“Kendimizi 'baş başa ve yalnız'
halde bulduğumuz, tekinsiz ve
sarıcı bir tür ağ tabanlı tekbenciliğe
saplanmış halde oradan oraya
sürüklendiğimiz dijital çağ.”
(Dominic Pettman, Sonsuz Dikkat Dağınıklığı)
Leisure, yani serbest zaman, Ünsal Oskay’ın yazdığı gibi, tarih boyunca insanlığın en büyük düşlerinden bir tanesiydi. Hayatını devam ettirebilmek için sürekli çalışmak zorunda olan insanlık, eğlenebileceği, düşünebileceği ya da dinlenebileceği bir alan olan serbest zaman için sürekli bir şekilde mücadele etmişti.
Eski çağlarda serbest zaman sadece özgür bireylere özgü bir ayrıcalıktı. Bu aynı zamanda felsefi, siyasi ve sanatsal faaliyetlere katılım ayrıcalığı anlamına da geliyordu. Kültürel üretim, dar bir azınlık tarafından dar bir azınlık için icra ediliyordu. Ancak yüzyıllar geçtikçe, serbest zamana sahip olanların sayısı da, bu alandaki üretim ve uzmanlaşma da ciddi bir şekilde artış gösterdi.
“Modernite” ile birlikte, artık kültürel üretimin tüketicisi ve destekleyicisi konumunda olanlarla, profesyonel olarak üretim yapanların içerisinde olduğu geniş bir kesimden bahsedilebiliyordu. Nietzche, “Duyguların, bilginin, deneyimlerin toplamı, yani kültürün tüm yükü öyle arttı ki, sinir ve düşünme güçlerinin aşırı uyarılması genel bir tehlikedir” diyordu bu dönem için. Daha gerilere gidersek, Montaigne, insanların gündelik sıkıntılarından kaçışı mümkün kıldığı için serbest zamanı ve bu zaman içerisindeki kültürel faaliyetleri olumlu şekilde değerlendirirken, Pascal, insanı sürekli gürültü ve telaşa iten her anını doldurma arzusunun, insanın ruhunun kurtuluşu için elzem olan tefekkür anlarını boğduğunu söylüyordu:
“Zaman zaman insanların çeşit çeşit oyalanma tarzlarını; bir sürü tartışmanın, tutkunun, cesur ve genellikle kötü girişimlerin yaşandığı mahkemede ya da savaşta kendilerini maruz bıraktıkları acıları ve tehlikeleri düşündüğümde, insanların bütün mutsuzluğunun tek bir olgudan kaynaklandığını, bunun da kendi odalarında sessizce oturamamaları olduğunu keşfettim. insanların, içindeki daimi mutsuzluk duygusundan kaynaklanan ve onları dışarıda meşgale ve eğlence aramaya sevk eden gizli bir içgüdüsü var”.
Marx için, sanatsal yeteneğin (ve doğal olarak serbest zamanın) belirli bireylerin elinde yoğunlaşmasının, bununla bağlantılı olarak geniş yığınlar arasında bu yeteneğin bastırılmasının en büyük nedeni iş bölümüydü. Çalışma saatinin oldukça kısıtlandığı komünist toplumda, ressamlar olmayacaktı, olsa olsa başka şeylerin yanı sıra resimle de meşgul olan ve içerisindeki yaratıcılığı özgürce sergileyebilen insanlar olacaktı. Komünist mücadele, aynı zamanda insanlığın sömürüden kurtulup, kendisini gerçekleştirebilme imkânlarına kavuşmasının mücadelesiydi. Damadı Paul Lafargue de, Tembellik Hakkı kitabıyla serbest zamanın cesur bir savunusuna imza atmıştı 19. yüzyılda…
Kültür endüstrisi
20. yüzyılla birlikte serbest zaman, bir anlamda, demokratikleşti. İşçi sınıfının iş saatlerini azaltma mücadelesi, Ekim Devrimi’nin etkisiyle “insanileşmek” zorunda kalan kapitalist dünya ve işçilerin tüketim gücünün keşfedilmesi, geniş kesimlerin daha fazla serbest zamana kavuşması sonucunu doğurdu. Ancak, bu bir başka yeniliği daha beraberinde getirdi: Kültür endüstrisi.
