24 Nisan 2010

Zümrüdüanka

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, vakit sırf güneşten ibaret iken...

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, vakit sırf güneşten ibaret iken, uzak diyarlara yolculuk için evimden ayrıldım.
Anamla babamı daha çekmeden acıtan hasretle kucakladım, doğduğum eve şöyle bir baktım, bir daha aynı insan olarak dönmeyeceğimi hissettim.
Evim neresi, o an hiç bilemedim. Şehre mi, o şehre ait kendime mi veda ettim bilinmez, yola koyuldum.
Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir geri dönüp baktım ki, fersah fersah yol gitmişim. Gitmişim de, yorgunluktan bitmişim. Su kenarında bir han buldum, içeri girdim.
Girdim ki ne göreyim; içeride envai çeşit yemek, içki, şen şakrak gülen, dans eden insanlar, hareketli, davetkar bir müzik.
Dost meclisinde misafir makbulmüş. Hemen beni de aralarına aldılar, yiyip içip söyleşmeye başladık.
Saatler, günler, haftalar geçti. Ne sofranın bereketi, ne çalgıcıların enerjisi, ne konukların kahkahaları azaldı. Vakit nasıl uçup gitti anlamadan öyle güzel dostluklar kuruldu, öyle keyifli hatıralar birikti ki...
Diğer yandan, seyyahlıkla öğrenmeye çıkmış ruhumu kaç haftadır bir ışıksız devinime, bir sonsuz sefahate terk ettiğim duygusu da yakamı bırakmadı bir türlü.
Kendime ve dünyaya verdiğim söze karşı çıkamadım, yeni dostlarımın ısrarına rağmen handan ayrılıp yola devam etmeye karar verdim.
Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir geri dönüp baktım ki, bir arpa boyu yol gitmişim. Gözlerime inanamadım. Yollar katetmemi sağlayan kudretimi, geride bıraktığım handa tükettiğimi anladım, korkudan, çaresizlikten, ağlamaya başladım.
Ben bir ağacın altına oturmuş içimi çeke çeke ağlar ve bir çare için sessizce yalvarırken, arkamda bir çıtırtı duydum. Bir baktım, gözlerim kamaştı. Tüyleri cevher, kocaman, afet-i devran bir kuş, Zümrüdüanka Kuşu! Öyle şaşırdım ki, hiçbir şey diyemedim, öylece bakakaldım. Anka Kuşu dile geldi:
“Aslında beni sadece bilgeler çağırabilir. Oysa sen henüz ham iken, bilgelik için çıktığın yolda, ruhunu beslemek için çıktığın yolculukta, sadece sefahate takıldın, çok vakit ve çok çaba harcadın, yorgun düştün. Ama öyle içlendin, öyle pişman oldun ki bunu görünce, yoluna devam etmeye karar verdin.
Pişmek yolunda, hatalarını görüp geri dönebilmek büyük erdemdir. Pişmanlık duymadan, önüne bakarak...Bu erdemden dolayı da, çaresizliğini temiz dileğine katıp, içinden bir mucize geçirince, ben geldim.
Seni Kaf Dağı’nın ardına götüreceğim. Kanatlarımda dinlen, sonra uzun yollar seni bekler. Daha görecek çok şeyin var.”
Anka Kuşu’nun kanatlarına oturdum; uzun yollar aldık, efsunlu diyarlar geçtik, Kaf Dağı’nın ardına geldik. Anka Kuşu beni bıraktı, söyleyeceğini söylemiş tüm mütevekkil bilgeler gibi, suskunluğunu alıp, uçtu gitti.
Yeniden yürümeye başladım. Gittim gittim, ejder ülkelerinden, derviş mekteplerinden, uçsuz bucaksız bahçelerden geçtim. Bir ardıma dönüp baktım, başladığım noktayı göremez olmuşum, olmuş da çok yorulmuşum. Dağ eteğinde bir han buldum, içeri girdim.
