Joanne Greenberg'in yarı otobiyografik özellikler taşıyan romanı “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, şizofreninin karanlık odaları ve aklın gizleri üzerine pek çok ipucu taşır. Öte yandan, özellikle baş kahramanı Deborah ve psikoterapisti Dr. Fried arasında geçen uzun diyaloglarla, toplumun yerleşik değer yargılarına çarpıcı bir eleştiri getirirken, okuru da "normal" kavramının kaygan zeminini sorgulamaya iter.
Yıllar önce, orijinal baskısından, oldukça çarpılarak okuduğum bu romandan parçaların yanısıra, konu üzerine okumuş olduğum çeşitli bilimsel makaleler, “Üçüncü Sayfa Haberi” olarak tabir edilen haberleri okurken, sıklıkla aklıma gelir. Dün de, utanç, dehşet ve nefretle, “Ahlak polislerinin tecavüzü” haberini okurken yine aklıma düştü.
Açıkçası bu ve benzeri haberler, “kendi yeğenini fidye için kaçırıp sonra parçalara bölerek yakarken yakalanan adam” türevi, ıslah edilemeyecek bir şiddet boyutu taşıyan ve ancak “normal” olmayan bir akılla açıklanabilecek olan haberlerin bende uyandırdığı dehşet duygusunun bile üzerinde kalıyor.
Öyle ki, meslek gereği birçok insanın yaşamına uzun soluklu olarak değen öğretmenlerin, ya da deliliğinin üzerine kılıf olarak bir de “ucuz otorite”yi giyinen ve silahlanma yetkisini alan polislerin; olabildiğince tedavi altına alınarak topluma kazandırılmaz ise en çok kendine ve yakın çevresine zarar verebilecek bir şizofrenin hazin öyküsünü mikro bir boyuttan alıp, makro bir korkunçluğa sürükleyebilecek olmaları, kanımca daha da korkutucu.
Yakın geçmişte basında kendine yer bulmuş iki farklı haber, bu konuda da toplumsal anlamda ne kadar hazırlıksız, ne kadar tehlikelere açık bir noktada bulunduğumuzu anımsatır nitelikteydi.
Sokakta tanımadığı birisini “kendisine sert baktı diye” öldüren bir polis memuruna paranoid şizofreni tanısı konmuş, “cezai ehliyeti” bulunmaması nedeniyle, hiçbir ceza almamıştı. Bu ve benzeri haberlerin ardından, son zamanlarda, ayrıca, emniyet teşkilatındaki intihar ya da cinnet gibi olayların artması üzerine, Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü İsmail Çalışkan açıklama yapmıştı. “Polisin çalışma saatleri çok uzun, bu polisi fizyolojik ve psikolojik olarak etkiliyor. Polis Koleji ve Polis Akademisi'ne başvurularda 'ruh sağlığının yerinde olması ve daha önce intihar girişiminde bulunmamış olma' şartı aranıyor. Adaylar bu konuda çok sıkı kontrolden geçiriliyor. Ancak mesleğe başladıktan sonra bu konuda düzenli bir kontrol ve destek sistemi oluşturulmuş değil” denmişti.
Üsküdar’da bir ilköğretim okulunda görev yapan bir öğretmen, eşi ve iki çocuğuyla birlikte Ataşehir’deki bir öğretmenevinde kalmak için başvurup, İstanbul’da yaşadıkları için bu istekleri geri çevrilince, Savcılığa giderek, “Öğretmenevinde kahvaltı ettik, zehirlenip cinsel tacize uğradık” diye şikâyette bulunmuştu. Savcılık ise gerekli araştırmaların sonucunda, öğretmenin ağır şizofreni vakası olması nedeniyle takipsizlik kararı vermişti. Görevine devam eden öğretmenin durumuysa bir başka sorunu daha gündeme getirmişti; “Ruhsal durumu ne kadar ağır olursa olsun milli eğitim müdürlükleri, öğretmeni devlet memuru olduğu için görevden alamıyor”.
Türkiye’de ve dünyada, suç işlemiş ya da suça yatkın olan şizofrenlerin demografik özellikleri üzerine yapılmış birçok araştırma var. Araştırmaların sonuçları, yoksulluk ve eğitim eksikliğinin, sadece genel olarak suç oranlarını değil, ruh sağlığına olan olumsuz etkileri nedeniyle, adi suçların şiddetini de artırdığını ortaya koyuyor.
Geçen haftalarda, "Dünya Ruh Sağlığı Günü" dolayısıyla yapılan yazılı açıklamada, Türkiye Psikiyatri Derneği, uluslararası alanda da sıklıkla vurgulanan yoksulluk ve sosyal dışlanma konusunun, ruhsal sorunların yaygınlaşması açısından en belirleyici etken haline geldiği kanısında olduğunu belirtti.
Türkiye Psikiyatri Derneği açıklamasında, yoksulluğa karşı mücadelede tüm toplumu ve özellikle riskli grupları kapsayan etkin devlet politikaları geliştirilmesi gerektiğine, gelir dağılımı eşitsizliklerinin giderilmesi için her aşamada etkin çalışmalar yürütülmesinin önemine işaret etti.
Birçok nokta gibi, bu noktada da, AB Uyum Yasaları kapsamında yapılan bazı değişikliklerin, kanımca birçok başka yasayla desteklenmesi ve devletin kurumlarına yerleştirilmesi gerekiyor.
Türkiye’de uyum yasaları gereği kaldırılan idam cezası, insan hakları çatısından bakıldığında, insan hayatlarına karşılık verilen üç kuruş 4 aylık cezalarla nasıl örtüşmüyorsa, Ruh Sağlığı Yasası’nın, 2000’li yılların başından beri ciddiye alınıp çıkarılamıyor olması, yeni ve son derece ciddi tehlikeleri beraberinde getiriyor.
Türkiye’nin, acilen çıkarılacak bir Ruh Sağlığı Yasası’na, ulaşılabilir, yaygın ruh sağlığı ve tedavi hizmetlerine ihtiyacı var.
Toplumsal eşitsizlik, eğitimsizlik ve yoksulluk ile suç, birbirleriyle de bağlantılı olarak artıyor. Ne yazık ki, üstkurumlarca atılacak köklü bilimsel, ekonomik , insani ve hukuksal adımlar ve acilen gerekli caydırıcı uygulamalar, bizlere gül bahçesi vadetmekten oldukça uzak. Varsın güllerimiz geç açsın, ama yine de artık bir yerlerden başlamak gerek. Yoksa, pek çok anlamlarıyla toplumsal çöküntüye doğru hızlı ilerleyiş, neredeyse kaçınılmaz olacak.