“Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime...
...Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime...”
“Yılbaşı yazısına başlanacak dörtlük bu mudur yani, ilahi Eliza…” diyebilirsiniz.
Yazmaya otururken, inanın umutlu bir ruh halindeydim. Dinamik, heyecanlı, al yanaklı bir almanak kaleme alacaktım.
2010’da Avrupa Kültür Başkenti olan İstanbul’dan, Bursaspor şampiyonluğundan, Oniki Dev Adam’dan, geçmiş bahar mimozalarından filan söz edecektim.
Balık hafızalarımızda raf ömrü en fazla bir, bilemedin iki hafta olan güzel haberlerden; birkaç Türk filmi ve yönetmeninin dünya sinema festivallerindeki başarılarından dem vuracaktım.
Ne var ki, rüzgar gibi geçen 2010’a yeniden bakınca, benim al yanaklı almanağın beti benzi attı.
Her ne kadar, gerekli dersleri alıp aynı yanılgılara düşmemek adına, iyi bir belleğin olumlu yönleri olsa da, anımsamanın bazen yine de insana hiç iyi gelmediğini görüverdim.
***
Neler oldu geçen yıl?
Henüz Ocak ayı bitmeden, 2010 gündeminin en önemli maddelerinden biri, Taraf sayfalarından balyozz gibi düştü orta yere.
Balyoz , Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, daha önce basına yansıyan çeşitli darbe planlarından farklı olarak, icra sürecinin bütün aşamaları en ince detaylarına kadar çizilmiş bir darbe planıydı.
Ergenekon Davası ve Balyoz Planlarının hemen ardından, Şubat ayı ortasında Erzincan-Erzurum hattına çevirdik gözlerimizi.
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, yargının bağımsızlığını korumak adına harekete geçti.
Politize ve AKP eksenli oldukları açıkça belli olan bazı savcıların özel yetkilerini ellerinden alarak, yüksek yargının gücünün, “hukukun başıboş olmadığının” altını çizdi.
Üst yargı organlarıyla iktidar, “darbeci-komplocu” ile “cemaat-tarikat”, kamuoyu önünde açıkça karşı karşıyaydı.
Ortalık, aşağı tükürülse düşen sakallarla, yukarı tükürülse terleyen bıyıklardan geçilmedi. İnananlar, inanmayanlar, “ıslak imza uzmanları”, herkes birbirine girdi.
Takvimlerimizin yapraklarında Şubat’ı Mart’a çevirirken, böylesi bir kaotik ortam, 1 Mart akşamı yapılmış taptaze Genelkurmay açıklaması gündeme egemen oldu.
Hemen ardından AKP, Anayasa Değişikliği Paketini açıkladı.
Tam bu sıralarda dünya, İzlanda’da faaliyete geçip ortalığı birbirine katan, uluslararası hava trafiğini günlerce durduran Eyvahyallahdökül Yanardağı haberleriyle yatıp kalkıyordu.
Türkiye’nin birçok ilindeyse, için için yanan başka yanardağlar iğrenç faaliyetlerini göz önünden kaldırmak derdindeydi. Siirt’in Dogville kasabasında, haz manyağı, ilkel ve vahşi; bir, iki, beş değil, onlarca soyu kuruyası mahlukatın, ufacık kız çocuklarına yıllardır tecavüz ettiğini, dehşet içinde öğreniyorduk.
İnsanlığını unutmuş, gözlerini sahte bir topluluk namusu bürümüş, eğitimsiz, ruhsuz, vicdansız; bir, iki, beş, on kişi değil, bir koskoca şehir ise, olayı gözlerden saklamak derdindeydi.
Bir başka dehşet verici yönü ise, bu tür olayların, tek bir takvim sayfasına sığamayacak denli sık tekrarlanan ve tek bir kente indirgenemeyecek oranda yaygın olan bir olgu olmasıydı.
Bizdeki görünmez yanardağın lavları, Türkiye’nin farklı köşelerinde yüzlerce küçük kızın; kocasından, ailesinden şiddet gören ve korkuyla yaşayan milyonlarca kadının; töre adına katledilen yüzlerce masumun ve dehşetli kaygımızla kalakalmış biz uzak tanıkların yüreğine, olanca şiddetiyle, durmaksızın akıyordu.
Bu kadınların “emanet” edildikleri; kadın ve aile konularına, sözüm ona “Bakan” bir başka kadın ise, fütursuz, ruhsuz, ayrımcı açıklamalarına her olayda bir yenisini ekleyerek, acımasızca katledilmiş onca yaşamın ardından, “münferit cinayet” gibi körlük ötesi açıklamalar yaparak, sızlayan yaraların üstüne, bir de amonyaklı tuzlar basıyordu.
Mayıs ayı geldiğinde, İstanbul’u saran güzelim erguvanların, coşkuyla çiçeklenen bahar dallarının bile üzerine komplo gölgeleri düştü.
Türkiye siyaset tarihindeki en büyük komployla, ana muhalefet partisi liderinin istifa süreci yazıldı.
Deniz Baykal’ın boşalttığı koltuğa Kemal Kılıçdaroğlu oturdu.
Bu yılki kongrelerin ardından yeni yönetim yaklaşımının altını çizen CHP’nin, yeni açılmış beyaz sayfaları nasıl dolduracağını ve seçmenin bu değişime yönelik tavrını, ancak 2011’de göreceğiz.
Haziran ayını, eksen kayması tartışmaları, Dünya Kupası heyecanı, Aşk-ı Memnu’nun içimize fenalık veren finaliyle geçirdik.
Kürt sorunu, Alevi açılımı, Mavi Marmara baskını, çığırtkan protestolar, İsrail’le gerilen ilişkiler, Anayasa Referandumu, referandum öncesi kamplaşmalar, “vay evetçi AKP yandaşı”, “hayırcı Ergenekon uşağı” kaleleri, KPSS kopya skandalı, iletişim çağında utanç veren internet sansürü, sızım sızın sızan Wikileaks belgeleri, ötekileştirilen film yönetmenleri, göz göre göre yokedilen Allianoi, şu bu o derkeeen, yıl bitiyor.
Sözün gelişi “siz sağ biz selamet”, özün gidişi “ışık görünecek ha gayret”, 2010’u geride bırakıyoruz.
Karamsar ve yorgunuz.
Galiba çoğumuz, yeni yıldan en çok, hepimizin en çok gereksindiği şeyi; taptaze pırıl pırıl bir tutam UMUDU getirmesini diliyoruz...