01 Şubat 2025

"'Sisler Dağıldığında' gerçeklerden kaçacak yer kalmıyor": Gülhan Davarcı'yla sevgiyi, aileyi ve yaralarımızla yüzleşmeyi konuştuk

"Gerçeklikle yüzleşmek de onu taşımak da kolay değil, kalbe ağırlık yapar. Bireysel sorumluluğumuzu almadan özgür olmamız mümkün mü? Sorumluluktan bahsediyorsak kendimize ve dünyaya karşı bir dizi ödevimiz de var demektir. Evet yük, ama taşımaya değer bir yük özgürlük"

Gülhan DavarcıSisler Dağıldığında ile Everest İlk Roman Ödülü’nü kazanırken, aynı zamanda okurun zihninde aile, sevgi, güç ilişkileri ve kimlik üzerine sarsıcı sorular uyandırdı. İlk sayfasından itibaren içine çeken bu roman, babasını kaybeden İnci’nin, geçmişin gölgeleriyle hesaplaşırken aslında kendi benliğiyle de yüzleşmesini anlatıyor. Kayıp, yas, manipülasyon ve sevgi arasındaki ince çizgiyi sorgulayan roman, bizleri baba figürünün aile içindeki mutlak gücüne dair düşündürmeye itiyor.

Bu, bir ‘baba kaybı’ hikâyesi mi, yoksa gerçeği keşfetmenin sancılı yolculuğu mu? İnci, babasının idealize edilmiş imgesiyle yaşarken, geçmişin sisleri dağılınca onun ardındaki sert gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalıyor. Sevgi sandığımız şey, bazen sınırlarımızı yok eden bir gölgeye dönüşebilir mi? Bizi büyüten insanlar, gerçekten bizi biz yapar mı, yoksa kendileri için bir biçim mi verir?Roman, aynı zamanda bir sessizlik anlatısı. Söylenmemiş sözler, sorulmayan sorular, yüzleşmekten kaçınılan gerçekler… İnci’nin hikâyesinde, birçok kadının kendi hayatındaki görünmez yaralara dokunacağını hissediyorum. Çünkü hepimizin bir geçmişi, geçmişimizle yürüdüğümüz yollar, kayıplarla sınandığımız anlar var.

Gülhan Davarcı ile Everest Yayınlarından çıkan ilk romanını, doğduğu toprakları, sessiz şiddeti, yüzleşmenin özgürlüğünü ve edebiyatın dönüştürücü gücünü konuştuk. Ama önce, edebiyat dünyasına ilk adımını attığı bu romanın ardından neler hissettiğini sorarak başlayalım…

- Everest İlk Roman Ödülü’nü kazandıktan sonra hem okurlar hem de eleştirmenlerden çok olumlu tepkiler aldınız. Mutlulukla söyleyebilirim ki ben de İnci’nin hikayesini çok sevdim. Neler hissediyorsunuz?

Hem kendi adıma hem de Sisler Dağıldığında adına elbette çok mutluyum. Bu roman öyle ilhamla filan birkaç gecede yazılmadı. Ardında uzun zamana yayılmış, çok ciddi bir emek var. Olumlu tepkilere bu emeği boşa harcamadığımı düşündürdüğü için seviniyorum. Olumsuz bir eleştiri gelirse de, edebi eleştiri bağlamında, bunu da sonraki romanlarım için bir köşeye koyarım, yine mutlu olurum. 

- Bu ikinci röportajımız. Ve sizi daha yakından tanımak istiyorum. Gülhan Davarcı kim? Nasıl bir ailede büyüdü? İlk ne zaman yazmaya başladı? Hadi anlatın bize…

