12 Ocak 2025

"İnsan hakları mücadelesinden emekli olunmaz!" demişlerdi; 6 Şubat'ta hayatlarını kaybeden Hatice ve Mithat Can'ın hikâyesi

Avukat Eren Can: Annem ve babam yaşıyor olsalardı Antakya’dan taşınmazlardı. Bugün hâlâ orada yaşıyor ve şehrin gündelik sorunlarıyla mücadele ediyor olurlardı. Ve bu mücadeleden bir adım bile geri atmazlardı

6 Şubat 2023… Antakya’nın kadim sokakları, insanlığın en büyük felaketlerinden birine tanıklık etti. On binlerce insanın yaşamını yitirdiği bu yıkımın içinde, adaletin ve insan haklarının sarsılmaz savunucuları Hatice ve Mithat Can da hayatlarını kaybetti. Ancak onlar, yalnızca birer isim değil; geçmişten bugüne uzanan bir mücadele mirasının taşıyıcıları, insanlık onurunun savunucularıydı.

Hatice-Mithat Can: Aynı Denizde Buluşan Irmaklar, sadece bir çiftin yaşamını değil, Türkiye’nin toplumsal belleğini ve mücadelesini geleceğe taşıyan bir kitap. Nuri Günay ve Mahir Mansuroğlu’nun kaleme aldığı eser, Notabene Yayınları’ndan çıktı. Kitap, 68 Kuşağı’nın devrimci ruhundan 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin karanlık yıllarına, 1980’lerden 2000’lere kadar uzanan bir zaman diliminde, Hatice ve Mithat Can’ın emek ve adalet mücadelesini gözler önüne seriyor.

Hatice Can, Gezi’de yaşamını yitiren gençlerin davalarından Reyhanlı ve 10 Ekim Katliamı’na kadar uzanan hukuk mücadelesinde cesur bir savunucuydu. Mithat Can ise “Mücadeleden emekli olunmaz” sözüyle, 68 Kuşağı’nın ideallerini bugüne taşıyan bir öğretmen ve aktivistti. Bu iki insan, yalnızca kendi hayatlarını değil, Antakya’nın çok kültürlü dokusunu, tarihini ve vicdanını da savundu. Şimdi Hatice ve Mithat Can’ın oğlu Av. Eren Can, bu mirası yaşatmaya çalışan bir hukukçu ve aktivist olarak, ebeveynlerinin bıraktığı değerleri savunmaya devam ediyor.

Kitabın yazarlarından Nuri Günay ve Hatice-Mithat Can’ın oğlu Av. Eren Can ile buluştuk. Hak mücadelesiyle geçen sevgi dolu bir ömrü, 6 Şubat depreminde yaşananları ve Hatay’ın son durumunu konuştuk.

Avukat Eren Can, Ebru D. Dedeoğlu ve Nuri Günay (soldan sağa)

- İlk olarak sormak istiyorum. Hatice ve Mithat Can Kimdir?

Av. Can Eren: Ömrünü insan hakları, adalet, eşitlik, demokrasi ve barış mücadelesine adamış kişilerdi. Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu dönem sözcülüğü yapan Av. Hatice Can, Gezi’de yaşamını yitiren gençlerin de davalarının avukatıydı. Öğretmen Mithat Can da 1968’den beri mücadelenin içinde. 12 Mart ve12 Eylül darbelerinin ardından bir süre hapis yattı. 12 Eylül sonrasında İnsan Hakları Derneği Hatay Şubesi’nin başkanlığını üstlendi.

- Mithat Can’ın 68 kuşağı içinde başlayan mücadelesi, birçok devrimcinin yılgınlık yaşadığı dönemlerde bile sönmedi. Onun “Mücadeleden emekli olunmaz” sözü, bugün toplumsal muhalefet için nasıl bir ders içeriyor?