Kapitalizm, çalışma saatleri içerisinde sömürdüğü insanların boş vakitlerine de gözünü dikmişti. Bu alanlar sistem için üretken bir hale getirilmeliydi. Böylece kültürün, kapitalist piyasa koşullarına uygun bir şekilde üretilip, tüketilmesinin şekli şemaili belirdi. Bu yüzyılda tatil şirketlerinde patlamalar yaşandı, futbol başta olmak üzere spor endüstriyel bir kimlik kazandı, Hollywood gibi bir fenomen doğdu, dev medya şirketleri kuruldu, gazeteler magazinelleşti, müzik başkalaştı. İnsanların serbest zamanlarını talep eden bir profesyonel ordusu ortaya çıkmıştı. Birkaç yüzyıl önce, sanatçılar beğenilerini iyi bildikleri küçük bir azınlığa üretim yaparlarken, bu dönemin profesyonelleri geniş kitlelere beğeni üretiyordu.
Adorno’ya göre, bu dönem gerçekleşen şey, eskiden de var olan kültürel olguların, keskin bir şekilde metalaşması; kültürel ürünlerin endüstriyel bir şekilde ve ticari kaygılarla üretilmesiydi. Bunun çıktısı ise kültürel alanda standartlaşma, hep aynı olanın yeniden gelişiydi. Eğlence işletmesi olarak kültür endüstrisi, kültürü eğlenceye, sanatı ise oyalamaya dönüştürüyordu. Dallas Smythe ise insanların serbest zamanlarında televizyon izlerken bile üretimde bulunduklarını söylüyordu. İzleyici, televizyon kanalları için reklamverenlere satılan bir metaydı nihayetinde. İnsanlığın büyük bir kesimi, belli bir oranda, serbest zamana kavuşmuştu kavuşmasına; ancak bu bile işe koşulur bir mahiyete büründürülmüştü. Serbest zaman, sistemin mantığı çerçevesinde, sistemin çıkarları doğrultusunda fethedilmişti.
Dijital çağ
“Önceden bir beğeni vardı, şimdi birçok beğeni var.
ama söyleyin bana insanlar bu beğenileri
nerede buluyor?” (Goethe)
Derken dijital çağ ve internet geldi. Artık insanlar televizyonun, radyonun ya da gazetenin karşısında edilgen bir izleyici olmayacaktı. Kendi benlikleri, beğenileri ve ilgi alanlarına uygun ürünlerin peşinde koşacak, hatta bunları üretecek, kendi serbest zamanını kendisi örgütleyecekti. Byung-Chul Han’ın dediği gibi: “Günümüz toplumu Foucault’nun bahsettiği hastaneler, tımarhaneler, hapishaneler, kışlalar ve fabrikalardan oluşan bir disiplin toplumu değil. Bunların yerini çoktan beridir fitnes salonları, bürolardan oluşan gökdelenler, bankalar, havaalanları, alışveriş merkezleri ve gen laboratuvarları aldı. 21. yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de itaatkar özne değil, performans öznesidir. Bu özneler kendi kendilerinin müteşebbisleridir” (Yorgunluk Toplumu, çev. Samet Yalçın, Açılım Kitap). Kapitalizmin post-fordist hali, sürekli kendisine “yatırım yapan” kariyer makinelerini arzuluyordu. Serbest zaman, kendini geliştirme adına, kapitalizme bir halatla daha bağlanıyordu.
