09 Haziran 2024

Zülfü Livaneli: Yönetimler aydın ve yetenekli insanları yok etti, meydan sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı

"Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi yok etmeye çalıştılar; hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık..."

Bir sürgün ve dostluk hikâyesi…

1970’li yılların Ankara’sında başlayan, sürgün yıllarıyla pekişen, gücü asla eksilmeyen bir dostluk. Farklı ülkelerde, farklı zorluklarda ülkemizin sert rüzgarlarında nefes almaya çalışan, birlikte büyüyen, edebiyata ve sanata adanmış iki hayat.

Can Yayınları’ndan yayımlanan “Sazın Teli Koptu”, Zülfü Livaneli-Erdal Öz dostluğunun anılarla, mektuplarla, söyleşilerle, yazılarla kurulmuş hikâyesi olduğu kadar, Türkiye ve Avrupa için bir dönem panoraması da sunuyor.

"Saz çaldın mı
Sağ elin geçmiştedir
Sol elin
Gelecekte."

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Livaneli için yazdığı “Seni Dinlerken” dörtlüğünü okurken, fonda “Kardeşin Duymaz” çalarken, mücadele dolu bir hayatı ve zorluklara karşı birlikte direnen iki dostu okumak, anlamak beni derinden etkiledi.

Yaşadığımız topraklar her dönemde zor. Sürekli mücadele içindeyiz. Ancak bizden önceki kuşaklar da ağır, zor şartlar yaşamışlar. Livaneli’nin dediği gibi, “Yönetimler, aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı.” Vasatla mücadelemiz, nepotizm, maddi sorunlar, barınma problemi altında eziliyoruz ve sesimiz kısılıyor. Ancak iki dostun mektupları ve Livaneli’nin bugünden geçmişe yorumlarını okuyunca umudum tekrar canlandı. Direnmeliyiz ve her şey çok daha güzel olacak… Neden olmasın ki? Hayat da tam bu değil mi?

Dostluğun, direnmenin, ayakta kalma mücadelesinin en yalın hali “Sazın Telin Koptu”yu mutlaka okumalısınız.

*Fotoğraflar Zülfü Livaneli arşivinden
Zülfü Livaneli / Fotoğraf: Cem Talu

“Atlantik Okyanusu’nu geçerek doğdukları yere dönen somon balıkları gibiyiz hepimiz”

- Bir dönem, bir dostluk hikâyesi. İç dünyanızdaki yalnızlığı, mücadelenizi okumaya doyamadım. Rahmetli Erdal Öz’le karşılıksız, beklentisiz, derin ve sessiz bir dostluğunuz var. Yollarınız nasıl kesişti?

Erdal'la Ankara'da tanıştık.  Büyük Sinema Pasajı içinde Erdal'ın, çok tanınan Sergi Kitabevi vardı. Hemen hemen bütün okur yazarların uğrak yeriydi. 1960'lardan sonra iyice hız kazanan yeni kitapları, uzun çalarları saatlerce incelediğimiz, aynı zamanda Erdal'la da sohbet ettiğimiz, kültür mabedi gibi bir kitapçıydı. Oraya gide gele Erdal’la dost olduk. Eşi eczacı Ülkü ve benim eşim Ülker’le hep birlikte yemekler yedik, geceler boyu sohbetler ettik.  Ben saz çaldım, türküler söyledim ve aramızda çok yakın bir dostluk oluştu. 

Erdal Öz kitabevinde, 1970'ler

- Mektuplar bir anlamda da kişisel tarihçeniz. Erdal Öz’ün ilerleyen yaşlarında sorguladığı gibi insan yaşlanınca mı önemsiyor kendi tarihçesini? Asla size yaşlı demiyorum, kızmayın bana.

Niye kızayım? Yaşlanmak, daha doğrusu yaşlanabilmek iyi bir şey, çünkü alternatifi daha beter. :) Yaşlanınca insanın geçmişine merakının artması, ailesine ve kökenlerine dönmek istemesi kaçınılmaz bir olgu. Ben bunu Yaşar Kemal’de de gördüm, kendisini annesinin köyüne götürmemi isteyen Elia Kazan’da da İlhan Koman’da da. Galiba Atlantik Okyanusu’nu geçerek doğdukları yere dönen somon balıkları gibiyiz hepimiz.  

