Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, dereler şerbet iken, yuvalar mabet iken, yedi tepeli bir şehirde, dedesiyle beraber, meraklı bir kız yaşarmış.
Yaşamında yalnızca kendinden başka kimsesi olmayan torununa, en çok da kitaplarına düşkün olan; bilgiye düşkünlüğünü çağıl çağıl gösterirken, torununa şefkatini sadece gözlerinin yansıtmasına izin veren bir yaşlı bilgin adam.
Dedesinin koca koca kitapları arasında geçen çocukluğundan olacak, okumayı çok erken çözmüş; pek meraklı, hüzünlü bakan koca gözlü, güzeller güzeli bir kız çocuğu.
Dede, torunu mu korumak istemiş dünyadan ve insanlardan, kendisini mi, bilinmez, sadece ikisinin, bir de binlerce kitabının sığacağı bir kule yaptırtmış deryanın ortasına...
Arada küçük kayıklarına atlayıp, kentten gerekenleri alır, eski mahallelerinden tanıdıklarıyla hoşbeş eder, çok uzatmadan da kuleye dönerlermiş. Kızın aklı kuledeyken karada kalır, karadayken ise çabuk sıkılıp, kitaplarının büyülü dünyasına biran önce kavuşmak istermiş.
Bilgin adam denizle konuşur, kızla susarmış. Böyle görmüş, böyle sanmış doğru olanı. Küçük kız denize bakar, kitaplara akarmış. Böyle bilmiş, böyle öğrenmiş adamdan...
Kız elinden kitabını hiç düşürmez, okuduklarına doyamaz, sürekli merak etmekten kendini bir türlü alamazmış. Anlatılan diyarları, betimlenen aşkları, yerkürenin mucizelerini, her şeyi ama her şeyi merak edermiş. Ettikçe daha çok okur, okudukça daha da meraklanırmış.
Kızın dünyasında, dedesinden daha bilge, yanıtlara daha hakim kimse yokmuş ama, aksi gibi, dedesi de, bildiklerinin ağırlığıyla birlikte kuruyup kalmış; çok bilmenin paylaşmadıkça faydası olmadığını hiç anlayamadan yaşlanmış, huysuz bir ihtiyarmış.
Aksi mizacından mı, yoksa unutkanlıktan mı bilinmez, kızın sorularını, ya yarım yamalak cevaplar, ya hiç cevap vermez, genellikle de önüne yeni bir kitap koyup, sonra da, sükut içinde denize dalar, gidermiş.
Zamanın aynalı yüzü en çok da hafızayla anlaşılırmış ya malum; bazen merhem olup deva veren, bazen de ağu olup bildiklerini alan bir gizemli sergüzeştmiş zaman, ezelden beri...
O zaman ki, kaçınılmaz, elini yıllara vermiş; dede toprağa, kız takvimlere karışmış.
Kız büyürken, o öğrendikçe doymayan, hep daha fazlasını merak eden özelliği azalmak bir yana dursun, katlanarak çoğalmış. Kitaplara gömülü geçen uzun yıllar içinde, ne gezmeye, ne görmeye, ne de, eskiden ara sıra da olsa gelip giden, buğulu bir hatıra olarak anımsadığı eski arkadaşlarına vakit ayırmış.
Güzel yüzüyle engin bilgisinin methini duyan, kulenin kapısını çalan talipleri de olmuşmuş elbet.
Önceleri dedesi engellemiş, sonraları da kendisi ürkmüş, istememiş.
Dünyaya kanat açmaktan korkup, yuvasını celladı yaparcasına kozasından çıkmayan bir ipek böceği gibi adeta; kapandıkça yalnızlaşmış, yalnızlaştıkça daha da kapanmış.
Günlerden bir gün, tozlu bir dolabın ufak bir çekmecesine gizlenmiş, eski bir kitap bulmuş. Evin içindeki tüm kitapları hatmettiğini sandığı için buna şaşırsa da, efsanevi merakına yenilerek, durur mu hiç, hemen oracıkta, kitabı karıştırmaya başlamış.
Kitabın arasından düşen, dedesinin muntazam el yazısıyla yazılmış ufak notu gördüğündeyse, heyecandan az kalsın bayılacakmış;
“Evlad-ı Şahanem,
Meraklı Kızım,
Kuleyi terkedip gidersin de yalnız korsun ihtiyar dedeni diye, korkumdan yıllar yılı söyleyemedim.
Uçarsın da kuşlar kapar diye cevapların cevabını veremedim.
Artık çok yaşlandım amma, utancımdan lal oldum, yine söyleyemiyorum. Onca gördüm, onca bildim, sana hayatı gösteremedim. Beni affet...
Unutma, göz görmedikçe akıl almaz. Ruh değmedikçe bilgi olmaz. Kitaplar içinde hayat geçmez.
Kağıda nakşettiğim bu vasiyeti alınca kuleyi sat. Kitaplarımızı da saklama; artık onların bilgisi senin ruhuna kazınmıştır, bırak yeni ruhları gönendirsinler. İki parça eşyanı al, çık yola. Uçma vakti geldi güzel yavrum. Unutma, hayatı doğrudan yaşamadan asla anlayamazsın."
Kız gülsün mü ağlasın mı, yansın mı bağırsın mı bilemeden, zaten bilirgelip de korktuğunu, tüm açıklığıyla, bir daha anlamış.
Hikmetin kapısı ne sadece bilgiden, ne sadece sezgidenmiş. Bildiklerini, hayata katıştırmakmış bilgelikte aslolan.
Derin ve buruk, hüzünle, bildiklerini düşünmüş önce; sonra da yaşayamadıklarını...
Kitapla notu bulduğu yere gerisingeri bırakmış.
Yalnızlığın çaresiz korkuları, yaşlılığın istemsiz bencilliği içinde; kendisine uçmasını, kanatlarını unutturduktan çok sonra, beyhude söyleyen, kelebek avcısı dedesini, her şeye karşın, bağışlamış içinde.
Bağışlamış, bağışlamasına ama, o günden sonra meraklarını da, kitaplarını da tümden bırakarak, korunaklı kozasında, hüzünlü yalnızlığıyla yaşamaya devam etmiş.
Ara sıra, denize doğru, uzaklara bakıp dalarken öylesine, ya da kısa uykular içinde bazen, bilmediği uzak diyarları; kahramanlarının yaşamı hiç ıskalamadan, hep mutlu sonlara eriştiği efsunlu masalları düşlemiş...