İnternetin sunduğu içerik ve potansiyel, çok değil yirmi sene öncesine göre hayal edilemeyen bir noktadaydı. Konuyu Netflix’e getirirsek, internet sayesinde artık insanlar kendi zamanlarının hakimiydi. Örneğin, eskiden Çemberimde Gül Oya’nın final bölümünü herkes aynı anda izlemek zorundayken, şimdinin dizilerinde öyle bir boyunduruktan söz edilemezdi. Dominic Pettman’ın (Sonsuz Dikkat Dağınıklığı) sözleriyle yeni “eğlence medyası zamansal değil mekânsal bir nitelik kazanır: artık tarihsel ya da kronolojik anlayışla yaklaşmaksızın farklı çağlardan yeni hikayeler keşfederek üzerinde dolaştığımız dinamik bir mimari biçimdi” Netflix ve benzerleri…
Ancak bu “sınırsız” alanda serbest zamanı örgütlemek daha zor bir hale gelmişti. Çalışılan süre yirmi sene önceye göre aşağı yukarı aynıydı; oysa izlenmesi gereken diziler/filmler, okunması gereken kitaplar, takip edilmesi gereken youtuber’lar, çekinilmesi gereken fotoğraflar dağ gibi zihnimizin bir köşesinde birikiyordu. Siberuzam ile serbest zaman arasındaki ağır dengesizlik, bir tür anksiyete olarak dönüyordu bize. Netflix saniyeler içerisinde yeni bölümü önümüze sererken, Kindle, içerisinde binlerce kitapla öylece yatarken, spor salonunu, konserleri ihmal etmemek gerekirken, herkes kendi serbest zamanının küratörü olmak gibi bir görevle karşı karşıya kalıyordu.
Netflix hazımsızlığı
Bunun yanında, tüketilenleri sindirmek gibi bir iş de vardı. Pettman’ın söylediği gibi “Netflix’te bir dizi maratonu yaparız ama sindirdiğimiz onca bölümü nasıl kusacağımızı bilmeyiz”. O kadar şeyi izleyip, okuyup, takip edip bütün bunların bizde ne bıraktığı, başka bir anksiyetik soruydu. Sözü yeniden Byung-Chul Han’a verirsek: “Olayların, bilginin ve imgelerin sıkıştırılması bulunmayı imkansızlaştırır. İmgelerin dur durak tanımadan art arda gelmesi bulunan bir düşünceye izin vermez. Retinaya sadece bir anlığına temas eden imgeler dikkati sürekli üzerinde tutamaz. Görsel uyaranlarını hızla boca ettikten sonra sönüp giderler. Vurgulu anlamıyla bilgi ve deneyimden farklı olarak, enformasyon ve yaşantılar kalıcı veya derin bir etki bırakmaz” (Zamanın Kokusu, çev. Şeyda Öztürk, Metis).
Aslında belki de, internet içeriği o kadar kontrolümüzde de değil. Onun içerisinde yaşadığımız sınırsız deneyim, ortalamadan kaçınan biricikliğe sahip olabilir evet ama, sonuç olarak bütün güzergahları belirleyen yine de bir avuç dev şirketten ibaret. Pettman’ın vurguladığı gibi, internet kişiye özel kaçış hatlarına izin veriyor, hatta bu kaçış hatlarını teşvik ediyor, ama bunu alternatif seçenekleri görebilmek, sonrasında ise devamlı bir kodlama işlemine tabi tutarak veritabanına daha da iyileştirilmiş şekilde yeniden katabilmek için yapıyor. Diğer yandan, günümüzün içerik üreticileri, on yedinci yüzyıldakilerden daha fazla geribildirime ve etkileşime açık, tüketiciler tarafından daha etkili bir şekilde yönlendirilebiliyor, ama Spotify’da potansiyelini gördüğümüz gibi, bu, çeşitli algoritmalarla, üretimin belli bir vasatta yığılması gibi bir sonuç da üretebilir (ki pek muhtemel).
Sonuç olarak, erişilebilir olanın, tüketilebilir olandan milyon kat fazla olduğu, sistemin kendi eleştirisini yine kendisinin ürettiği, kişiselleştirilmiş “deneyimlerin” geniş bir ortalama çıkartmak için kullanıldığı böyle bir çağın insanları için, kendini gerçekleştirme ideali, eskilere nazaran pek de kolay ulaşılabilir bir yerde durmuyor.
Aksine eskilerin yazdıkları bizimle konuşmaya devam ediyor. Serbest zamanı, internetle sınırlı olmayan, özel kaçış hatlarıyla örgütlemeyi; özgürleştirici deneyimlerle kurgulamayı düşünmek gerekiyor sanırım.