Zülfü Livaneli ve Erdal Öz

- Satırları okurken Erdal Öz’ün duygusal devinimlerini çok merak ettim. Neden size yazdığı mektuplar kitapta yer almıyor? 

Erdal'ın gönderdiği mektupları onun yaptığı gibi saklamıştım, gerçekten ilginç mektuplardı ve dediğiniz gibi Erdal Öz gibi önemli bir sanatçının iç dünyasını yansıtıyordu. Mektupları ailesine göndermiştim ama bir türlü bulunamadı. Erdal ise benim mektuplarımı yayına hazırlamış, düzenlemiş notlar almış. Ne yazık ki onun yazdıklarını henüz bulamadık. 

“Soğuk savaş yıllarında Türkiye’de solcu olmak, Küba’da sağcı olmak gibi bir şeymiş”

- Umarım tez vakitte bulunur. Peki birçok dostunuz olsa da sanırım Yaşar Kemal ve Erdal Öz ayrı bir yerde. Neden başkası değil de Erdal Öz?

O dönemlerde pek çok arkadaşımız vardı ama darbe ve hapisler dönemi sonunda herkes çil yavrusu gibi dağıldı, bazı arkadaşlar öldürüldü. Erdal kadar uzun süren bir dostluk sadece Yaşar Kemal ile oldu.

Zülfü Livaneli

- Yurtdışındaki başarılarınızı destekleyen ve sizi gerçekten sevmiş bir isim Erdal Öz. Yaşadığınız haksızlıklar dostluğunuzun ortak noktası olabilir mi?

Ebru, o dönemde yalnız Erdal ve ben değil, çok kişi haksızlığa uğradı. Soğuk savaş yıllarında Türkiye gibi NATO'nun ileri karakolu konumunda bir ülkede solcu olmak, Küba’da sağcı olmak gibi bir şeymiş. Devlet mekanizması asker ve sivil olarak sadece solu ezmeye odaklanmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde 68 kuşağına mensup gençler daha sonra ülkeleri yönettiler. İyi yetişmiş oldukları için ülkelerini ileri götürdüler ama Türkiye'de böyle olmadı. Yönetimler aydın ve yetenekli insanları kitleler halinde yok etti ve meydan sadece sağ ideolojik mensubiyetin yeterli sayıldığı vasatlara kaldı. 

Erdal Öz, SSCB, 1975

“Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i kıskançlık hezeyanlarıyla yok etmeye çalıştılar”

- 1974 yılında başlayan mektuplarınızda yalnızlıktan yorulmuş, üzgün, ailesini geçindirme derdinde ve memleket özleminde bir Livaneli var. Bugünden o günlere dönseniz ne söylerdiniz 29 yaşındaki Ömer Zülfü’ye?

“Aynen devam et” derdim, “bestelerini yapmaya, kitaplarını yazmaya devam et.” Çünkü bundan başka bir yaşam biçimi bilmiyorum.  Zor bir hayattı bizimki. Ben söyleşilerimde ya da kitaplarımda yakınmayı, kendime acındırmayı, “Şöyle çektik, böyle çektik, parasız kaldık” demeyi sevmem ve hiç yapmadım; hani “Kan tükürdük, ‘Kızılcık şerbeti içtim’ dedik” diye bir söz var ya o bizim aileye çok uygun. Ama yakın bir dostuma yazdığım mektuplarda sizin de gördüğünüz gibi bu durum ortaya çıkıyor. Türkiye'de yalnız hükümetler değil, basın, korsan kasetçiler, dedikodu yaparak rahatlayabilenler, dayanışma içinde olması gereken kesimler Yaşar Kemal'i, Nazım Hikmet’i, Erdal Öz’ü, Orhan Kemal'i ve daha birçok kişiyi kırdılar, kıskançlık hezeyanları içinde yok etmeye çalıştılar.

Zülfü Livaneli ve Yaşar Kemal

Dolayısıyla hepimiz devlet baskısıyla, kamuoyunun duyarsızlığı ve aydınların negatif duyguları arasında kaldık. Hayat boyu çektiğimiz parasızlık ise başka dert. Dikkat ettiyseniz umarsız bir şekilde para bulmaya, ailemi geçindirmeye çalıştığım uzun yıllar, albümlerimin bir numara olduğu bir dönem. Yıllar içinde albümlerim korsan kasetler ve korsan plaklar şeklinde milyonlara ulaştı ama ben bütün o dönemde kızımı okutabilmek için arkadaşlarımdan borç almak zorunda kalıyordum. Parasızlık uzun ve ağır bir hastalık gibidir, ben ve Ülker bunu çok iyi biliriz. Şimdi tutumlu olduğumuz, aşırı masraflarımız olmadığı için geçinebiliyoruz ama bu pahalılık yine korkutmaya başladı doğrusu.  

