Sex and the City’nin devam filmi, ABD ve İngiltere’de geçen hafta vizyona girmiş ve ortalığı birbirine katmıştı. Batılı eleştirmenler, basına özel gösterimin ardından, filmi yerden yere vurmuş, 'can sıkıcı', 'dizinin ruhuna aykırı', 'ırkçı' ve 'Müslüman-karşıtı' sıfatlarıyla taşlamıştı. Buna rağmen film, gösterildiği salonlarda daha ilk günden milyon dolarlık gişe hasılatı yapmıştı.
Filmin Türkiye vizyon tarihi de 4 Haziran olarak belirlenmişti. Dünyanın en prestijli moda dergisinin Türkiye’deki temsilcisi Vogue (ya da Hüseyin Çağlayan’ın reklam vurgusuyla Vögg) dergisi de bu cuma vizyona girecek olan film için dün akşam İstanbul’da özel bir davet düzenlemişti. Küçükçiftlik Parkı'nda, ilk gösterimin ardından, bir de parti düzenlenecekti.
Daha sonra, Doğuş Medya Grubu, pazartesi gününü kana, ülkemizi yeni belirsizliklere boğan üzücü gelişmelerin ardından, organizasyonu iptal ettiğini duyurdu. Bu, son derece anlaşılır; provokatif başlıklar yüzünden güvenliği bile tehlikeye girebilecek partinin iptal edilmesi, kuşkusuz, sağduyulu bir karar.
Ne var ki, filmin vizyona giriş tarihi de, bir basın bildirisiyle, yeni bir tarih belirtilmeden ertelendi.
Türkiye’de bu film ile aynı anda vizyona girecek olan diğer filmlerin hiçbiri; ayrıca 31 Mayıs gecesi düzenlenen ve herkes tarafından çok beğenilen Bob Dylan ve 3 Haziran’daki Rihanna konserlerinin iptal edilmemesi dikkat çekici.
* * *
Derinden, çok uzun vadeli ve istikrarlı bir dış politika duruşu sergilenmeden, rüzgarın estiği yöne doğru ve yüzeyde kalan yansımalarla kurulan ilişkilerin, ürkütücü sonuçlarından ikisini aynı anda gördük dün...ki bu süreçle ilgili kanımca en sağlam, en çok yönlü analizlerden birini, yine Doğan Akın, Pazartesi günkü yazısında yapmıştı.
Kalbimiz önce İskenderun’da, ardından Mavi Marmara’da attı, üzüldük, kızdık, korktuk. En çok da korktuk.
Ben kendi adıma, geleceğin belirsizliğinden, İsrail’in fütursuzluğundan, dünyayı ve hepimizi nelerin beklediğinden korktuğum kadar, dün Taksim Meydanı’nda ve Ankara’da büyükelçilik konutunun önünde sergilenen görüntülerden de korktum.
Özellikle, Taksim Meydanı’nda düzenlenen protesto mitingindeki, hangi sürat ve organizasyonla toplandıklarını anlayamadığım, heykellere başörtüsü takan, tekbir getirip intikam çığlıkları atan kin ve nefret dolu lumpen güruh; hani olur ya, Türkiye'ye şeriat gelirse nasıl bir görüntü olur; İstanbul’un bohem, yaşanmışlık dolu, özgür yüzlü İstiklal Caddesi nasıl bir çehreye bürünür; nasıl, neden ve hangi süreçlerle toplum bu insanları yarattı düşüncelerini, yeniden aklıma düşürdü ve bana kalırsa, bu görüntüler, en az İsrail’in kendisi kadar korkutucuydu.
Haksever, vefalı, dost canlısı sandığımız bazı vatandaşlar, en ufak bir dolduruşla, olayda hiçbir dahli bulunmayan Türk Musevi komşularına, nasıl bir birikmiş nefreti yeniden yansıtır, 6-7 Eylül sinyalleri nasıl yeni baştan alınır; bu olasılığı görmek de çok korkutucuydu.