Nuri Günay: Ne yazık ki Mithat Can ve Hatice Can gibi insanlar bugün çok az kaldı. Hayatın zorlukları, mücadeleye inatla devam etmeyi zorlaştırabiliyor. Ancak onlar, tüm zorluklara rağmen mücadeleden vazgeçmemeyi öğrettiler. Bir ömrü, eşitlik, adalet, demokrasi ve özgürlük uğruna harcarken başarısızlık ve ağır bedellerle karşılaşabilirsiniz. Buna rağmen mücadele etmek büyük bir erdemdir. Onların mücadelesinde vicdan ve adalet duygusu önemli bir rol oynuyordu. Bu iki kavram, hem bireysel deneyimlerinden hem de toplumdaki adaletsizliklerden güç alıyordu. Mithat Bey’in "Mücadeleden emekli olunmaz" sözü, özellikle rüzgârın soldan esmediği dönemlerde bile yerinde duran bir kararlılığı simgeliyor. Bugün, birçok insan bu mücadeleyi bırakmışken, onun inatla devam edebilmesi en büyük özelliklerinden biriydi.

“Annem, kamu görevlilerinin sanık olduğu davalarda adalet aramanın zorluklarına rağmen yılmadı”

- Hatice Can, Gezi’de öldürülen Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan’ın davalarından Reyhanlı ve 10 Ekim Katliamı mağdurlarına kadar, hep “adalet” dedi. Onun bu davalara adanmışlığını düşündüğünüzde, adaletin Türkiye’deki haliyle nasıl bir savaşa dönüştüğünü hissediyorsunuz?

Av. Eren Can: Evlat olmanın yanı sıra meslektaş olarak da annemle aynı duyguyu paylaşmak benim için ayrı bir deneyimdi. Özellikle Abdullah Cömert davasında tüm yargılama sürecinde birlikte çalıştık ve bu süreçte annemle bir hukuk mücadelesi yoldaşlığı yaşadım. Annem, Türkiye’de kamu görevlilerinin sanık olduğu davalarda adalet aramanın zorluklarına rağmen yılmadan çalıştı. Gezi sürecinde savcılıkta bekletilen, failleri bulunmadan sümen altı edilen dosyada, deyim yerindeyse iğneyle kuyu kazdı. Mevcut görüntüleri netleştirerek, Abdullah Cömert’in başına isabet eden gaz kapsülünün hangi polis aracından (akrep) atıldığını tespit etti ve savcıyı ikna ederek sanığın “olası kastla adam öldürme” suçlamasıyla yargılanmasını sağladı.

Ahmet Atakan davasında da benzer bir mücadele verdi. Ahmet Atakan’ın ölümü sonrası, “arkadaşları itti” gibi iddialar ortaya atılmıştı. Annem, toplanan delillerle ölüm nedeninin kolluğun attığı gaz kapsülü olduğunu kanıtladı. Gaz kapsülündeki DNA incelemesi, Ahmet Atakan’ın kanıyla yüzde 99,9 uyumlu bulundu ve olayın nasıl gerçekleştiği bilimsel olarak netleşti. Annemin kararlılığı, insan hakları ve hukuk ilkelerini savunmada nasıl adanmış bir örnek teşkil ettiğini gösteriyor. Onun mücadelesine tanıklık etmek, benim için hem bir evlat hem de bir meslektaş olarak unutulmaz bir deneyimdi.

“1980’e kadar gelmiştik ki deprem oldu ve süreç yarım kaldı”

- Hatice -Mithat Can Aynı Denizde Buluşan Irmaklar kitabını yazma süreci nasıl başladı? Ne kadar sürdü?