Korsan kasetler


“Saygı Öztürk, resimleri Emniyet’ten alıp Hürriyet'e getirdiğini iftiharla yazdı, burada söz bitiyor”

- 1972-73’te üç kez hapse girilmiş, Denizler asılmış ve o dönemde tekrar hapse girme şüphesiyle ve dostlarınızın yardımıyla sürgün hayatınız başlıyor. O süreci biraz anlatır mısınız?

Acı günler tabii.  Denizler asıldı, Sinanlar vuruldu, Mahirler paramparça edildi ve bizler hapiste bu korkunç haberleri alarak acı çektik. Dayanabilmek için sazımı alıp ağıtlar yaptım ve kendi kendime yemin ettim; “Bu acıları, bu zulümleri dünyaya duyuracağım” diye. İsveç'e gider gitmez ağıtları bir uzun çalar yaptım, Belçika'da Coodif bastı, Süleyman Demirel kabinesi hemen yasakladı albümü ama kasetler vasıtasıyla Türkiye'ye girdi, köylere kadar ulaştı ve cuntaya karşı direnişin sesi oldu. Bir görevdi bu. 

- Aynı yıllarda Türkiye’de hakkınızda iftira ve karalamalar başlamış ve çok zor günler yaşamışsınız. Özellikle Türk basınının karalama politikasıyla zor bir süreç başlamış. “Türkiye’de Livaneli olduğum için hapsediliyorum, burada Livaneli olmadığım için mi hapsedeceksiniz?” diyerek haykırmanız hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Sizin deyiminizle tam bir Kafka hikâyesi. Yaşam mücadelenizde, dile, söze gelmeyen baskı da neler yaşadınız? 

Ne yazık ki öyle oldu. İsveç'te siyasi mülteci olmak için başvurduğumda kimliğimi ispat etmemi istediler, edemediğim için orada da hücreye kapatıldım. Türk basını zalimdir. Yurt dışındayken benim için, yalnız benim için de değil Cem Karaca, Selda, Melike Demirağ gibi arkadaşlar için neler yazdılar ne yalanlar attılar ne iftiralar uydurdular inanamazsınız. Ne yazık ki bu lanet, o dönemle sınırlı değildi. Hâlâ anlamadığım bir biçimde, cuntayla mücadele eden bir devrimci olarak İsveç’e iltica başvurusunda bulunduğum gün çekilen resimler bizim polisin eline geçmiş. Oysa demokratik bir devlette ahlâkî olarak bunun gizli kalması gerekir. Yıllar sonra 1994 şaibeli ve hileli seçimlerinde beni zoraki aday yaptıklarında bunlar devreye girdi. Seçime bir hafta kala Hürriyet gazetesinin manşetinde beni terörist gibi göstermek amacıyla bu resimleri yayınladılar ve gerçekten de bazı kesimleri etkilediler. Oysa gerçek demokrasilerde cuntaya direnmek o insana saygınlık kazandırır. Geçenlerde Saygı Öztürk bu resimleri kendisinin Emniyet Müdürlüğü'nden alıp Hürriyet'e getirdiğini iftiharla yazdı. Burada söz bitiyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. 

Ahmet Arif'in Zülfü Livaneli'ye yazdığı mektup


“En yurtsever şiirleri yazmış büyük şairimize iftira attı hamam böcekleri, mitolojideki Kronos gibi evlatlarını yiyen bir ülkeyiz”

- Şu an Moskova’da Nazım Hikmet Kültür Merkezi açılışındasınız değil mi? 

