Kalemi dert görmeyesi Elif Şafak, geçtiğimiz hafta, ikisi de birbirinden leziz iki yazı yazdı Habertürk’de; gurbet, sentezi kaynaşması bol Türk mahalleleri ve “cam gettolar” üzerine...
Gurbetin, içinde yaşarken özümsediğim birçok olgusunu böylece yeniden düşünmüş oldum.
Ben, eşim ve birçok arkadaşım Amsterdam’da expat olarak bulunuyoruz. (Expatriate, ya da kısaltılmış söylenişiyle expat, latince kökeniyle ex (dışında) ve patria (ana yurt) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Çokuluslu şirketlerin farklı ülkelerde rotasyonda bulunan elemanlarını, yasal olarak vatandaşı olduğu ülke dışında çalışan ve yaşayan profesyonelleri kapsıyor.)
Buradaki dostlarla aramızda, expat-gurbetçi ilişkisinden yollu yaptığımız bol soğanlı espriler, Hollanda oyundan sayılsın diye Eurovizyon için toplaşıp gülerek yağdırdığımız telefon oyları bir yana dursun; içerdiği binlerce anlam, işaret ettiği onlarca sanat yapıtı, “tüy takılmış yeşil fötr şapkalı, gurbetten köyüne dönen Türk işçisi” gibi karikatürize edilen bir imajdan çok daha derin, bir oturuşta anlatımı kolay da olmayan bir konu bu...
Çalışmak, geçinmek, okumak, evlenmek. Seyahat ya da sürgün. İnsanın seçimi olup olmaması veya nedeni fark etmeden, bir şekilde dışarıda yaşamak durumunda kalmış herkes için barındırdığı farklı anlamlar, varoluş biçimleri, hasretler var gurbetin elbette.
Son 30-40 yıl içinde, Türkiye iki ileri bir geri mehter takımı temposuyla olduğu yerde durur, köyden kente göç de ivmesini gittikçe artırarak yayılırken, darbeler sonrası iltica etmek, Türkiye’nin kısıtlı iş ve yaşam imkanlarından kurtulup fırsat kapısı yaratmak ve başka birçok sebeple binlerce birey/aile Almanya’ya, Hollanda’ya, Belçika, İsveç, İngiltere’ye gitti.
Giden nesilden ziyade, (çünkü onlar zaten yetişkin ve hayat derdindeydi ve arada kalmamanın, sıla hasretini azaltmanın yolunu asla asimile olmamak, Avrupa’nın orta yerinde bırak Türk şehirleri ortamını, Türk köy havasını yaşatmak olarak bulmuşlardı) sonraki nesiller yaşadı, hala da yaşamakta, tüm köşelere yabancılaşma sürecini.
Ancak Şafak’ın da Cam Gettolar yazısında dillendirdiği gibi, Türkiye gündemlerinin gün günden daha da uzaklaştırıp ayrıştırdığı, odalara böldüğü “taraf”ların, yurtdışında birbirini bulduğunda çok daha sıcak, çok daha birleşimci, anlayışlı ve birbirinin yaşam biçimine saygı duyan bir duruşa sahip olduğunu, ben de bizzat gözlemliyorum.
Amsterdam kanallarının arasında, ne dalgalı saçlarımla ben “onlar”ı, ne başörtüleriyle “onlar” beni bunca rahatsız ediyor. O Türk bakkal senin, bu kebapçı benim, Türkiye’de yaşadığımızdan da daha şark-vari dokunuşlarla, gül gibi geçinip gidiyoruz.
Bizler, bir yandan en şanslılardanız. Kendi kültürümüzü, seçimlerimizi, köklerimizle şimdiki yaşam şartlarımızı içselleştirmiş, kocaman yetişkinler olarak kendi seçimimizle, büyük olasılıkla da geçici olarak, gurbete geldik. Şimdi de içinde büyüdüğümüze oranla bambaşka bir kültürü, ikisi arasında kaybolmadan yaşamak, özümsemek gibi harika bir şansımız var. Sıla özleminden arada boğazımız düğümlenirken, bir yandan da dünya insanı olmak yolunda keyifli zamanlar geçiriyoruz.
Öte yandan, Bekir Ağırdır’ın T24’deki köşesinde geçtiğimiz gün ne de güzel detaylandırdığı, “Endişeli Modern” kesimin yurtdışı şubeleri gibiyiz. Yurda uzaktan bakınca, bazen kendi gurbetimiz gözümüzde büyüyor. Başkasının evinde yabancı olan bizlere, kendi evimize yabancılaştırılmak daha ağır geliyor. Kızıyor, dertleniyor, bir yandan da özlüyoruz.
Çarpışan duygularımız içimize fazla gelip odalara sığamayınca da, koyuyoruz birer duble rakı, uşşak makamından dinlemeye başlıyoruz;
“Ne arzum, ne emelim. Yaralanmış bir elim.
Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde...”