02 Ekim 2022

Lula'yı beklerken: Brezilya solunun geleceği üzerine

Bugün dünyanın birçok yerinde yeni muhafazakâr ideolojiye karşı mücadeleyi, kadınların direnişi şekillendiriyor. Brezilya'da da kadınlar bundan sonra aynı soruyu sormaya devam edecekler: "Marielle Franco'yu kim öldürdü?"  

Bir yanda "Kürtaja hayır!" ve "LGBT lobisine hayır!" gibi sloganlarla kampanya yapan neo-faşist lider Giorgia Meloni'nin iktidara geldiği İtalya…

Diğer yanda saçlarının göründüğü gerekçesiyle ahlak polisi tarafından darp edilip öldürülen 22 yaşındaki Mahsa Amini'nin tetiklediği toplumsal ayaklanmanın sürdüğü İran…

İçinde bulunduğumuz tarihsel momenti belirleyen en önemli dinamiklerden birini, yeni muhafazakârlık ve ona karşı gelişen direniş oluşturuyor. Sert yasalarla otoriter bir düzen kurulması, yargının muhaliflere karşı baskı aracı olarak kullanılması, kadını tahakküm altına alan geleneksel aile değerlerinin dayatılması, "yerli ve milli" kabul edilmeyene karşı saldırgan tutumlar alınması gibi uygulamalarla son yirmi yıldır yeni muhafazakâr ideoloji dünya genelinde hızla yükseldi. Bu ideoloji, neoliberal piyasa mantığıyla harmanlanınca karşımıza "yeni sağ" olarak çıkıyor.

Latin Amerika'da yeni sağın önde gelen temsilcilerinden biri, Brezilya'nın şiddet yanlısı, kadın düşmanı, homofobik devlet başkanı Jair Bolsonaro'ydu. Geçmiş zaman kipi kullanmamın nedeni, bir dönem daha seçilmesine ihtimal verilmemesi. Küba'da geçen hafta eşcinsel çiftlerin evlenmesine izin veren aile hukuku yasasının referandumda kabul edilmesinin ardından, Bolsonaro da iktidarını kaybederse, Latin Amerika'nın yeni muhafazakârları açısından büyük bir yenilgi olacak.   

Brezilya'nın seçim günü

Brezilyalılar bugün (2 Ekim), devlet başkanlarını, eyalet valilerini, senato ve temsilciler meclisi üyelerini seçmek için sandık başındalar. Anketlere göre, eski devlet başkanı, İşçi Partisi (PT) lideri Luiz Inácio Lula da Silva'nın yüzde 42-44 bandında oy alması bekleniyor. Bu durumda devlet başkanı seçimleri, 30 Ekim'de gerçekleşecek ikinci tura kalacak. Bazı gözlemcilere göre ise Lula, ilk turda yüzde 50'yi geçecek ve ikinci tura gerek bile kalmayacak.  

Aşırı sağcı başkan Jair Bolsonaro ise bugüne kadar hiçbir ankette yüzde 35'i geçemedi. Seçimi Lula'nın en az 10 puan gerisinde tamamlayacağı tahmin ediliyor. Bolsonaro, anket sonuçlarına rağmen, en az yüzde 60 oy alması gerektiği, aksi halde seçim sonuçlarını tanımayacağı yönünde beyanlarda bulunmuştu. Seçime sayılı günler kala sonuçları kabul edeceğini açıkladı ancak seçimde hile yapılabileceğine dair şüphe uyandırmaya çalışmaya devam ediyor. Bu şüpheler elbette sık sık başvurduğu komplo teorileri aracılığıyla birtakım "küresel güçlere" işaret ediyor.

Brezilya, 1996'dan bu yana elektronik oy verme sistemi kullanıyor ve bugüne kadar sistemle ilgili olarak kayıtlara geçen herhangi bir şaibe olmadı. Yine de Bolsonaro'ya sorarsanız elektronik sistem güvenilir değil çünkü ortada "yazılı delil" yok. Trump'ın "tropik versiyonu" olarak görülen Bolsonaro'nun seçim sonuçlarını tanımayacağı, ABD'deki kongre baskınına benzer bir girişimle "kendi 6 Ocak'ını" gerçekleştireceği ve bir kez daha Trump'ın izinden gideceği yönünde ciddi endişeler var. Bundan dolayı geçen ay São Paulo, Rio de Janeiro, Brasilia ve Recife gibi büyük kentlerde geniş çaplı protesto gösterileri düzenlendi ve seçmenler seçim sonuçlarına saygı duyulmasını istediler.