Evet Ebru, sorularını Moskova'dan yanıtlıyorum. Burada Nazım Hikmet Kültür Merkezi'ni açtık. Bugün de (7 Haziran) Kızıl Meydan'da konuşmam ve imza günüm var. Burada, Nazım'a atılan iftiralar da aklıma geliyor. Yıllarca Türk halkını “Nazım Hikmet, beni Stalin yarattı dedi” yalanıyla kandırdılar. En yurtsever şiirleri yazmış olan büyük şairimize iftira attı hamam böcekleri.  Maalesef mitolojideki Kronos gibi evlatlarını yiyen bir ülkeyiz biz. Moskova’da beni çok duygulandıran bir şey oldu. Değerli araştırmacı ve Vera’nın yakın dostu Melih Güneş, bu resmin Vera ile Nazım’la yaşadığı evde, büfenin üstünde durduğunu anlattı. Saman sarısı Vera Tulyakova’nın bu jesti beni çok etkiledi.

 Zülfü Livaneli ve Vera Tulyakova

- Mektuplarda sık sık para konusu geçiyor. Geçim derdiniz çok fazla. Düzenli gelir olmadan nasıl var oldunuz yurtdışında?

Tahmin ettiğiniz gibi çok zordu.  Çok çalıştık, kısıtlı para harcadık, küçücük öğrenci yurtlarında kaldık, arabamız falan olmadı fakat Stockholm Üniversitesi’nden aldığımız burslar çok işimize yaradı. Daha sonra da müzik yoluyla para kazanmaya başladım ama bu süreç ailemi geçindirmeye yetmediği için zar zor ayakta kalabildik.

- Zor yıllarda eşiniz Ülker hanımın dimdik duruşu ve büyük desteğinin ayakta kalmanızda, başarınızda çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eşiniz ve minik Aylin nasıl uyum sağladılar ve mücadelenize ortak oldular? 

Benim hikâyemin asıl kahramanı Ülker’dir. Bir subay kızı, genç yaşta evlendiği bir solcunun çalkantılı hayatında bir kaya gibi sağlam durdu. Hapislik, parasızlık, sürgün, sonunu bilmediğimiz maceralara atılma ve bu arada bir çocuk yetiştirme, ucu ucuna ekleyerek bir aile geçindirme gibi çok zor görevleri üstlendi. İsveççe öğrendikten sonra yabancılara İsveççe öğretmeni oldu, bir dönem bizi biraz rahatlatan tek gelir buydu. Aylin'in ise ülke ve okul değiştirmekten başı döndü. İsveç, Fransa, Amerika, Londra'da okudu ama dilimizden ve kültürümüzden kopmadı. Yaşar Amcası onu dizine oturtur ve “Aylin Türk” diye gülerek severdi. Çünkü Aylin ona hep, “Yaşar Dede, babam seni dinler, söyle de Türkiye'ye dönelim” dermiş. Hapse girdiğimi yıllar sonra anılarımı okurken öğrendi. 


“Anadolu'da âşıkların sazları toplandı, Aşık Veysel'in sazları yakıldı”

- Farklı disiplinleri birleştirip türküleri bize sevdirdiniz. Atatürk, Anadolu kültürüne, halk müziğine sahip çıkarken ilerleyen yıllarda türkü neden hor görüldü? Ve medeniyetin tam karşısında yer aldı? Bu devletin halkı tek tipleştirme politikası mıydı?

Bu ilginç bir konu. Her devrimde kraldan çok kralcılar olur. Atatürk, Halk müziğine karşı birisi değildi ama ne yazık ki Anadolu'da âşıkların sazları toplandı, Aşık Veysel'in Ahmet Kutsi Tecer'e anlattığı gibi onun da sazları yakıldı. Devrim dönemleri normal dönemler değildir ve aşırılıklara rastlanır. Böyle üzücü şeyler de oldu maalesef.   

- Kitapta özellikle arabeskin doğuşu ve toplumun arabeske teslim oluşunu önemli bir noktadan özetliyorsunuz. Devletin politikası ters tepti ve halk depresyonun kucağına ya da arabeskin uyuşturucu etkisine mi düştü? Yoksa arabesk, halkın devlet sorunlarını görmemesi için oyalayıcı bir kurtarıcı mıydı?