Nuri Günay: Daha önce bir nehir söyleşi kitabım vardı; Abdullah Aydın, eski Halkevleri Genel Başkanı ile yapılan bir çalışmaydı. Mahir Mansuroğlu ile bir gün otururken, “Mithat Can’la da böyle bir çalışma yapmamız lazım,” dedi. Hemen Mithat Abi’yi aradık ve Antakya’da, Atatürk Parkı’nda buluştuk. Durumu anlattık, “Olur,” dedi, ama biraz zaman istedi. Böylece süreç başladı ve yaklaşık 1,5-2 yıl sürdü. Bu tempo bize iyi geldi; sohbet ederken ve kayıt alırken, Hatice Abla ve Mithat Abi’nin hayatlarının ne kadar iç içe geçtiğini fark ettik. Onların hikâyelerini ayrı ele almak mümkün değildi, çünkü mücadelelerini hep birlikte yürütmüşlerdi. Hatice Abla’nın güçlü hafızası, hem kendi yaşadıklarını hem de memleketin son on beş yılına dair detayları net bir şekilde hatırlamasını sağlıyordu. Sohbetler sırasında onların kendi aralarındaki tartışmalar bizim için çok öğretici ve keyifliydi. 1980’e, tutuklanıp cezaevine girdikleri döneme kadar gelmiştik ki deprem oldu ve süreç yarım kaldı. Ancak 1980 öncesine dair topladığımız anılar, sözlü tarih açısından çok kıymetliydi; günlük hayatın detayları, dönemin büyük olaylarından bile daha değerli hale gelmişti.

- En çok neden etkilendiniz?

Mithat Abi’nin söylediklerinden beni en çok etkileyen, Samandağ gibi bir bölgeden çıkıp, tüm zorluklara rağmen büyük bir aydınlanma yaşamalarıydı. Anadillerinin Arapça olması nedeniyle Türkçe uyum sorunları vardı ama buna rağmen üniversiteyi kazandılar ve orada bir değişim yaşadılar. Ancak köklerinden hiçbir zaman kopmadılar. Üniversite eğitimiyle kazandıkları aydınlanmayı, tekrar memleketlerine dönerek orayı değiştirmek için kullandılar. Bu yalnızca Mithat Abi için değil, o dönemdeki pek çok insan için geçerliydi. 68 kuşağı, sıradan insanların çocuklarının okuyarak toplumu değiştirmeye başladığı bir dönemin tetikleyicisiydi. O değişim ve değiştirme gücü beni her zaman çok etkilemiştir.

- Kitapta dostlarınızın yazdığı anılar, anne ve babanızın hayatına dair hiç bilmediğiniz hangi yeni kapıları araladı. Onları farklı gözlerden görmek sizin için nasıl bir duygusal deneyimdi?

Av. Eren Can: Biz üç kardeşiz ve en küçüğümüz benim. Bu yüzden biraz annemle babamın maskotu gibiydim. Yanlarından hiç ayırmazlardı. Tüm çocukluk ve gençlik dönemim, üniversiteye gidene kadar, Antakya’da onların yanında geçti. Hem kitaba yazı yazan dostları hem de Antakya’ya gelen yazarlar, akademisyenler, aydınlar ve sanatçılar mutlaka Samandağ’daki yazlık evimizden geçmiştir. Babamın sofraları çok meşhurdu. Antakya’nın mezeleri, yemekleri ve etleri zaten ünlüdür, babam da bu konuda oldukça becerikliydi.

“Yazılanlar annemle babamı farklı gözlerden görmemi sağladı”

- Peki neler hissettiniz dostlarının yazılarını okudukça?

Bu yazılar, annemle babamı farklı gözlerden görmemi sağladı. Onların dostlarının yazdıkları sayesinde, anne ve babamın hayatına dair daha önce bilmediğim pek çok detayı öğrenmek ve onlara bir kez daha hayran olmak benim için derin ve duygusal bir deneyim oldu.

- Deprem sonrası adalet arayışı maalesef yetersiz kaldı. Hatice ve Mithat Can’ın insan hakları mücadelesini düşünce, sizce bu yetersizlik topluma nasıl bir mesaj veriyor?