Seçim sürecinde bir diğer mesele, ordu ile yakın ilişkileri olan Bolsonaro'nun darbe ihtimalini sürekli bir tehdit unsuru olarak gündeme getirmesiydi. Aslında Bolsonaro, popülaritesinin yüzde 27'lere kadar düştüğü salgın günlerinden beri bu stratejiyi izliyor. Tıpkı Trump gibi ilk günlerinden itibaren salgına lakayt kalan ve kapanma önlemleri almak isteyen eyalet valileriyle gerilim yaşayan Bolsonaro'nun otoritesi iyice sarsılmıştı. Öyle ki Evanjelik tabanını mobilize etmek için Mesih inancını yaymaya çalışan, sadece kendisi gibi "Tanrının elçisi" olan Evanjelik bir liderin ulusu refaha kavuşturabileceği şeklinde dini söylemler kullanan Bolsonaro, COVID yüzünden insanlar ölürken (ortanca ismi olan "Messias"a atıfta bulunarak) "Mesih olabilirim ama mucize gerçekleştiremem" demişti.

Eski bir asker olan Bolsonaro'nun ordunun desteğini pandemi sürecinde büyük ölçüde kaybettiği ve ordu içinde bölünmelere neden olduğu yönünde görüşler vardı. Bolsonaro da darbe çağrısı yapan gösterilere katılarak, ordunun desteğini koruduğu mesajını her fırsatta vermeye çalıştı. Böylelikle pandemi sürecindeki başarısız yönetiminden dolayı kendisini azletmek isteyenlere gözdağı veriyordu. Seçim sürecinde ise Lula'nın kazanması durumunda ordunun yönetime el koyabileceği yönünde söylentilere yol açarak seçim sonuçlarını manipüle etmeye çalıştı.  

Bolsonaro'nun kışkırttığı bu "darbe korkusu"nun Lula'ya oy verecek seçmende bir karşılığı olduğu söylenemez. Onlara göre asıl darbe, Bolsonaro'yu iktidara getiren sürecin (Dilma Rousseff'in azledildiği ve Lula da Silva'nın tutuklandığı sürecin) ta kendisi. Geçen ayki yazımda PT'yi iktidardan düşüren bu "yasal darbeye" ve Brezilya seçimlerinin önemine değinmiştim. Bugünkü yazımda Brezilya solunu bekleyen zorlu sürece dikkat çekmek istiyorum. Zira sol mücadele, iktidara gelmekle bitmiyor, hatta belki de mücadelenin en çetrefilli kısmı iktidara geldikten sonra başlıyor.

İşçi sınıfı hareketinden iktidar partisine

Sendika lideri Lula da Silva'nın kurucu kadrosu içinde yer aldığı PT, askerî rejimin dayattığı baskı ve şiddet ortamında, gecekondu mahallerinde, sendikalarda, Kurtuluş Teolojisinin yeşerdiği kiliseye bağlı taban cemaatlerinde, kendine özgü koşullarda aşağıdan yukarı örgütlendi ve benzersiz bir işçi hareketi partisi olarak doğdu. 1970'lerin sonlarından itibaren ülke geneline yayılan kitlesel işçi grevleri esnasında bağımsız bir işçi partisi kurulması fikri şekillenmiş, Şubat 1980'da kurulan PT, beş-altı yıl içerisinde 250 bin üyeden 500 bin üyeye ulaşmıştı. 2021 itibariyle 1,6 milyon üyesi olan PT, hâlihazırda dünyanın en büyük sol partilerinden biri olmaya devam ediyor. Ancak kurulduğu günle bugünkü koşullar arasında dağlar kadar fark var.

PT'nin kurulması, iki açıdan Brezilya soluna ivme kazandırmıştı. Birincisi, 1930'lardan beri korporatist politikalarla, devlete bağlı olarak gelişen sendikal geleneğin dışında, devletten özerk, yeni bir işçi hareketinin doğmasına zemin hazırladı. İkincisi, bu özerklik sayesinde askerî rejime karşı farklı alanlarda gelişen toplumsal adalet mücadelelerinin bir araya gelmesi ve demokrasiye geçiş yönünde baskı oluşturulması mümkün oldu.