Yıllardan beri arabeski anlattığım yazılarda sadece müzikten bahsettiğim sanıldı. Oysa ben halktaki eğilimlerin en hızlı göstergesi olarak, dipteki dalgayı gösteren bir üstyapı belirtisi olarak arabeski anlattım. Adı üstünde “Araplaşmak” demek olan bir yapıyı göstermek istedim. Birçok devlet idarecisine, parti başkanına bunu anlattığımda, kültürün bir tarlaya ekilen tohum gibi toplumu nasıl dönüştürdüğünü bilmeyen siyasetçiler, söylediklerimi “Canım şimdi bunu dinliyorlar, yarın başka şeyi dinlerler” diye hafife aldılar. Atatürk yeni Cumhuriyet insanı oluşturmak için, 600 yıldır kul olmuş insanları yurttaş kılabilmek için kültür devriminin önemini çok iyi bilen bir insandı, çünkü iyi bir entelektüeldi. Sofralarında hep tarih ve edebiyat konuşulurdu. Askerlik anısı anlattığına hiç rastlamadım kitaplarda. “Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür” sözü de bu anlayışı yansıtıyor. Yani bizim halkın kısaca, “Ne ekersen onu biçersin dediği” durum. Kültür zaten ekin olarak karşılanıyor dilimizde, dünyada da bir ekin ekip yetiştirmek, tarlayı hazırlamak ama böyle bakabilen insan çok az ne yazık ki. Arabeskin TRT'de yasaklanması ise ayrı bir konu, ben o yasaklara hep karşı çıktım.

"Yaşar Kemal'in, Abidin Dino'nun, Elia Kazan’ın, Mikis Theodorakis'in hiç kimseyi kıskandığını görmedim"
Fotoğraf: Cem Talu


Timur Selçuk parçalarımı yasakladı, benimle en çok uğraşanlardan biri de Fikret Kızılok oldu”

- Memleket özleminde, uzak günlerde birçok dosttan da maddi, manevi olarak zarar görmüşsünüz. Timur Selçuk bile sizi TRT’de yasaklayanlardan. Neden sizden bu kadar korkuldu ve başarınız aşağıya çekilmeye çalışıldı? Bir insanı yok etmeye çalışmak ahlaki ve vicdani bir ayıp değil mi?

Bu konu o yıllarda yazılmış mektuplar sonucunda ortaya çıktı, yoksa Timur'un (Selçuk) anısına saygı göstererek susmayı tercih ediyordum. Ama madem ortaya çıktı, bunun beni çok üzen olaylardan birisi olduğunu anlatmak isterim. Bazen rekabet duygusu insanları bu noktaya sürükleyebiliyor. Timur benim parçalarımı yasakladığı zaman, Yaşar Kemal Cumhuriyet gazetesine bir yazı yazmış ve demişti ki; “Bir ülkenin sanatçıları da yasakçı kervanına katılıyorsa vay halimize.” Nedense bizde rekabeti de aşan bir düşmanlık, yok etme hırsı oluşabiliyor. Ben bunu hiç anlayamadım ve Yaşar Kemal'in, Abidin Dino'nun, Elia Kazan’ın, Mikis Theodorakis'in hiç kimseyi kıskandığını görmedim, duymadım. Nazım Hikmet'in de bu konuda bir yazısı var, “Hayatımda hiç kimseyi kıskanmadım” diye. Demek ki büyük yaratıcılar kendi eserleriyle uğraşıyorlar, meslektaşlarıyla değil. Benimle en çok uğraşanlardan biri de maalesef hiç tanımadığım, yüzünü görmediğim Fikret Kızılok oldu. Neden? Ben ona ne yaptım hiç bilmiyorum. Müziğini de severdim. Keşke tanışıp dost olabilseydik. 

Zülfü Livaneli, Nazım Türküsü

“Bu iftiralar padişahın gözünden düşürme alışkanlığı, yüzyıllardır sürüp gidiyor”

- Erdal Öz’ün şikâyet ettiği “sol tutuculuğunun” kurbanı da olmuş olabilir misiniz? 