Ben kimim sorusunu cevaplamakta her daim çok zorlanıyorum. Bir insanı ne tanımlar diye düşünmüşümdür hep, etnik kimliği, cinsel kimliği, sınıf bilinci… hangisi ne oranda belirler? Net bir cevabı yok galiba.  Ben birinci sınıfa başladığımdan beri yazmayı çok sevdim. Yazmaya duyulan sevgi, anlamlı cümleler kurmadan önce, bir kalemle kâğıdı eline almayı arzulamakla başlıyor sanki. Onca yıllık öğretmenlik deneyimimden çıkardığım sonuç, bir insanın yazıyla ilişkisinin az çok birinci sınıfta kendini belli ettiği yönünde. İstisnalar her zaman mevcut, bunu göz ardı etmiyorum ama henüz yolun başındayken yazmayı sevmeyen çocuklar gördüm, eğitim hayatlarında genelde bu hoşnutsuzluğu daha az hissedecekleri alanlara yöneliyorlar. Fiziki olarak kalem tutmayı seven öğrencilerimdeyse başka bir varoluş haline tanıklık ettim, yazmaya, okumaya ve konuşmaya duyulan meyil, dikkat hali. Ben de öyle bir çocuktum, öğretmenin üç sayfa verdiği çizgi ödevini beş sayfa yapıp götüren. O çizgilerde beni kendine çeken büyülü bir hal vardı. Yıllar sonra, üniversiteden mezun olduktan sonra, Ermenice öğrenmeye başladım. Ermeni alfabesi de üzerimde aynı etkiyi yarattı, her bir harfi yazarken keyif aldım. Yazmayı sevince okumayı da seviyor galiba insan, okuduğum her bir kitabı özetlerdim çocukken, notlar alırdım, düşüncelerimi yazardım, kompozisyon yazmak en sevdiğim okul etkinliğiydi, bir fikri bütünlüklü olarak aktarmanın puzzle yapmaya benzer keyifli bir yanı var. Okumaksa her daim hayatımın en temel etkinliklerinden biri oldu. Ama hiçbir zaman sadece kitaplarla yaşayan biri olmadım, Nietzsche’nin dediği gibi, sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden değilim, aklımı sadece onların insafına terk etmedim. Gözlemi, deneyimi ve sezgiyi de önemsedim.

Gülhan Davarcı

"Dünya gürültülü, insanlar çok konuşuyor; ben sessizliğin söylediklerine ihtimam gösteriyorum"

- Peki Kayseri’de büyümek yazarlığınızı nasıl etkiledi? O coğrafyanın sessizliği, “sessiz şiddet” temasına ilham verdi mi?

Yazarlığımı nasıl etkilediğine dair bir fikrim yok açıkçası, başka yerde büyümüş olsam nasıl yazardım bilmiyorum. Bugüne kadar yazdıklarım üzerinde açıkça gösterilecek bir etkisi varsa bile bunu tespit edemem. Ama kişiliğimi birçok yönden etkilemiş olduğu kesin, bunun ne kadarı Kayseri’de büyümekle, ne kadarı Kayserili olmakla ilgili, onu da tam olarak kestiremiyorum. Bir yerde büyümekle oralı olmak arasında ciddi fark var.

Ben büyüdüğüm ortamı sessiz diye tanımlamazdım. Elbette şu an İstanbul’da olduğu gibi bir araba ve insan seli içinde değildim ama sessiz de değildi büyüdüğüm ortam. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi düşündüğümde gözümün önüne hep kalabalık gelir. Bütün mahallenin komşu olduğu bir ortam düşünün, tam bir 90lar mahallesi, sürekli sokakta oynayan çocuklar, esnafla iç içe olma hali, neredeyse her gündüz ve her akşam evi dolduran misafirler, kalabalık bir aile, büyük bir aile, sanki dünyanın yarısını ailem oluşturuyordu. Gece olduğundaysa, bazen uykudan uyandıracak kadar şiddetli esen rüzgâr, o rüzgârın yarattığı uğultu, panjur sesleri, kavak ağaçlarının rüzgârda çıkardığı ses, pencere pervazlarından çıkan ıslık, rüzgârın balkonlardan fırlattığı eşyaların çıkardığı ses… Annem, kıyamet bu şehirde rüzgârdan çıkacak, derdi, ben de bunun kesinliğine inanırdım, düşünün şiddetini. Çok enteresan ama artık rüzgâr da o şiddette esmiyor kar yağmadığı gibi. İstanbul gibi şehirlere kıyasla bir sessizlik tanımı yapıldığının farkındayım ama özellikle çocukluğunu 90larda geçirmiş biri olarak buradaki geçmişimi sessizlik kaplamıyor, ki ihtiyacını en fazla duyduğum şeylerden biriydi. Belki de bu yüzden sessizlik hep derin bir ihtiyaç olmuştur bende. Dünya çok gürültülü, insanlar çok fazla konuşuyor. Sessizliğin söylediklerine ihtimam gösteriyorum ben, cümleler arasındaki boşluklara, suskunluklara… İnsanlar, birçok duyguyu bastırmak, bazen gerçekten söylemeleri gerekenleri söylememek için konuşuyorlar. Kelimelerle örtülmeye çalışılan hakikatin sessiz yanını deşifre etmeye bir düşkünlüğüm var, diyebilirim ama bu meyilim sessizlikten değil, olsa olsa gürültünün bende yarattığı rahatsızlıktan ortaya çıkmıştır.

