Türkiye İstatistik Kurumu, 2010 yılı Yaşam Memnuniyeti Araştırması sonuçlarını geçtiğimiz günlerde açıkladı.
2003 yılından beri her yıl düzenli olarak Yaşam Memnuniyeti Araştırması gerçekleştiren TÜİK, bu araştırma ile Türkiye’deki bireylerin mutluluk algılaması, umut, değerler, kişisel gelişim ve sağlık, gelir ve çalışma hayatı gibi alanlardaki doyumlarını ölçüyor.
Araştırma verileri, 18 ve daha yukarı yaştaki 7500’ün üzerinde bireyden elde edilmiş.
Araştırmaya göre 2010 yılında Türkiye’de 18 ve daha yukarı yaştaki bireylerin yüzde 61’i mutlu, %73’ü gelecekten umutlu olduğunu belirtmiş.
Sonuçları incelediğimde kaygılı ve düşünceli bir ruh haliyle, acıklı bir zoraki gülümseme arasında gittim geldim.
Bir yandan da Japonya’daki korkunç deprem ve tsunami görüntülerine bakıyor, 8.9 şiddetinde bir depremin, Tanrı esirgesin, büyük olasılıkla İstanbul’un yarısını haritadan sileceğini tasavvur edip yeni baştan dehşete kapılıyordum.
Hem canı yananlar ve tek dalgada yutulanlar için dua ediyor, hem tık-tık tahtalara vurup, içten bir “halimize şükür” çekiyordum.
Zaten tahtalara vurmak sıklıkla yaptığım bir şeydi. Sonuç olarak ben de kanaatkarlar ülkesinden geliyordum...
* * *
Bir varmış, bir yokmuş.
Develer tellal iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngııır mıngır sallar iken, haline şükretmekle halinden ikrah etmek arasında sert geçişler yaşanan, ironisi bol, draması kendinden menkul bir cennet diyarda, kanaatkârlıkla mutluluğu birbirine karıştıran binlerce aile yaşarmış.
Yapıcı çözümler üretmeye ya da Dimyat’a pirince gitmeye yeltenmeksizin, evdeki kalitesiz bulgura, yetinmek şöyle dursun, bir de sevindiklerini söylermiş bu aileler.
Söylerlermiş ama perhiz-turşu ikilemi gibi tıpkı, yaşamın başka yönleri için, sürekli söylenmekten de geri durmazlarmış.
Sosyal hizmetlerden, gelir düzeylerinden, eğitim eksikliğinden, gelir uçurumundan, hükümetten, muhalefetten, baskılardan ve yaşam koşullarından alabildiğine yakınır, ama ne hikmetse İstatistik Kurumu’nun ilgisiz bir görevlisi “Mutlu musunuz, Umutlu musunuz?” diye sorunca çark ediverirlermiş.
Baskıcı ve itaatkâr kültürün fazla sorgulanmadığı; aydınların, yazarların, gazetecilerin sorgusuz sualsiz içeri tıkılıp, yıllarca gözaltında kaldığı; buna karşın, çocuk tacizcilerinin iyi halden, hayat tacirlerinin kanıt eksikliğinden affedildiği çok garip bir diyarmış ya orası; nelerden ya da nelerin eksikliğinden bilinmez, yine de umutluymuş insanları...
Anayasasında inanç özgürlüğü bir madde olarak yer alan; buna karşın kapı kapı gezerek ortalığa inanç aşılayacak “aile imamlığı” sistemi ciddi ciddi uygulamaya konabilen; şanlı tarihiyle ilgili en ufak bir eleştiriye, kurgu senaryolarda bile olsa zinhar tahammül edemeyen; buna karşın cinsiyet ayrımının, kadına şiddetin, töre cinayetlerinin, kan davalarının korkunç sayılarla can yaktığı bir diyarmış ya orası; mutluymuş işte insanları...
Farklılıklara kimsenin asla katlanamadığı; kendinden olmayanı ezip yok etmek, her türlü yaşam özgürlüğünü elinden almak üzerine neredeyse kışkırtıldığı; hoşgörü kültürüyle nam salmış, ama bu kültürü çoktan yitirmiş gibi görünen; gündeme ilişkin sıcak tartışmaların belleklerdeki raf ömrünün, kolay kolay birkaç günü aşamadığı bir unutmalar ve unutturulmalar diyarıymış ya orası; yuttukları ve unuttuklarıyla zahir, yaşamlarından memnunmuş insanları...
Bir alacalı diyarmış o ülke, kanaatkârlık kültürü bir acaip ülkü...
Umut verebilecek bir potansiyeli, aslında, derinlerinde taşır, ama yine de içine yanan mumlar gibi kendi ışığını eritmenin de, kendine yazılan yazgının da üstesinden gelemezmiş bir türlü!