12 Ocak 2015

O zaman polis niye var?

Güvenlik alanında yaşadığımız, yaşayacak olduğumuz karabasan, sistemin topyekün çöküşünden bağımsız değil

Kendime bu soruyu, Fransa’nın sokaklarındaki bir avuç katil bütün bir ülkeyi dehşete sürüklerken sordum. Öyle ya, dünyanın en gelişmiş devletlerinden biri, iki üç kişinin karşısında aciz kalmıştı. Siz bir de bu savaşçıların daha çapsız ülkelerde neler yapabileceklerini düşünün. Durum varsayımdan ibaret değil. Bir süredir eşimiz, dostumuz, “aman kalabalık yerlere gitme” deyip duruyor. Toplumda bir korku havası hakim. Üstelik artık her yer böyle. Dünyanın diğer ucuna gitseniz kaçamazsınız.

Fransa başbakanının açıklamasına bakın: “Açık bir başarısızlık var. 17 kişi öldüğünde, bu, güvenlik konusunda çatlaklar olduğu anlamına gelir.” Çatlak ifadesi yetersiz kalmış. Durum çok daha vahim. Belki Charlie Hebdo-11 Eylül karşılaştırmaları artık bıktırdı ama, bir noktayı vurgulamakta fayda var. İki eylem de dünyanın gelişmiş güvenlik ve istihbarat mekanizmalarının zayıflığını teşhir etti. Amerika 2001’den sonra işi iyice abartıp dinlenmeyen, izlenmeyen insan bırakmadı. Yine de 11 Eylül’ün tüm boyutları ve saldırganların tüm bağlantıları tam anlamıyla ortaya dökülemedi. 11 Eylül’ün kurbanları bir kere de böyle mağdur edilmiş oldu. Devletin bu açığını tuhaf ve barbarca bir intikam eylemiyle kapatmaya çalışmasına ne demeli? Binlerce kişinin katili olduğu düşünülen bir adamın, bir mahkeme önüne bile çıkarıl(a)mamış olması (bazı İslamcıların düşündüğü gibi) 11 Eylül’ün bir komplo olmasından mı kaynaklanıyor? Yoksa mahkemede gayet rutin – fakat yine de utandırıcı – bir dizi devlet-cihadi bağının deşifre olma ihtimalinden mi? Ya da bu adamın yargılama sürecinde bir kahramana dönüşüp, devletin pısırık bir konuma düşme olasılığından mı? Derin komplo teorileri gerektirmeyen son iki senaryo çok daha gerçekçi gözüküyor. Olup bitenlerde komplo kokusu alıyor olabilirsiniz, belki de haklısınız. Ama daha büyük ihtimalle, Amerika’nın Libya büyükelçisinin akıbetine kadar uzanan bir çuvallamalar zinciri, delik deşik edilmiş bir sistemin iflasının habercisi.

AK Parti medyasının kurduğu Charlie Hebdo-11 Eylül paralellikleri, işte bu zavallılığı örtüyor. Hakim mantık, “Herkesi dinliyorlar, demek ki bu saldırının olacağını da biliyorlardı” denklemi üzerinden kuruluyor. Fakat belki de, en gelişmiş polisiye cihazlar, suçun yeni biçimleriyle baş etmek konusunda yetersiz kalıyor.  Duruma bir de şuradan bakın. Hükümet yetkilileri de belirtiyor, benzer olaylar Türkiye’de de yaşanabilir. Peki AK rejimin her yeri ahtapot gibi sarmış emniyet ağları bunların hepsini engelleyebilecek mi? Pek bir şey yapamayacaklarını Hatay’a yapılan saldırıda (ve sonrasında) gördük. Her iki durumda da (11 Eylül ve Hatay katliamı) devletler çok şey örtmeye yeltendi elbette ama, bunlar daha ziyade katillerle olan dolaylı, dolaysız bağlantılarının yaratacağı kamusal utanç durumuyla ilgiliydi kanaatimce. Bu katliamların, büyük veya orta boy devletlerin komploları olması ihtimal dahilinde. Yine de bu, yepyeni şiddet biçimlerinin giderek egemen olacağı bir çağa girdiğimiz gerçeğine gölge düşürmemeli.

Bildik güvenlik mekanizmalarının bu kadar çaresizlik içinde kalmasının bir nedeni, yeni, başıbozuk bir düşmanla boğuşuyor olmaları. Bunların modernitedeki en yakın muadili gerilla (ya da anaakım tabirle “terörist”). Fakat şimdi her yere yayılmış olan özerk hücre yapılanması, gerilla hareketlerinin sadece küçük bir kısmının ana strateji olarak benimsediği bir tarzdı. Modern bürokrasi, el-Kaide benzeri köksapımsı yapılanmaların ne zaman, nasıl, kime saldıracağını kestiremiyor. En gelişmiş teknolojiler ve yöntemler dahi bu akrobatlar karşısında yayan kalıyor.

 

Dijital zırhlı, namusun
ve dinin bekçisi, yeni şövalyeler

 

İslam ve İslamcılık bu yaşadıklarımızın neresinde duruyor? Bazı Batılı ve Türkiyeli yazarların belirttiği gibi, başlamamız gereken yer dinle hesaplaşmak mı? Evet, sorun bir ideolojik şiddet sorunu. Ve evet, söz konusu ideolojinin dini kökleri de var. Ancak bizi sarıp sarmalayan ve devletleri de (en azından görünüşte) çaresiz bırakan şiddet salt ideolojik değil. Türkiye’de kadınlara kıymanın (güvenlik güçlerinin de istekli ya da isteksiz katkılarıyla) ne kadar yaygın bir hale geldiğini senelerdir konuşuyoruz. Belki bunu hükümetin dini eğilimlerine bağlayabilirsiniz ama, bu ancak kısmen isabetli olur. Bir süredir “Ortaçağ”a döndüğümüzü söyleyenler var. Bunun yerine, biraz daha geniş bir pencereden bakıp, bilinenlerin dışında bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söylemeliyiz.

Sadece Ortaçağ değil, modernite öncesi toplumlarla paralellik şurada: asayiş artık giderek daha küçük birimler tarafından (da) sağlanıyor. Eskiden bu işi beyler, ağalar, lordlar, kabile şefleri, şövalyeler, geniş ailenin büyükleri (ve emirlerindeki delikanlılar) yapardı. Padişahlar, krallar, şiddeti gündelik hayatta kontrol etmiyor; sadece “dramatik” durumlarda ön plana çıkıyorlardı (savaşlar, idamlar, vb). Modernitenin bir özelliği, “meşru” addedilen şiddetin devlet tarafından tekelleştirilmesi (polis, jandarma, asker, ve mahkemeler aracılığıyla gerçekleştirildi bu).

Şimdi şiddet tekrar ademi merkezileşiyor; mafya, özel güvenlik şirketleri, cihatçılar, taşeron cihatçılar, namus meselesini kendi ellerine alan erkekler, seri katiller yeni dönemin ön plana çıkan aktörleri. Fakat şövalyelerden ciddi farkları var bu aktörlerin. Birincisi, ciddi bir kısmı çok daha yüksek teknolojik donanıma sahipler. İkincisi, devletler  tarafından tam kontrol edilemeseler de, kısmen regüle ediliyorlar. Mesela namus katilleri yer yer pohpohanıyor, yargılanıyor, önleri açılıyor, azarlanıyor, vb. Ama katil erkeklerin toplumun her hücresine yayılması, devletin ürettiği ya da kontrol edebileceği bir durum değil. Bu adamlar ne zaman patlayacağı belli olmayan birer serseri mayın. Cihatçılar meselesinde de gördüğümüz gibi, devlet kapasitesinin aşırı artışı ile devletin aciz kalışının tuhaf bir alaşımı söz konusu. Örneğin Suudi Arabistan, resmi devlet ideolojisi olan Vahhabiliği (ya da en azından onun türevlerini) tüm dünyaya hiç bu kadar iyi yaymamıştı. Bu anlamda Suudi devletinin hayatlarımızdaki belirleyiciliği kesinlikle artmış durumda. Diğer taraftan Suudi monarşisi, IŞİD denilen amorf yapının kontrolünü tamamen kaybetti ve göründüğü kadarıyla kendisi de bu güruhtan ölümüne korkuyor.

Polisin ve güvensizliğin aynı anda her yerde olma durumunu (Mübarek zamanındaki) Mısır’da yaşamıştım. Neredeyse her sokağın başında polis olmasına rağmen kadınlar sokak ortasında mütemadiyen tacize uğruyorlardı. Uyuşturucu her yerdeydi ve herkes polisin bu işin içinde olduğunu çok iyi biliyordu. Devrimci ayaklanmalar sırasında da baltagiyya denilen sivil polis-vandal kırması çeteler, kadınları taciz etmeye devam ettiler; hatta binlerce göstericinin ortasında bir kadını çevreleyip tecavüze yeltendikleri bile oldu. Devrimci durumun sonunu getiren faktörlerden biri de, polisin sokaklardan iyice çekilip, trafikte insanların birbirini yemesine, hırsızlıklara, tecavüze izin vermesiydi. Sıradan vatandaş artık polisin duruma el koymasını arzular hale getirildi. Uyuşturucu ticaretini regüle eden, keyfi işkenceyi adet haline getiren, her yerdeki cinsel tacize göz yuman aynı polisin! Böyle durumlarda, devlet ve devletsizlik içiçe geçiyor. Lütfen bu hallerin tamamen Mısır gibi ülkelere özgü olduğu hükmüne varmadan önce, polis (trafik ışıkları ve benzer cihazlarıyla birlikte) İstanbul trafiğinden tamamen elini çekse ne halde olacağımızı; ve de namus katillerinin bazı mahkeme ve karakollarda nasıl kahraman muamelesi gördüğünü aklınızda bulundurun. Bir de baltagiyya (“baltacı”) kelimesinin Türkçe kökenli olmasının rastlantı olmadığı ihtimali üzerinde durun.