Nuri Günay: Deprem sırasında Hatay’daydım ve ilk andan itibaren Eren’le iletişim halindeydim. “İlk üç gün” ifadesi sık kullanılır, ama gerçekten Hatay’da o üç gün boyunca devlet yoktu. 6 Şubat sabahından itibaren Türkiye’nin geri kalanının Hatay’daki felakete dair bir fikri bile yoktu. Radyodan haberleri dinlemeye çalıştık, ama Hatay’ın adı bile geçmiyordu. Oysa en büyük yıkım buradaydı. Sokaklarda çaresizce dolaşan insanlar, kendi başlarına bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Hayatımda bu kadar çaresizlik ve soğuk bir hava görmemiştim. Bu eksikliği o gün Hatay’da olan herkes dile getirebilir. Sokakta sıkça duyduğum bir söz vardı: “Biz üvey evlat mıyız?” Bu duygu, Hatay’ın tarihinden kaynaklanıyor. Türkiye’ye katılım sürecinden bu yana bölgenin ihmal edildiği düşüncesi, özellikle yaşlılar arasında hâlâ canlı bir hafıza.

“Hatay halkı helalleşmiyor ve helalleşmeyecek”

Av. Eren Can: İstanbul’dan yola çıktık ve yaklaşık 20 saat sonra, 7 Şubat’ta saat 01.00 gibi Hatay’a vardık. Hatay’a giden yolların durumu bile bu ihmali gözler önüne seriyor. İskenderun’a kadar otobandan gidebilirsiniz, ama sonrasında Belen üzerinden dar ve virajlı bir dağ yoluna girmek zorundasınız. Böyle bir altyapıyla, deprem gibi bir felakette yardımın zamanında ulaşması zaten mümkün değildi. Teknik eksiklikler, kötü yönetim ve liyakatsizlik bu felaketi daha da derinleştirdi. Depremin ardından sokakta dolaşan çaresiz insanların yanı sıra, koordinasyonsuzluk da ciddi bir sorun haline geldi. İnsanlar enkaz altında sevdiklerini kurtarmaya çalışıyor, fakat ellerinde hiçbir ekipman yoktu. Çoğu durumda sadece çıplak elleriyle mücadele ediyorlardı. Bu çaresizliği yaşarken, hayat kurtarabilecek bir hiltiyle bile ulaşamamanın öfkesi insanın içinde büyüyor. Cumhurbaşkanı depremden 40 gün sonra Adıyaman’da bir konuşma yaparak, “Bazı eksikliklerimiz oldu, hakkınızı helal edin,” dedi. Ama Hatay halkı bu konuda helalleşmiyor ve helalleşmeyecek. Çünkü burada sadece annemi ve babamı değil, tüm komşularımı, arkadaşlarımı, ilkokul öğretmenimi, alışveriş yaptığım esnafı, kuyumcuyu, manavı kaybettim. Doğduğum ve büyüdüğüm şehri kaybettim. Bu kaybı, bu kolektif yas duygusunu tarif etmek çok zor.

Nuri Günay: Deprem, öngörülemeyen bir felaket değildi. Artık elimizde il afet risk azaltma eylem planları var. Bu planlarda, olası bir depremin mahalle mahalle nerede daha fazla zarar vereceği ve hangi binaların yıkılabileceği bile yazıyor. Ancak bu planlar uygulamaya geçirilmiyor. Öngörülen bir felaket gerçekleştiğinde ve gerekli önlemler alınmadığında, bu durum bir kazadan öteye geçer; hukuki olarak “olası kast” haline gelir.

Av. Eren Can: Deprem sonrası arama kurtarma çalışmalarında da aynı koordinasyonsuzluk vardı. AFAD yetkilisi olmadan kepçe operatörleri çalışmıyordu. Bir binanın enkazında, içeride canlı insanların olduğu bilinmesine rağmen kepçeler bekletildi. Asker ve gönüllüler inisiyatif alarak bazı hayatları kurtardı, ama bu inisiyatif her zaman devreye giremedi. Merkeziyetçi yönetim anlayışı, bu süreçte en büyük engeldi.

Nuri Günay: Bu felakette, AFAD’ın koordinasyon yetersizliği tüm çabaları aksattı. Eğer organizasyon düzgün yapılsaydı, yalnızca Hatay’ın bir mahallesinde bile 50-100 kişi kurtarılabilirdi. Bu rakam tüm şehre yayıldığında çok daha büyük bir fark yaratırdı.

