar? Edebiyat bu mudur sahiden?"

Arjantinliler, elbette bu soruların farkında. Üstelik, 22 Ekim'de genel seçime gidecekleri için bu yıl Nobel'e ilgi de göstermeyebilirler. Yine de yoğun siyasi gündemlerinin içinde olası bir Nobel Ödülü'nün yüzlerini ne kadar güldüreceğini tahmin etmek zor değil.


[1] İlgilenenler, filmi 13 Ekim Cuma akşamı, TRT 2 ekranlarında izleyebilir.  

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yasaklı bitkiden “süper gıda”ya: Amarantın direniş yolculuğu

Günümüz Meksika’sında amarant hem açlıkla hem de obeziteyle mücadelede öne çıkıyor. Hem “dünyayı besleyebilecek bir bitki” hem de sağlıklı diyetlerin vazgeçilmezi…

Sömürgeciler: Ateş Toprakları'na özgü buz gibi bir western

Her ne kadar "dönem filmi" olsalar da bu filmlerin anlattığı hikâyelerin güncelliğini koruduğu aşikâr. Sömürgecilik dönemi geride kalmış olabilir fakat sömürgeciler hâlâ iş başındalar

Terra Nostra: Tekinsiz bir destan

Terra Nostra, sonsuz ve tuhaf bir düş gibidir. Durmadan dirilen kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yeniden ve yeniden ortaya çıkar. Zaman, ilerleyen bir şey değildir; dağılıp parçalanmıştır. Gelecek diye bir şey yoktur, geçmiş sürekli tekrarlanıp durur: