Bir şehr-i diyar ki üstüne ne savaşlar, ne yıkımlar dönmüş de çağlar boyu; kimseler gerçek sahibi olamamış.
O şehr-i girdap ki insanları çeke çeke içine almış da kimselere hakkıyla yaranamamış.
O şehr-i devran ki büyüsünü içine bir çeken, bir daha etkisinden kurtulamamış.
Çağlarca zarar vererek sevmiş onu aşıkları, severek zarar vermiş; yine de hafif kırışıkları yaşanmışlıklarına ayna, mihrap yerinde afet bir kadın gibi, yıkıcı güzelliğini kaybetmemiş.
Huysuz ve tatlıymış ki nasıl; İstanbul İstanbul olalı, böyle özlem görülmemiş!
Biliyorum ki, İstanbul’un sabah mahmurluğuna, bildik huysuzluğuna çok alışkın, 1.5 yıldır da hiç trafik stresi olmayan bir şehirde yaşayan ben; daha ilk gün köprü trafiğinde çıldıracağım.
Biliyorum ki korna seslerinden bunalıp nemli sıcak yüzünden ter atacak, ılık ılık Lodos esiyorsa baş ağrısından bunalacağım. Hiçbir şeyi tam olarak yetiştiremeyip, çoğu toplantıya geç kalacak, 6 aydır etmediğim kadar küfrü, 3 günde ağız dolusu savuracağım...
Olsun varsın! Ben bu hafta, tüm engeller bir yana, büyük aşkım İstanbul’la kısa bir kaçamak yapacağım!
İş için gidiyorum ama illa ki zamandan zaman çıkartacak, uykumdan vazgeçecek, saatleri geri geri alacağım. Bebek Kahve’de sabah çayı içecek, Boğaz’da rakı-balık-muhabbete kaçacak, Nişantaşı’nda dükkan gezecek, Tünel karmaşasında yürüyeceğim.
Çingene vapuruna atlayacak, karşıya geçmenin keyifli yüzüne göz kırpacağım. Canımın ta içi dostlara, kuaförüme ve sokak simitçilerine kavuşacağım!
Biliyorum ki birkaç gün sonra yorgun ve keyifli; Amsterdam’ın huzuruna minnetle koşacağım. Ama ondan önce, aç kollarını Şehirler Ecesi, dehlizinde seve seve yorulup, karmaşanda özlemimi atacağım!
* * *
Bir şehr-i huzur ki uzaktan anlaşılmaz, anlamak için yaşamak gerekir. Vakurluğuna başşehir tacı yaraşır; sakin ve dingin, ufak ama nezihtir...
“Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak...” türküleri içinde, mutlu geçmiş çocukluğum...
”Uyan uyan Gazi Kemal, şu kaderin işine bak” tınılarıyla inceden... Sonra, çorak Ankara’yı bırakıp gitmiş, su kenarı şehirlerde kök salmışım...Ankara hep bildik bir huzur kapısı olarak beklemiş anaçlıkla...
Kuğulu’nun, fıskiye-sever belediye başkanı tarafından, alt geçitlerdeki fayansların üzerine kondurtulmuş garip yaratıklardan dolayı değil, gitgide küçültülen parkta yüzen nazlı kuğulardan dolayı adlandırıldığını ufak bir iç sızısıyla yürekten biliyorum.
Şehr-i huzurun sanıldığı kadar minicik değil; tüm ailemi, tüm çocukluğumu, gittiğim tüm okulları, yaşamımın ilk 21 takvimini ve tüm varlığımı içine alacak kadar kocaman olduğunu da...
Biliyorum ki içten içe karmaşayı, alacalı renkleri, esnekliği ve kıvrımlı yuvarlak hatları seven ben; birkaç gün sonra Ankara’nın keskin siyah beyazlığından, mekansız ve denizsiz oluşundan sıkılacağım.
Olsun varsın! Ben bu hafta, tüm engeller bir yana, değerlim Ankara’yla kısa bir kaçamak yapacağım!
İş için gidiyorum ama illa ki zamandan zaman çıkartacak, uykumdan vazgeçecek, saatleri geri geri alacağım. Cafemiz’in, Ankara’nın ilk kafesi olarak Arjantin Caddesi’nde kapılarını açtığı 1993’den beri değişmeyen, dost yüzlü garsonlarıyla gülerek selamlaşacağım.
Adına filmler çekilmiş, ismi şehrinden menkul Siyah Beyaz’a uğrayacağım. “Kurtarılmış bölge” güzel Bilkent ve Beysukent’de, Tunalı Hilmi’de vakit geçirecek, GOP sokaklarında dolanıp, vakit bulursam Papazın Bağı’nda bir semaver bir tost söyleyeceğim. Hayatımın en değerli varlıkları aileme, eski dostlara ve Uludağ İskender’ine kavuşacağım!
Biliyorum ki birkaç gün sonra yorgun ve keyifli; Amsterdam renklerine şükranla koşacağım. Ama ondan önce, aç kapılarını güzel Ankara, dinginliğinde çocukluğuma bulanacağım!