05 Şubat 2011

Zalim Bir Gazetecinin Portresi

İsimlerimiz seçimlerimizi yansıtmaz. Çoğunlukla ailemizin seçimlerini, bir ölçüde aile...

İsimlerimiz seçimlerimizi yansıtmaz. Çoğunlukla ailemizin seçimlerini,  bir ölçüde aile profilimizi yansıtabilir. Zamanın isim modalarını, ünlü sanatçıların, futbolcuların ya da gündemdeki akımların izlerini içinde taşıyabilir. 
Öte yandan, isimlerimiz, bazen “büyüdükçe” olmayı seçeceğimiz bireyin kişisel özelliklerine yansır; bazense, başkalarının bizimle ilgili ilk algılarını şekillendirdiği için olacak, bizim tarafımızdan zamanla içselleşir. Böyle böyle, çoğumuz ismimizin çağrıştırdıklarıyla bütünleşiriz.
Gazeteci beyefendinin ismini 71 yıl önce koymuşlar. Doğduğu yıl, II. Dünya Savaşı’nın can yaktığı o korkunç zamanlar hemen kapının ardındaymış. Sanki asker kökenli aile, kimlerden ya da neden bilinmez, ama oğulları hayat boyu bir şeylerden hınç alsın istemişler. 
İsminin çağrışımlarıyla büyümüş. Subay babasının tayinlerine paralel, farklı farklı şehirlerde okumuş. 
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tek bir dönem okuduktan sonra, lise yıllarını geçirdiği Ankara’ya dönmüş, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş.  
Henüz 17 yaşında bir delikanlıyken, sıkıyönetim yıllarının eksiltilmiş gazetelerinde spor sayfası yazarak gazeteciliğe adım atmış. Ardından televizyon sayfaları, beyaz ekranda spor programları, her telden çaldığı köşe yazıları gelmiş. 
Yıllara yayılmış yazma deneyimi bu anlamda takdire şayan. Çok iyi bildiğim bir konu olmamakla birlikte, sanırım spor bilgisi de kuvvetli. Ancak salt yazma deneyimlerini üst üste koyarak “yazar” olunmayacağının da, canlı bir panosu gibi...
“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” uzmanı. Bu özelliği, polemik sevdası ve araştırma eksikliği yüzünden köşesinden dilediği özürler, yayınladığı tekzipler eksik olmuyor. 
Kişisel beğenilerini tekrar tekrar, uzun uzun yazarak, belli sanatçıların, belli mekanların, belli film ve kitapların, hatta zaman zaman kim olup ne yaptıkları belirsiz bazı fotomodellerin ününe ün katabiliyor. 
Köşesinden aldığı gücü beğenilerine yansıtması anlaşılır bir şey. Ancak bunun yanında, izlemediğini açık açık belirttiği bir filmi, “yazılan tüm yazıları okuyarak kötü olduğuna kanaat getirdiği” için karalayınca; “iyi olmadığını işittiği için” gitmediğini belirttiği bir mekanı canhıraş eleştirince; beğenileriyle ilgili inandırıcılığı da kanımca büyük oranda azalıyor. 
Sosyal medyaya karşı yok sayan ve küçümseyen tavrını ileri yaşına vermek, ileri yaşın üsluba da biraz olgunluk kazandırması gereken bir şey olunca, oldukça zorlaşıyor. 
“Twitter denen rezillik”, “Facebook’muş, chat’miş, sanal dünyada bunlarla öldürülemeyecek vakit”, “Ekşi sözlük diye bir şey varmış, 5 dakika baktım, midem bulandı kapattım” derken, çağımızın en büyük fenomenlerinden biri olan, koskoca sosyal medya gerçeğini, bilindik üslubuyla, tek kalemde çöpe atabiliyor. 
İleri derecede cinsiyetçi, erkek egemen bir adalet ve ahlak anlayışı var. Bu özelliği, bir de “herkes ne yazıyorsa ille de tersini yazmayı” muhalif bir duruşla karıştırması yüzünden, eleştiri ya da sorgu boyutunu aşan, son derece acımasız bir biçem tutturabiliyor. 
Gündemin, iç yüzünü tam olarak bilmediğimiz ve bilmeden ithamlarda bulunmanın son derece yanlış olduğu bir dramında, üstelik ölüsü henüz toprağa karışmamış bir kadını, “su yolunda kırılan bir su testisi” diye yaftalayabiliyor. Bu kadının, kocasına (varsayılan) ihanetinin eş başrolündeki er kişi ise, aynı yazıda “bizim kerata” diye anılıyor. 
Beyefendiyi kişisel olarak tanımıyorum. Yaşımın iki katından fazla olan yaşına ve birikimine de saygım var. 
Ancak yazının başlığına da el vermiş olan “zalim”liğini ilk kez dillendirmiş olan, büyük ozan Sezen Aksu’nun, kolay kolay öfkesine yenilmeyen, yenilse de açık etmeyen, geniş gönüllü Kraliçe’nin; 2004 yılında sitesinde, 25 yıllık eski bir dostuna uzun bir mektup olarak kaleme aldığı sözlerine, “su testisi” yazısından sonra daha da yürekten hak vermemek, gerçekten elde değil; 
“Bu adam zalim. Bu öyle bir cümle ki; adaleti olan ya da en azından adaletli olma derdinde olan biri bu cümleyi zekanın yarattığı gerekçelerle kurmayı kendine yakıştırmaz. Adaletli biri ancak kendine, kendi doğrularına, zaaflarına, hırslarına, egosuna gerçekten mesafe koyabildiğinde ve vicdan bunu onayladığında içindeki savaşçının önünü açar.” 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Haydi vur kendini şaraba, kedere ve aşka vur

Bugünlerde ölümün tekinsiz nefesi kulaklarımızda bir tokat gibi üst üste patlıyor

Kral Çıplak!

Bir varmış, bir yokmuş. Dört mevsimin birden yaşandığı cennet bir diyarda çelişki her şeyden çokmuş...

Seks Köleliği ve Grinin Ellibirinci Tonu

Türkiye medyasının en libidosuna kuvvet kalemlerinin “ay bayıldım!” çektiği...

"
"