Evet Erdal'ın da çok canını yaktılar. Bazı günler Yaşar Kemal'e gittiğimde onu küplere binmiş kadar kızgın görürdüm. Birisi bir yayın organında iftira atmış, yalan söylemiş, o da çok kızmış, “Mahkemeye vereceğim bu alçağı!” diye söyleniyor. Onu sakinleştirmeye çalışırdım; “Sel gider, kum kalır. Koskoca Yaşar Kemal'e ne yapar bunlar” derdim ama sinirleri bozuluyordu haklı olarak. Büyük eserine harcayacağı zamanı paçalarına dolananlarla mücadeleye veriyordu. Bu iftiralar ne yazık ki padişahın gözünden düşürme alışkanlığı olarak yüzyıllardır sürüp gidiyor. Benim artık şöyle bir ölçüm var: Yaratıcılar eserlerini verir, halkın önüne çıkar, ciddi eleştirmenler bu eserleri eleştirir. Buraya kadar normal ama aynı alanda çalışan, yapıtlar üreten bir sanatçı başka bir sanatçı arkadaşına saldırıyorsa burada hiçbir iyi niyet ve masumiyet görmem. “Sen kendi işinle uğraş, niye meslektaşına saldırıyorsun?” diye sormak lazım. Mesela Sartre, Camus’ya saldırıyor muydu? Ya da Hemingway, Faulkner’a? İnanın bana böyle kişileri görünce, "Vah zavallı, demek ne kadar acı çekiyor" diye düşünüyorum. 

"Neden hepimiz sadece Batı dilleri biliyoruz? Bu önemli bir soru değil mi?"
Fotoğraf: Cem Talu


“Doğu’yla Batı arasına sıkışmış köprüde yaşıyoruz, edebiyat dergilerimizde Marcel Proust yazısı Fransa'dan fazladır”

- Mektuplarınızın birinde, “Avrupa aydınları da Avrupa’da yaşayıp da buraların kültürünü abartan Türk aydınları da yetti! Bir an önce dönmek istiyorum” diye yazıyorsunuz. Bu yorumunuz Türk edebiyatının son yüzyılı için çok önemli. Avrupa’ya özenen, Türk kültüründen kopan yazarlarımız hakkında ne söylemek istersiniz? Neden özgün olmak yerel karşılanıyor bu memlekette? Ve neden bu kadar kibirliler? Edebiyatımızda gelinen bu noktada özenti ve abartının etkileri var mı? 

Biz ne yazık ki Doğu’yla Batı arasına sıkışmış, ne Doğulu ne Batılı olabilmiş, iki tarafın da bizi tam olarak kabul etmediği bir köprü üzerinde yaşıyoruz. Bu kültür ikilemi şu andaki siyasi kargaşanın da temel nedeni. Kimliğimizi tayin edemiyoruz. Tanzimat Fermanı’ndan sonra aydınlarımız Avrupa'ya dikkat etmeye başlayınca, eserler de ister istemez Batı formuna büründü. Aslında daha da önce başlamıştı bu. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, derin müzik kavrayışıyla Dede Efendi ve sonrasını tahlil ettiği çok güzel denemeleri var. Çünkü müziğin bir gösterge olduğunu o da biliyordu. Biz Bedri Rahmi'nin söylediği gibi “otobüsü kaçırmış bir milletin çocukları” olarak kendimizi nasıl tanımlayacağımızı bilemedik. Bu yüzden bir kitabımın alt başlığını “Batı’nın Kibriyle Doğunun Cehli Arasında” olarak belirledim. Bugün bile edebiyat dergilerimize bakın, pek çoğunda Türk edebiyatı değil; Fransız, İngiliz, Amerikan, Latin Amerika edebiyatları inceleniyor. Hatta Marcel Proust hakkında çıkan yazı herhalde Fransa'dan fazladır. Kendi adıma Arapça ya da Farsça bilmemeyi büyük bir eksiklik olarak görüyorum. Neden hepimiz sadece Batı dilleri biliyoruz? Bu önemli bir soru değil mi? Kibir ise ayrı bir konu. Evet, “entelektüel kibri” diye bir şey var. Ne yazık ki var. Oysa hepimizin bildiği gibi olgun başak eğilir.

“94 seçimlerine zoraki itildim, karşıma Tansu Çiller, Susurlukçular, tarikatlar gibi güçler çıktı, oy çalma metodunun da başlangıcıydı”

- Geçmişe baktığınızda hiç pişmanlığınız var mı?