Diğer yandan, kendi başkanlarıyla, polis ve güvenlik teşkilatlarıyla ve devletin üst düzey kurumlarıyla açık seçik dalga geçebilme özgürlüğü taşıyan bir ülkenin yapımı olan; hiçbir politik iddia taşımayan; dibine kadar romantik komedi türünde bir filmin; Birleşik Arap Emirlikleri ile ilgili eleştirel görüşler belirtiyor diye, Türkiye’de apar topar gösterimden çekilmesi; birilerinin, birilerini bunca sindirebilmesi de korkutucuydu.
* * *
Geçen hafta, burada da izleyebildiğimiz bir Türk televizyon kanalının tartışma programlarından birinde, “bu filmmm, müslüman karşıtıdırrr” diye gürleyen kızgın beyamca’ya sunucu soruyor; “efendim, henüz Türkiye ile Avrupa’da vizyonda değil ama, siz Amerika’da mı izlediniz?”.
“Yoo, ben filmi izlemedim” diyor kızgın beyamca, stüdyoda durum komedilerinden fırlamış gibi görünen garip bir sessizlik yaratarak; o anda, fonda, bir tek gülme efekti eksik, onu da ben ekran karşısında ivedilikle sağlıyorum!
Sanmayın ki, ben de etrafta bolca bulunan bu kızgın beyamcalar, sinirli hanımteyzeler gibi işkembeden atıyorum!
Sex and the City 2, Amsterdam’da geçtiğimiz Perşembe günü vizyona girdi. Perşembe, Cuma ve Cumartesi günü bilet almayı denediğim tüm seanslar dolu olunca, filmi sonunda, Pazar günü suarede izleyebildim. Zaten, neredeyse Sex and the City ile duygusal bir bağı olduğunu bile söyleyebilecek bir kişi olarak, hemen izlemesem çatlardım.
* * *
Seks ve Şehir, bilmeyen kaldıysa eğer, Candace Bushnell'in aynı adlı romanından televizyona uyarlanmış olan, ABD`de 1998-2004 yılları arasında toplam altı sezon ve 94 bölüm olarak yayınlanmış bir televizyon dizisi.
Dizide, kariyer sahibi ve başarılı, “büyük elma” New York’ta yaşayan dört kadın arkadaşın öyküsü anlatılır. Bir yandan, modern ve kariyer sahibi kadınların duygusal ve cinsel yaşamlarından kesitler sunarken, diğer yandan bu profildeki kadınların hayattan ve ilişkilerden beklentilerinin neler olduğu konusunda küçük ipuçları verir.
Cesur, zaman zaman oldukça müstehcen, bazen gerçek olamayacak kadar pırıltılı ve şımarık bir dizidir. Öte yandan da zeki diyaloglar, derinde yatan duygu, aşk arayışı, kadın dayanışması ve dostluğu, moda düşkünlüğü anlamında, Batı’lı, kentsoylu ve eğitimli kadınlar adına, evrensel bir birleştiriciliği, ince bir mizahı, keyifli bir inandırıcılığı vardır.
Böyle farklı bir bileşke sunabildiği için de, milyonlarca insan tarafından çok sevilmekte, 2008’de vizyona giren ilk film de, geçen hafta vizyona girip yankıları süren ikinci film de, kapalı gişe oynamaktadır.
* * *
Son filmde, kendi adıma, dizinin büyük hayranı olduğunu belirten Penelope Cruz’un konuk oyuncu olarak yer aldığı kısacık bar sahnesine, tüm eleştirilere rağmen Liza Minelli’nin Beyonce şarkısıyla yaptığı şova, Carrie’nin, gay arkadaşı Standford’ın düğününde “sağdıç” olarak giydiği Dior smokine, Charlotte ve Miranda’nın annelik üzerine iç döktükleri sahneye bayıldım.