“Bireysel farkındalık hayat kurtarmıyor; asıl sorumluluk, yöneticilerin planlama ve önlem almasında”

Av. Eren Can: Şu anda Adalet Peşinde Aileleri Platformu’nun bir parçasıyım. Depremde yakınlarını kaybeden ailelerin oluşturduğu bu platform, sorumluların yargılanması için hukuk mücadelesi veriyor. Bu mücadele hem acılarımızı paylaşmamıza hem de yasımızı yaşamamıza olanak sağlıyor. Aynı zamanda, gelecekteki olası depremler için önlem alınmasına yönelik farkındalık yaratmayı amaçlıyoruz. Çünkü bireysel farkındalık hayat kurtarmıyor; asıl sorumluluk, yöneticilerin planlama ve önlem almasında.

Antakya’da bir şehir yıkıldı, on binlerce insan hayatını kaybetti. Bu insanların her biri, içinde çok kıymetli isimler barındıran ayrı bir değerdi ve anılmayı hak ediyor. Kitabın ilk sayfasını 6 Şubat’ta kaybettiklerimize ithaf ederek bu anıyı yaşatmayı hedefledik. Keşke her birinin hikayesi kitaplarla, yazılarla ve filmlerle ölümsüzleştirilebilse. Biz elimizdeki bu imkânı değerlendirdik, çünkü kaybettiklerimizin her biri bunu fazlasıyla hak ediyor.

“Kültürlü yapının ve kentin yaşatılması için ne deprem öncesinde ne de sonrasında bir şey yapıldı”

- Hatice ve Mithat Can’ın mücadelesi, sadece insan haklarıyla sınırlı değildi; doğayı, çok kültürlülüğü savundular. Depremden sonra Hatay’ın kültürel dokusunun büyük zarar gördü. Ruhlar yaralı.  Yapılanları doğru buluyor musunuz?

Nuri Günay: Yapılanları doğru bulmuyorum. Korunması adına yönetenlerin yaptıklarını doğru bulmuyorum. Bu çok kültürlü yapının, geleneğin, tarihin ve kentin yaşatılması için ne deprem öncesinde ne de sonrasında bir şey yapıldı. Aksine, söylem düzeyinde herkes “çok kültürlülük” üzerine konuşuyor ama bu konuda herhangi bir somut adım atılmadı. Benim umudum bireysel çabalarda; çünkü Antakya’nın böyle bir potansiyeli ve insan kaynağı var. Orada yaşasın ya da yaşamasın, Antakya ile bağı olan herkes bir şekilde kendini Antakyalı hissediyor. Örneğin, ben Antakyalı değilim ama orada yaşıyorum ve burayı kendi memleketim gibi görüyorum. Hatta Antakya’ya memleketinden daha çok bağlı olan insanlar bile var. Her fırsatta buraya gelen, burayı seven ve sahiplenen birçok kişi var. Deprem öncesinde de bu böyleydi, deprem sırasında da çok büyük bir dayanışma gördük. Bundan sonra da, her şeye rağmen, bu dayanışmanın devam edeceğine inanıyorum…

- Nasıl? Bu çeşitliliği yeniden inşa etmek için ne yapılmalı?

Şu an yaptığımız şeyler bile bu soruya bir cevap aslında. Bu konuda gösterdiğiniz duyarlılık için teşekkür ederim. Gazetecilerin Hatay’ı, Antakya’yı görmesi lazım. Sorunlarıyla, güzellikleriyle, orada ne varsa bunu anlamaya çalışmaları ve unutturulmasına engel olmaları gerekiyor. Tabii ki depremi yaşayan diğer yerleri de aynı şekilde ele almalıyız. Ancak, Antakya’da durum çok farklı. Hayal edin, tüm bir şehrin yıkıldığı bir depremden bahsediyoruz. Bu, başka hiçbir yerle kıyaslanamayacak bir felaket. Dolayısıyla çok daha özenli bir yaklaşım gerekiyor.