- Romanda baba figürü üzerinden aile içi güç dinamiklerini, manipülasyonu ve sevgi adı altında uygulanan sessiz şiddeti sorguluyorsunuz. Baba-kız ilişkisi biz kadınlar için hayatımızı şekillendiren bir bağ, belki de yara. Roman üzerinden düşünürsek kadınların babalarıyla kurduğu bu ilişkiler hayatlarını nasıl etkiliyor?

Sisler Dağıldığında üzerinden düşündüğümüzde İnci’nin özel bir durumu olduğunu görüyoruz. İnci’nin büyük bir ailesi yok, bırakın büyük aileyi, klasik anlamda çekirdek ailesi de yok. Babasından ve kendisinden oluşan iki kişilik bir aile söz konusu. Baba-kız ilişkisi hayatı şekillendirir ama İnci söz konusu olduğunda, herhangi bir kadının üzerindeki etkisine kıyasla çok daha fazla etkisi var bu ilişkinin. Bu romanda tek ebeveyn olan baba, diğer ebeveynin de sorumluluğunu üstlenmiş. İnci üzerinde yarattığı etki de bu noktada çok daha hayati.

Gülhan Davarcı

"Babanın fiziki varlığının ortadan kalkmasıyla birlikte ağırlık İnci’nin üzerine çöküveriyor"

- İnci’nin geçmişine dair “sorulmayan sorular” roman boyunca bir gölge gibi karakterlerin üzerine çöküyor. Bu sessizlik, İnci’nin kırılma noktasını nasıl belirledi?

Sorulmayan soruların ağırlığı romanda haliyle en çok İnci’yi eziyor. Bu ezici ağırlık elbette bir noktada kırılma yaratır. Babanın fiziki varlığının ortadan kalkmasıyla birlikte o ağırlık İnci’nin üzerine çöküveriyor. İnci o çöküntüden bir çıkış yolu buluyor kendine, bulamayabilirdi de. O zaman başka bir hikâye çıkardı ortaya, umutsuz ve karanlık bir hikâye.

- Sedef, İnci’ye “Gerçeği öğrenmek seni özgürleştirecek mi gerçekten?” diye soruyor. Ancak gerçeğin özgürlük getirmekten çok yeni bir yük yarattığını görüyoruz. Gerçekler özgürlük mü getirir, yük mü?

Her ikisi belki de. Gerçeklikle yüzleşmek de onu taşımak da kolay değil, kalbe ağırlık yapar. Özgürlüğün genelde hafif olarak tahayyül edildiğini biliyorum, öyle bir yanı da var ama diğer yandan sorumlulukla da yakından ilintili değil mi? Bireysel sorumluluğumuzu almadan özgür olmamız mümkün mü? Sorumluluktan bahsediyorsak kendimize ve dünyaya karşı bir dizi ödevimiz de var demektir. Evet yük, ama taşımaya değer bir yük özgürlük. Özgürlük ve gerçeklik, birbirinden kolay kolay ayrılamaz.

- Sedef’in küçük kızıyla ilişkisi, İnci’nin babasıyla olan ilişkisine açık bir zıtlık sunuyor. Bu iki ebeveyn arasındaki farkı romanın alt metninde bir denge unsuru olarak mı, yoksa bir çatışma aracı olarak mı kullandınız?

İnci’nin arzusunun bir izdüşümü Sedef ve kızı arasındaki ilişki, babasıyla kurduğu ilişkinin zıttı çünkü itiraf edemese de babasıyla arasında bir tahakküm ilişkisi olduğunu seziyor. Sedef ve kızı arasında başka türlü bir ilişki görmesine neden olan da bu.

