Bu yazıyı kısa ve net bir şekilde kaleme almaya çalışacağım. Meselenin duygu içeren ve insani tarafları olsa bile, elbette “hukukçu” kimliğimi de elden bırakmayacağım. Ölüm cezası; birçok hukukçunun değişik gerekçelerle karşı olduğu, suçun cezası olarak görmediği, görmek istemediği, tasfiye edici özelliği nedeniyle cezanın fonksiyonlarına aykırı bulduğu, hukuk devletinde yerinin olmadığı söylenen bir cezalandırma yöntemidir. Bu sebeple de, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeler tarafından “ölüm” bir ceza olmaktan çıkarılmıştır. Mevcut Anayasa ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler çerçevesinde, Türk Ceza Hukuku’nda da şu an ölüm cezasının tatbiki mümkün değildir.
Ceza hukukçusu olduğum ilk andan itibaren, istisnai bir ceza türü olarak ölüm cezasını savundum. İlkel bir cezalandırma yöntemi olduğu, 21. yüzyılda hukuk devletlerinin bu tür cezalandırmalara başvuramayacağı, ölüm cezasının infazından sonra yargılamada hata yapıldığı anlaşıldığında geri dönülemeyeceği, Modern Ceza Hukukunun tasfiye edici cezaları reddedip, sadece uslandırıcı cezaları benimsemesi gerektiği ileri sürülerek, ölüm cezasını savunanların sürekli eleştirildiği bilinmektedir.
Ölüm cezasına getirilen eleştiriler, sanığın işlemediği bir suçu işlediğini ikrar etmek suretiyle başkasının işlediği suçtan cezalandırılması, yani suçu üstlenmesi veya suçu işlediği yüzde yüz ispat edilememiş, ancak kuvvetle muhtemel suçun faili olduğu tespit edilen kişinin suçu işlediğini inkar etmesi ve belki de ölüm cezasının infazından sonra gerçeğin, yani suçu işlemediğinin ortaya çıkma ihtimalinin varlığıdır. Bu eleştiriler kısmen haklı olsa da, kanun koyucu ve yargı makamı deyim yerinde ise ince eleyip sık dokur, ölüm cezasının verileceği halleri sıkı şartlara bağlarsa, hata ihtimalinin olmayacağı görülecektir.
Toplum kanun koyucudan, hakkaniyete uygun, hiçbir açık kapı bırakmaksızın düzenleyeceği kanunlarla güven içinde yaşama garantisi bekler. Ölüm cezasına mahkum edilen kişinin aslında o suçu işlememiş olması halinde, hukuk ve toplum vicdanında nasıl büyük yaralar açılmakta ise, cezaevinde uslanma ihtimali olmayan kişiye verilecek cezanın, kanunda işlediği suçla orantılı görünmesine rağmen infaz aşamasının orantısız olması durumunda, toplum nezdinde adalete duyulan inanç büyük ölçüde zarar görecektir. Bunu engellemek, kanun koyucunun iyi düzenlemeler çıkarması ve yargı makamının da iyi kararlara imza atması ile mümkündür.
Bir ceza hukukçusu olarak, “sallandırsınlar bakalım birkaç kişi, başka suç işlenir mi?” mantığından hareketle ölüm cezasının savunuculuğuna soyunulamaz. Türk Ceza Hukuku’nun istikrarsızlığı, suç ve ceza siyasetinin olmayışı, değişik nedenlerle yargılamaların geç işleyişi, yani davaların süratle bitirilemeyişi, sürekli af beklentisi, tüm bunların yanında önleyici kolluğun geliştirilme ihtiyacı, örf ve adetlerimizden dolayı aile hayatına, yani karı – koca ve çocukların özel hayatlarına karışılmasının doğru olmadığına dair düşünceler başta olmak üzere, eğitim – öğrenim düzeyi, yaşanan sosyal ve iktisadi sorunlar, son zamanlarda kamu düzenini bozan adi suçların artışının temel nedenlerini oluşturmaktadır.
Elbette bu suçların işlenişi, yalnızca caydırıcılık ve ödeticilik esasına dayalı cezalandırma yöntemi ile engellenemeyecektir. Devletin mutlaka sosyal hayatta, eğitim – öğrenimde ve iktisadi alanda bireyin ve toplumun yaşadığı sorunlara çözüm bulması da gerekir. Ancak bu çözüm bulunurken, düzen için düzen değil, hak ve hürriyetler adına düzeni sağlayan emir, yasak ve cezaların gözardı edilmeyip, derhal uygulanması gerekir. Düzen, ancak kuralların uygulanması ve kurallara uygun davranılması, uygun davranmayanların ise cezalandırılması yöntemi ile korunabilir. Dünyada bunun dışında bulunmuş başka bir çare de yoktur. Bu çare, hak ve hürriyetleri, demokrasiyi yok edip, kamu otoritesini alabildiğine güçlendirerek, kanunlar eliyle “korku toplumu” oluşturmak ve “bastırılmış birey” kimliğini elde etmek için uygulanamaz. Suç ve ceza, kişi hak ve hürriyetlerini korumak, yani hukuk kurallarına uygun davrananları gözetmek için kabul edilmiştir. Bu kabulde esas, suçun işlenmemesini sağlamak, istisnası da suç işleyeni cezalandırıp, herkese ödeticiliği, caydırıcılığı ve adaleti göstermektir. Bu ceza, çoğunlukla uslandırıcı mahiyettedir.
Bazı suçların işlenmesinden sonra, bu suçları işleyenlere uslandırıcı cezalar verilir. Ancak öyle bazı suçlar vardır ki, bu suçları işleyenlerin toplum nazarında affedilmeleri mümkün olmadığı gibi, gerek suçun işleniş şekli ve gerekse insani özellikleri itibariyle uslanmaları ihtimal dışıdır. Toplumun çoğunluğu da, bu tür suçları işleyenlere cezaevlerinde bakılıp gözetilmesini, korunmasını ve desteklenmesini istemezler. Hele ömür boyu hapis cezasının gereği gibi uygulanamadığı, bu tür suçlardan hükümlü olanların koşullu salıverilme veya af benzeri yöntemlerle salıverildiği örnekler, hukuku ve vicdanları rahatsız etmektedir. İşte bu suçlar; cinsel istismar, cinsel saldırı, yağma amaçlı veya hunharca işlenen kasten öldürme ve vatana ihanet suçlarıdır.
Ölüm cezasının sakıncaları kadar, toplum düzeninin, kişi hak ve hürriyetlerinin korunması açısından gerekliliği göz ardı edilemez. Her ceza eleştirilebilir, ölüm cezası ilkel bulunabilir. Ancak bazı suçlar sözün bittiği yerdir. Ölüm cezası, son ve istisnai ceza olarak nitelikli, ağır, kişi hak ve hürriyetlerini ve toplumu derinden etkileyip sarsan suçlarda uygulanabilmelidir.