1964'teki askerî darbenin ardından diktatörlüğe karşı silahlı mücadelenin meşru olup olmadığı meselesi, Brezilya solunu ikiye bölen en temel meseleydi. Brezilya Komünist Partisi'nin (PCB) silahlı mücadeleye karşı çıkması önemli bir ayrışmaya yol açmıştı. Her ne kadar 1974'te askerî cunta yönetimi, siyasi açılım (abertura) sürecini başlatmış olsa da esas olarak demokratik bir alanın açılmasını sağlayan 1970'lerin sonlarından itibaren kitlesel grevlerle yükselen özerk işçi hareketi oldu.

1985-86'da sivil yönetime geçilmesinin ardından PT, Brezilya solunu birleştirmek için en temel zemin olarak öne çıkıyordu. Ne var ki 1989, 1994 ve 1998 seçimlerinde Lula'nın başkanlığa çok yaklaşmasının, her seferinde ikinci sırada kalmasının ardından PT devrimci bir işçi sınıfı partisi olmaktan adım adım uzaklaştı ve iktidarı hedefleyen bir "sol koalisyon" partisi haline geldi. 2002 seçimlerinde nihayet başkanlık koltuğuna oturan Lula, bu zaferini kendi kitlesine olduğu kadar, liberallerle yaptığı ittifaka ve neoliberal modelden kopmayacağına dair sermaye çevrelerine verdiği güvenceye de borçluydu. Bu pragmatist tutum, elbette Brezilya solunda yeni bölünmelere yol açtı.

Sendikalar ve toplumsal hareketlerle organik bağlara sahip geniş bir kitle partisi olan PT, 13 yıllık iktidarı boyunca (2003-2016) bir yandan geliri yeniden dağıtan sosyal politikalar uygularken bir yandan da neoliberal çerçeve içinde emtia talebiyle büyümeye dayalı yeni-kalkınmacı modeli benimsedi. Bu çelişkili strateji, endüstriyel tarım devleri başta olmak üzere ihracatçı sektörlerden oluşan, iktidara yakın bir sermaye çevresini ayrıcalıklarla donatıyordu.

Üstelik doğal kaynak sömürüsüne dayalı ekstraktivist politikalar, üreticileri topraktan koparmaya ve güvencesiz yedek işçi ordusu haline getirmeye devam ediyor, bu da aile tarımına aktarılan fonları ve Amazon ormanlarını korumaya yönelik projeleri anlamsızlaştırıyordu. Bu süreçte PT, Topraksız Tarım İşçileri Hareketi'nin (MST) desteğini kaybetti ve Merkezî İşçi Sendikası (CUT) ile Ulusal Öğrenci Birliği (UNE) içinde ciddi kırılmalar yaşandı.

Aslında PT'nin iktidarı hedefleyen stratejik/taktik bir parti olarak inşa edilmesi yönünde bir eğilim hep vardı. Hatta Lula'nın bizzat kendisi partiye bu yönde bir işlev yüklüyordu. Kendisini sosyalist değil, sosyal demokrat olarak tanımlayan Lula, seçim siyasetiyle devrimci mücadele arasında her zaman ayrım yapmış, 7 Nisan 2018'de cezaevine girmeden önce yaptığı konuşmada da bunu bir kez daha vurgulamıştı.

8 Kasım 2019'da tahliye olduğunda, Lula seçimin en gözde adayıydı. İktidara dönmesine kesin gözle bakılıyordu. PT'nin bütün başarısızlıklarının, ekonomik kriz ve yolsuzlukların faturası Dilma Rousseff hükümetine kesilmişti. Kitlelerin gözünde Lula, hâlâ Brezilya tarihinin en iyi devlet başkanıydı. Aşırı sağcı Bolsonaro'nun otoriter popülist stratejilerine karşı Lula'nın birleştirici, uzlaştırıcı söylemleri Brezilyalılara umut veriyordu.

Bu koşullarda, Bolsonaro'ya karşı birleşen solun Lula'yı bir kez daha iktidara taşıması zor görünmüyor. Zor olan, Lula'nın iktidara döndüğünde sol mücadelenin kazandığı ivmeyi koruması olacak. Seçim siyaseti ile devrimci mücadeleyi birbirinden bu kadar ayrıştırmak, solun bölünmesini de kaçınılmaz hale getirecektir.   