“Antakya sadece beton binalardan ibaret değil, planlayanların şeffaf ve katılımcı bir yaklaşımıyla canlanabilir”

- Umutlu musunuz?

Av. Eren Can: Antakya özel bir yer ve yeniden yaşayacağına inanıyorum. İnsanlık tarihinin en eski yerleşimlerinden biri olan şehir, Antik Roma’dan bugüne birçok dönemin izlerini taşıyor. Tarih kitaplarında “Antakya büyük bir deprem yaşadı ve haritadan silindi” ifadeleri geçiyor. Bugün de benzer bir durum yaşansa da Antakya sadece beton binalardan ibaret değil; kültürü ve demografik yapısıyla yeniden canlanabilir. Ancak bu, süreci planlayanların şeffaf ve katılımcı bir yaklaşım sergilemesine bağlı.

Şu an Antakya’da yeni bir şehir inşa ediliyor ama süreç belirsiz ve halk bilgilendirilmiyor. Örneğin, anne ve babamın hayatını kaybettiği bina yıkıldı ve boş bir arsa olarak duruyor. Yeniden yapılacak mı, yapılacaksa nasıl bir süreç izlenecek, hiçbir bilgi yok. Benzer şekilde, annemin Atatürk Caddesi’ndeki avukatlık ofisi de yıkıldı ve orada bir inşaat yükseliyor. Bu alan rezerv alan ilan edilmiş, ancak bize bu konuda bilgilendirme yapılmadı.

Tarihi ve kültürel dengenin korunup korunmadığı belirsiz. Yeniden inşa süreci şeffaf ve katılımcı şekilde ilerlerse halkın güveni artar ve Antakya, kültürel mirasıyla birlikte sağlıklı bir şekilde ayağa kalkabilir. Ancak mevcut belirsizlik, şehirde kaotik bir duruma yol açıyor.

“İnşaatlar yapılıyor, yıkımlar devam ediyor ama süreç planlı ve özenli ilerlemiyor”

- Büyük maddi yardımlar yapıldı, bu yardımlar ihtiyacı olan insanlara ulaştı mı? Ne düşünüyorsunuz?

Av. Eren Can: Bu yardımların tam olarak ulaşıp ulaşmadığını bilmek zor. Ancak tespit edebildiğimiz kadarıyla, halen insanlar sağlıklı bir şekilde barınamıyor. Temiz suya erişimde sorunlar var. Elektrik kesintileri sürekli yaşanıyor. Şehirde altyapı yetersizliği nedeniyle, insanlar elektrikli sobalarla ısınıyor ve bu da trafolarda arızalara neden oluyor. Trafonuzda arıza var diyerek sorunu geçiştiriyorlar, fakat depremden sonra altyapı güçlendirilmediği için bu problemler çözülmüyor. İnsanlar konteyner kentlerde yaşıyor. Eğer yardımlar yeterince ulaşmış olsaydı, bu durumun çözülmüş olması gerekirdi.

Antakya gibi bir yeri afet bölgesi ilan etmemek devlet açısından büyük bir hata. Orası için özel yasalar çıkarılıp, bölgenin yeniden hayatına dönmesi için kapsamlı bir program yapılması gerekirdi. Ancak şu an görüyoruz ki bölge kendi başına bırakılmış durumda. Evet, inşaatlar yapılıyor, yıkımlar devam ediyor ama bu süreç hiçbir zaman planlı ve özenli bir yaklaşımla ilerlemiyor. Antakya’nın insanları, her şeye rağmen, orada kalmaya kararlı. Başka bir şehirde olsa belki bu kadar insan geri dönmezdi ama burada insanlar memleketlerine sahip çıkıyor. Bu durumda devletin, bu insanlara çok daha özenli davranması ve hayatlarını kolaylaştıracak önlemler alması gerekirdi.