Girdim ki ne göreyim, içeride duvarlar boyu cilt cilt kitaplar, huzurlu, sessiz ama mutlu görünüşlü insanlar. Masaların etrafında derin sohbet içindekiler, ateşin karşısında kitaplara gömülmüşler. İnceden tınlayan, uçucu bir müzik.
Hikmet köşesinde misafir kabulmüş. Hemen beni de aralarına aldılar; kah okuduk, kah tartıştık, kah sükunetten güç alıp kendimizi uykulara bıraktık.
Dünya nimetlerinden uzak, bilgiyle dopdolu günler, haftalar aktı gitti. Bir yandan içim yıkanırken, o tanıdık rahatsızlık duygusu, içten içe beni sarmaya başladı. Açtım, susuzdum, huzurun tam içinde huzursuzdum. Yapılacak tek şey vardı. Bu defa içim daha rahat, güzel dileklerle o handan da ayrıldım.
Gün ışığından ne zamandır uzak gözlerim parlak ışıkla kamaşmış, ilk kez görür gibi hayranlıkla doğayı izlerken, uzun süredir içimde pişen yeni bir farkındalığın beni usulca sardığını hissettim.
Heyecanla etrafa bakındım, rüzgarlarla yedi düvele haber saldım, Anka Kuşu’nu çağırdım, gelmedi. Yürümeye başladım. Yiyecek ekmeğim, içecek suyum olmadan yorgun argın, ama gülümseyerek yürüdüm.
Uzun uzun yürüdüm. Yeni diyarlarda yeni insanlar tanıdım. Ne eve nasıl döneceğimi, ne nereden yemek bulacağımı biliyordum, ama yine de mutluydum.
Anlamıştım.
Dünyanın çatısı ne tamamen sefahatten, ne tamamen sükunettendi. İnsanın, önüne serilen tüm nimetlerden ihtiyacı ölçütünde faydalanmasıydı aslolan. Ruhunu beslerken bedenini, bedenini doyururken, aklını unutmadan...
Bunları düşünürken uyuyakalmışım. Gözlerimi turunçlu bir bahçede açtığımda, karşımda bir çift güzel göz gördüm. Anka Kuşu bana sıcacık baktı, yeniden dile geldi:
“Beni en bilge kişiler bile sadece bir kere yardıma çağırabilir. En çaresiz anlarında çare olur, sonra dönmemecesine uzaklaşırım. Handan çıkıp beni çağırdığında gelemezdim. 
Ne zaman ki öğretinin tevekkülüyle boyun eğip mutlu oldun, seni kurtarmaya değil, kutlamaya geldim.
Ama bak efsunlu çocuk, çok bildin de oldun sanma. Hala yolun başındasın, tüm mümkünlerin kıyısındasın.
Öğrendiklerinin değerini bil. Yanına bütün yolculuğundan dostlukları, öğrenilenleri, eğlenilenleri, dinlenilenleri, yenilip içilenleri, okunanları al, hiçbir hatırayı unutma.
Görmeyi bildiğin müddetçe geçmişin, geleceğin kadar kıymetlidir, unutma...Bin kanatlarıma, eve gidiyoruz...”
Uçtuk, uçtuk, engin dağlar aştık, billur sular geçtik. Eve geldik.
Evim ki artık bilirdim, nerede konaklarsam benim içimdeydi, yine de insanın ilk durağı, ailesinin yüreğiydi. Kavuştuk, doyduk, güldük, konuştuk. Sonra uyumuşum. Rüyamda Zümrüdüanka Kuşu’nu gördüm.

Yazarın Diğer Yazıları

Haydi vur kendini şaraba, kedere ve aşka vur

Bugünlerde ölümün tekinsiz nefesi kulaklarımızda bir tokat gibi üst üste patlıyor

Kral Çıplak!

Bir varmış, bir yokmuş. Dört mevsimin birden yaşandığı cennet bir diyarda çelişki her şeyden çokmuş...

Seks Köleliği ve Grinin Ellibirinci Tonu

Türkiye medyasının en libidosuna kuvvet kalemlerinin “ay bayıldım!” çektiği...

"
"