Evet var. 94 seçimlerine zoraki olarak itildim ama keşke Ülker’i dinleyip daha çok direnseydim. Cadı kazanının tam ortasına düştüm haberim olmayarak. Amerika’nın, Türkiye’de bir İslami iktidar kurma stratejisine geçtiği, kadrolarını oluşturduğu, üç sosyal demokrat partinin de lider ihtirasları uğruna birbirini kırdığı, karşıma Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Ecevit, Baykal, emniyet, Susurlukçular, tarikatlar gibi güçlerin çıktığı ve beni şahsen yok etmeye çalıştıkları dönemde, rahmetli babam dahil bütün aile çok acı çekti ama bundan da önemlisi, Türkiye’de bu kadar örgütlenmiş kötülüğün olduğunu o zaman gördüm. Ayrıca oy çalma metodunun da başlangıcıydı. Yıl da o korkunç 94. Ülker zaten istemiyordu, şimdi de “Seni vurmadıklarına şükret” diyor.

Zülfü Livaneli ve Erdal Öz


“Erdal’ın yokluğunu, omuz başımda kesik bir kol gibi hissettim”

- Erdal Öz bir dip notunda, “Şaka, maka Zülfü’ye güzel şeyler yapmışım, aferin bana, kendimi sevdim” diyor. Çok etkileyici. Altı yılda derinleşen bu dostlukta birlikte büyümüşsünüz. Sizin de çok desteğiniz olmuş. Bugünkü “Can Dünya Edebiyatı” külliyatında önemli önerilerinizin olduğu da aşikâr. “Sevdalım” dediğiniz hayatta, Erdal Öz’ü yitirmeniz sizde nasıl bir boşluk yarattı?

Erdal’ın yokluğunu, omuz başımda kesik bir kol gibi hissettim ve hâlâ ediyorum. O benim dostumdu, güvenirdim, dertlerimizi paylaşırdık, her şeye rağmen çok gülerdik. Dostlarımın çoğunu kaybetmiş olmak zor geliyor.

- Merak ediyorum. Cenazesinde bunca insan konuşmuşken siz neden yer almadınız? Ve bu durumu ailesiyle konuşmadınız mı? Kırgınlığınız devam ediyor mu?

Sebebini bilmiyorum. Sanıyorum Samiye ve çocuklar o acı kaybın etkisiyle sarsılmış durumdayken töreni hazırlayacak halleri yoktu. Okuduğuma göre Deniz Kavukçuoğlu adlı bir gazeteci düzenlemiş. O da benden -nedense- tanımadan nefret edenlerden birisiymiş. Ne yapalım, Türkiye böyle bir ülke. Hiçbir kötülük yapmadığınız insanlar düşman oluyor. Almanlar “Viel feind, viel ehre/Çok düşman, çok şeref” der ama keşke böyle olmasaydı.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

İpek Özbey ve Furkan Sezer anlatıyor: Adnan Oktar ölümden öyle korkuyor ki, başında uyku nöbetçisi tutuyor 

"Ruhları bedenlerinden ayrılmış adeta zombileşmiş insanlardan bahsediyoruz. Hepsinin ortak noktası Allah ile aldatılmış ve mehdiyet inancına ve Adnan Oktar'ın mehdi olduğuna inanmış olmaları. Bu insanlar yaptıkları şeylerle ilgili bir değerlendirme yetisine sahip değiller az sayıda olanları da kendilerine yaptırılan şeylere karşı çıkmaları durumunda başlarına ne geleceğini biliyorlar, önlerinde yüzlerce örnek var"

Türkiye'de evlat edinen ilk bekar erkek Serkan Özübek T24'e konuştu: Biyolojik babalık, kalpten babalıktan farklı bir şey olsaydı yuvalarda bunca terk edilmiş çocuk olmazdı değil mi?

"Çocuklar yuvadaki kadın görevlilere 'anne' diyorlar. Anne; oğlum için yediren, içiren, oynayan kısaca bakım veren kişi demekti. Eve geldik. Kim var? Bir adam var ve onu yediriyor, altını değiştiriyor, bakıyor. Demek ki anne bu adam! Cinsiyetten bağımsız, bakım veren kişi olarak bana 'anne' dedi. İlk başta komik geldi ama bu böyle olmaz dedim. Sürekli 'Oğlum, ben babayım, baba' diyordum. Hiç fark etmiyordu. Sonra anne deyince cevap vermedim. Üçüncü gün de 'Anba' demeye başladı, birinci haftanın sonunda da anne'den baba'ya geçtik"

Serdar Korucu: Bir annenin oğlunun kemiklerini istemesi… Bu cümle çok ağır…

"Bugün gözaltında kaybedilme korkusu yaşamıyorsak bunun tek nedeni Cumartesi Anneleri"