- Depremden sonra herkes “Unutmayacağız” diyordu ama insan psikolojisi gereği, zamanla uzaklaştıkça bu sözler unutuluyor. Hafızanın canlı tutulması için kolektif bir çaba gerekiyor. Yazarların, gazetecilerin, sanatçıların bu bölgede daha fazla bulunması, burayı yazması ve anlatması gerekiyor. Bireysel girişimlerin önemi nedir?

Bireysel girişimler bu noktada çok kritik. Örneğin, bazı insanlar etkinliklerini tamamen Hatay’a taşımaya karar verdi. Bu, bireysel gibi görünse de toplumsal hafızayı diri tutmak için büyük bir adım. Bu çabaların büyütülmesi ve koordine edilmesi gerekiyor. Antakya’nın yeniden inşası sadece binaların değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın ve kültürel dokunun da korunması anlamına geliyor. Bunun için herkesin üzerine düşeni yapması şart. Bu süreçte, daha fazla insanın duyarlılık göstermesi gerekiyor. Bu bir görev değil, insanlık sorumluluğu.

“Annem ve babam yaşasaydı şehrin sorunlarıyla mücadele ediyor olurlardı”

- Anneniz Hatice Can bugün yaşasaydı nasıl mücadele ederdi?

Av. Eren Can: Hem annem hem de babam, ikisi de Antakya’dan taşınmazlardı. Bugün hayatta olsalardı, hâlâ orada yaşıyor ve şehrin gündelik sorunlarıyla mücadele ediyor olurlardı. Örneğin, insanların temiz suya erişimi, sağlıklı barınma hakkı, ısınma hakkı gibi temel meseleler. Bu sorunları çözmek için idari ve mülki amirlerle, valiyle, kaymakamla birebir görüşür, gerekirse masaya elini vururdu. “Arkadaşım, Hatay’ın mahallesindeki zeytinliği rezerv alan ilan etmişsiniz, bunu yapamazsınız. Ben bunun idari davasını açacağım, haberiniz olsun,” derdi. Ve bu mücadeleden bir adım bile geri atmazdı. Şehir yıkılmış olsa bile, fırsatçılık yaparak zeytinlikleri imara açma girişimlerine kesinlikle karşı çıkar ve mücadele ederdi. Onun hem meşhur kahkahasıyla hem de kararlılığıyla şehrini savunmaya devam edeceğini biliyorum.

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı. Oksijen gazetesinde de röportajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ayşe Kulin: Güzellik başarıyla eş değer olsaydı, en iyi romanları Ajda Pekkan yazardı

"Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde benim ve iki kadın yazarın adını zikrederek 'Sinekler Pisliğe Konar' başlığıyla bir yazı yazdığını hatırlıyorum. Bu çok ağır ve zorba bir dildi. Beni üzen asıl şey, böyle bir yazının Cumhuriyet gibi köklü bir gazetenin kitap ekinde yayımlanmış olmasıydı. Gazete adına üzülmüştüm"

Ali Rıza Akın mikroskobik canlıların görünmez dünyasını anlattı: Bakteriler eş seçimini etkiler mi; yaşam ve ölüm arasında tercih yaptırabilir mi?

Ali Rıza Akın: Kanser tedavisinde kullanılan akıllı ilaçların etkisini artırabilen bakteriler mevcut. Yani düşünün, trilyonlarca dolar harcayan ilaç sanayisinin ve akademisyenlerin üzerinde çalıştığı tedavilere, gözle göremediğimiz, genetik mirasla bize kalan bu bakteriler doğal bir şekilde destek olabiliyor. Bu bakteriler, akıllı ilaçların başarı oranını yükselterek tedaviye büyük bir katkı sağlıyor

Hayata zekâsı ve kahkahasıyla meydan okuyan Deniz Türkali: Tiyatro, politik bir meydan okumadır; kadından, kediden korkmayan neuzubillah kâfir olur!

"Direnmek için umutlu olmaya ihtiyacımız var. Direnmek için gülmeye ihtiyacımız var. Direnmek için âşık olmaya, sevmeye, dostluklara ihtiyacımız var"

"
"