“Kızların”, artık makyaj ve botoksla gizlenemeyen, oldukça yaşlanmış halleri; gişe beklentisi yüzünden üst üste devam filmleri yapılan her lezzetli yapım gibi, tekrarlandıkça bozulan tadı; her konuya dokunalım derken hiçbir derinlik sunamadan, Carrie ve Mr. Big evliliğinde bile bize eskiden hissettirdiği özdeşleşmeyi hissettirememesi ve bu anlamlarda dizinin “kutsal” ruhuna ihanet etmesi, benim de eleştirebileceğim noktalar olsa da, yine de, hoş bir seyirlik olarak, filmi zevkle izledim.
Zaten bunlar da, filmin topa tutulmasının asıl nedeni değil...
Filmde, 4 kadın, bütün masrafların karşılandığı bir gezide Abu Dabi’ye gidiyorlar.
Orada, Ortadoğu’nun son derece bağnaz ve kadınlara tümüyle ikinci sınıf insan muamelesi yapan kültürüyle karşı karşıya geliyorlar.
İlk kez peçeli ve çarşaflı kadınlar görüyor, bir yandan da “yeni Ortadoğu’nun”, şekilci Müslüman yaklaşımlarına tanık oluyorlar. Filmde, Carrie’nin, baharat çarşısında ilk kez duyduğu ezan sesini huşu içinde dinlediği an vurgulanırken; ya da örtülü kadınlarla, açık seçik asla dalga geçmezken, fosforlu pembe haşeması ve türbanıyla havuza girmiş, ve doğallıkla, tüm aykırılığıyla dikkat çeken bir kadına, kendi aralarında gülüştüklerini izliyoruz.
Samantha’nın ahlak polisine yakalanmasından sonraki sahnelerin bazılarını, ben de abartılı ve gereksiz bulsam da, filmin bunca yankılanacak denli Müslüman düşmanı olduğunu da hiç düşünmedim.
Ayrıca, uluslararası arenadaki, özellikle 11 Eylül sonrası giderek yükselen, müslümanlığa karşı son derece olumsuz bakış açısı, ne bu filmle ortaya çıktı, ne de beslendi.
* * *
Özgürlükler alanında yaptığı çalışmalarla tanınan, Fransa`nın önde gelen laiklik uzmanlarından olan ünlü Fransız hukukçu Prof. Dr. Jacques Robert, Danimarka’daki islami karikatür krizinin ardından, Zaman gazetesine verdiği röportajda, Batı`da İslam`a yönelik olumsuz bakışın büyümesinde, son yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin ve El-Kaide gibi örgütlerin eylemlerinin büyük rol oynadığını, derinlemesine anlatıyordu.
Dünya gazetesinde yayımlanan başka bir haberde, Etnik çatışmalar ve azınlıklar konusu uzmanı Bath Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Stefan Wolff, Türkiye`nin AB üyeliğinin medeniyetler çatışmasını önleyeceği görüşünü belirterek, “bazı insan ve gruplara ne kadar ters gelirse gelsin, farklı fikirlerin yayımlanmasına hoşgörüyle bakılması genelde doğru ve tartışılmaması gereken bir ilkedir” görüşünü savunuyordu.
Bugünse biz, bir yandan, hangi nedenle olursa olsun terörü lanetler, haksız yere öldürülenlere, karanlık ve engebeli geleceğimize üzülürken; diğer yandan hem inançlı ve maneviyatı yüksek bireyler olup, hem çağdaş, açık görüşlü ve farklılıklara karşı hoşgörülü olabilmeyi öğrenebilecek miyiz diye kaygılanmaktayız.
Bırakın “medeniyetler birleşmesini”, kendi yurdumuzda barışçıl bir birlik sağlayabilecek miyiz diye düşünüyor ve duyarlı aydınlar olarak, ekseriyetle korkuyoruz...
Özenle, çabayla, özellikle, kendi yurdumuzda “biz ve onlar”laştırıldık.
Şimdi, büyük güçlerce kurgulanan ve aracılarıyla ilmek ilmek işlenen, “Ilımlı İslam, yeni Ortadoğu” modeline, düşünsel, sivil, demokratik ve yasal yollarla topyekün kafa tutacağımıza, ne acıdır ki, “onlar” sıradan bir filmden korkuyor, “biz” ise, o sıradan filme gitmiş olduğumuz için suçlanmaktan...