Gülhan Davarcı

"Kendini tanımayınca ötekini de tanıyamıyorsun ama öteki olmadan da kendini tanıyamıyorsun"

- Romanda sevgi ve aşk, bir yandan güven veren bir sığınak gibi görünürken, diğer yandan manipülasyon ve kontrol aracı olarak karşımıza çıkıyor. Sizce aşk/ilişki, kendimizi bulduğumuz bir özgürleşme alanı mı ya da farkında olmadan içinde kaybolduğumuz bir hapishane mi? 

Çok yakın ilişkilerde sınırları korumak çok zor, sevdiklerimize karşı sürekli tetikte olamayız, hele bu Sisler Dağıldığında’da tariflenen ebeveyn-çocuk ilişkisi gibiyse. Özel ilişkilerde görece daha özgürüz. Romanda İnci, Eren ve babasını ortak paydada buluşturan erkekliği tarifleyemese de seziyor. Bu noktada sezgilerini takip edip özgürleşebilir ya da babasının sevimli yüzlü tahakkümünü Eren’le ilişkisinde yaşamaya devam edebilir. Seçim demek istemiyorum, insanın seçimlerini belirleyen süreç o kadar iradi ilerlemiyor ama diğer yandan hiçbirimizin kendimizi bir başkasının insafına bırakmak gibi bir lüksü yok. Maalesef sürekli tetikte olmak gerekiyor, yoksa özgürlük dediğin şey birden hapishanene dönüşebilir. Fakat bu tetikte olma hali, sadece ötekiyle ilgili de değil, en büyük çelmeyi kendimize takan da biziz. Kendini tanımayınca ötekini de tanıyamıyorsun ama öteki olmadan da kendini tanıyamıyorsun.   

- Ahh, bizim güzel yaralarımız diyerek ucu açık sürprizli sonu çok sevdim. Aslında her okuyucunun sonu farklı olabilir. Bugünden geriye baktığımda güzel yaralarımız diyorum ama aslında hepsi farklı birer yolculuk. Bu bağlamda sormak istiyorum: İnci yaralarını iyileştirebilecek mi? Yazar değil de okuyucu olarak düşünsen ne dersin?

Romanın sonunu düşündüğümde, iyileştirebilecek derdim, çünkü gerçekliğin, yüzleşmenin iyileştirici bir gücü olduğuna inanıyorum. Beden türlü türlü hastalıklarla, ağrılarla, rüyalarla sürekli yüzleşmeye çağırır insanı ama direnç oluşturursa kişi, ondan kaçarsa, geçmiş olmamış gibi yoluna devam ederse hasta olur. Rüyaları ve ağrıları İnci’yi çağırdı, İnci de o çağrıya cevap verdi.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Vedat Milor: Doğru bildiğimi söylemek beni düşman kazandıran biri yaptı ama asla vazgeçmedim

"Hem bireysel hem de devlet düzeyinde, üzeri örtülen her şeyin altında kalma tehlikesi var. Devletler, tarih boyunca kendi hatalarını gizleme eğiliminde olmuşlardır. Örneğin, güçlü devletler, kendi suçlarını örtbas ederken bu gücü bir koz olarak kullanabilirler. İsrail ve Amerika örneğinde olduğu gibi, güçlü bir devlet kendi politikalarını uygularken eleştirileri bastırabiliyor"

“Zorbalık ve kötü davranış arasında fark var!”; ‘Eyvah, Okuldan Arıyorlar!’ın yazarı Müjdat Ataman'la eğitimde sevgiyi ve nefreti konuştuk

"Okul ne yazık ki fabrika üretim bandı gibi işliyor, aynılaştırma ve akademik yükleme sosyal beceri alanı sınava öğrenci hazırlayan okulların çok da umurunda değil. Sosyal beceri sosyal ortamda olur eskiden sokaklardaki oyunlar bunun için iyi bir araçtı, sokaklar ve oyunlar bitti"

Şans ve ruh burcunuzu biliyor musunuz? | Astrolojinin içsel yolculuğunu gösteren 'Kısmet ve Niyet'in yazarı Hakan Kırkoğlu anlattı

"Şans, bize sunulan bir fırsattır; başarı, niyet ve doğru zamanda harekete geçmekle gelir. İçimizdeki ses ve niyet, bizi o başarı yoluna sokar. Hayatın sunduğu fırsatlar bazen yeterli olmayabilir, işte o anlarda niyet devreye girer ve başarıya giden yolu açar. Kısmet ve niyetin birleşimi, liderlik özelliklerimizi ve başarı yolculuğumuzu şekillendirir"

"
"