Oysa seçim siyaseti, devrimci mücadeleyi ikame etmek yerine ona alan açmanın aracı olarak da kullanılabilir. Lula'nın uyguladığı sosyal yardım politikaları bunu kısmen yapmış, Bolsa Família programı sayesinde ilk kez üniversite eğitimi alan en yoksul kesimden gençler, özellikle yerel siyasette karar alma mekanizmalarına katılarak kendi geleceklerine sahip çıkan özneler haline gelmişti. 2013'teki protestolar, PT'nin daha solunda yer alan bir toplumsal hareketin gelişmekte olduğunun göstergesiydi.

Brezilya solunun geleceği açısından Lula'nın yeni döneminde PT'nin toplumsal hareketlerle kuracağı ilişki kritik önem taşıyor. Özellikle bölge genelinde politik bir güç olarak yükselen feminist hareket, bu süreçte merkezî bir rol oynayacaktır. Bu elbette başka bir yazının konusu ancak kısaca şunu belirtmekte yarar var. 1970'lerde askerî rejimlere karşı gelişen silahlı mücadelede kadınların edindiği deneyim nasıl demokrasiye geçiş sürecinde kadınların örgütlenmesine ve feminist bilinç geliştirmesine katkıda bulunduysa bugün de feminist hareket Latin Amerika genelinde solun yeniden yükselmesi için önemli bir alan açıyor.

2018 seçimlerinde Bolsonaro karşıtı cephenin en ön saflarında kadınlar vardı. Tam da yeni sağın yükseldiği, toplumun giderek kutuplaştığı koşullarda, 14 Mart 2018'de, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL) Belediye Meclisi üyesi Marielle Franco, "İktidar Yapılarını Değiştiren Siyah Kadınlar" adlı panelin çıkışında aracına yapılan silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetmişti. Siyah ve eşcinsel bir kadın olan, gecekondu mahallesinde yaşayan yoksul bir genç olarak PT'nin sosyal politikalarının yardımıyla eğitim alan ve siyasete giren Marielle, tam da Bolsonaro'nun nefret söylemlerinin hedefinde yer alıyordu. 

Bolsonaro'nun oğlunun Marielle Franco'nun katil zanlısıyla fotoğrafları ortaya çıkmıştı. Bugün, Lula'nın iktidara dönmesi, Marielle Franco'nun katillerinin peşine düşmek ve cinayetin sorumlularından hesap sormak için önemli bir fırsat sunuyor. Bu konuda Lula'nın sorumluluğu büyük. Hem toplumsal adaleti sağlamak hem de toplumsal hareketlerle ilişkisini geliştirmek için Lula'nın bu konuya öncelik vermesi gerekiyor.

Bugün dünyanın birçok yerinde yeni muhafazakâr ideolojiye karşı mücadeleyi, kadınların direnişi şekillendiriyor. Brezilya'da da kadınlar bundan sonra aynı soruyu sormaya devam edecekler: "Marielle Franco'yu kim öldürdü?"  

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

Yazarın Diğer Yazıları

10 soruda Bolivya'daki darbe girişimi

"Kendi kendine darbe" nedir, Bolivya'da olan "kendi kendine darbe" midir? Bolivya'da 2019'da gerçekleşen darbe ile bugünkü darbe girişimi arasında nasıl bir bağ var? Morales ile Arce arasındaki rekabetin arka planında ne var?

Venezuela'da seçime doğru: Maduro'nun sınavı

Maduro, iktidarını koruyabilecek mi seçimi kaybederse sonuçları tanıyacak mı yoksa daha önce yaptığı gibi daha da otoriterleşecek mi göreceğiz. Ancak şunu söylemek gerekir ki Maduro'nun özellikle 2016'dan bu yana iktidarda kalabilmek için siyasete yaptığı antidemokratik müdahaleler, sadece seçim sonuçlarına değil ülkenin geleceğine de gölge düşürüyor

Meksika'da seçim günü: Kartal Koltuğu'nda bir kadın

Seçimlerde iki kadın adayın yarışması, elbette Meksika için yepyeni bir dinamik ve süreçte "Şimdi Kadınların Zamanı" sloganı ön planda. Peki AMLO'nun kişiselleştirdiği iktidarı bu kadar baskınken gerçekten "kadınların zamanı" yaşanabilecek mi?