Başka bir tür barbarlık Amerika sokaklarında kol geziyor. Önceki bir yazımda, yoksul siyah mahallelerinin nasıl bir polis terörü altında yaşadıklarına değinmiştim. Ancak polisin doğrudan şiddeti tablonun sadece bir parçası. Bir de ucundan regüle ettiği düşünülen uyuşturucu ticareti, çetecilik ve fuhuş var. Fakat bunları geçelim. Daha yeni, “postmodern” bir barbarlık, orta sınıfı arada bir kabuslara gark eden rastgele cinayet patlamaları. Klasik sağ ya da klasik sol bir bakışla, sadece “terörizm” ya da devlet şiddetine yoğunlaştığımızda kaçırdığımız, günümüz insanının nasıl kontrol edilemiyecek biçimde canavarlaştığı. Devlet istediği kadar her yere polis diksin, adamın (ya da çocuğun) teki eline silahı alıp okul basıyor, bir iki dakika içinde düzinelerce insanı öldürüyor. Bu artık Amerika’da düzenli olarak yaşanan bir hadise. Her okulda “acaba sıra bizde mi” korkusu var. Geleneksel güvenlik yöntemleri yetersiz kaldığı için radikal sağ, okullarda öğretmen, idareci ve hizmet çalışanlarının silahlanması için bastırıyor. Liberal sol, bunu önerenlere deli gözüyle bakıyor ve asıl çözümün toplumdaki silahlanma oranının azaltılması; silah alımının zorlaştırılması olduğunu söylüyor. İki tarafın da kendine göre bir haklılığı var ama, ikisinin mantığı da yeni durumu karşılamakta yetersiz kalıyor.

 

Devletin sağ eli hem hormonlu, hem sakar

 

1999 İzmit depreminden sonra, devletin hareketsizliği insanları hayrete sürüklemiş, liberal gazetelerden biri “O zaman devlet ne işe yarar” gibi bir başlık atmıştı. Muhalif kesimde bu sorunun cevabı belliydi zaten. O zamanlar “neoliberalizm” sözcüğü moda olmamıştı henüz ama, 1980 sonrası kapitalist devletlerin sosyal sorumluluklarını bırakıp güvenlik yönlerini sivrilttiklerini konuşuyordu herkes. Kemalist cumhuriyetin pasif bir devrimle aşındırılıp yeni bir rejimin kurulmasında, eski sultanın 1999 sınavında çakmasının da etkisi olmuştu. Yeni rejim sosyal alanda neoliberalizm-öncesi devletin sırtlandığı tüm sosyal sorumlulukları yüklenmese de, en azından bazı kesimleri rahatlatacak uygulamalarla sağlam bir taban kurdu kendine.

Bugün ise, “neoliberalizm” kavramıyla karşılanamayacak bir dönüşümün ortasındayız. Eleştirel çevrelerde neoliberal dönemi, devletin “sol eli”nin (refah harcamaları, sendikalar ve işveren arasında arabuluculuk, vb.) zayıflatılıp, “sağ eli”nin (hapishaneler, polis, ordu, vb.) güçlendirilmesi metaforlarıyla özetleyenler oldu. Oysa devlet artık güvenlik görevini de (eski şekliyle) icra etmiyor ve/ya edemiyor. Birçok ülkeyi avucuna alan “terörizm” korkusu, izleme ve güvenlik aygıtlarının (hem teknolojik hem çap olarak) katlanarak gelişmesine zemin hazırlarken, sıradan vatandaş kendini giderek daha kırılgan, saldırıya daha açık hissediyor. Amerikan devleti kendi topraklarını hapishanelerle, başka yerleri de işkencehanelerle dolduruyor ama, düşmanları gerileyeceklerine daha da iddialı şekilde vuruyorlar.

Halihazırda polissiz bir toplumu kurmayı bırakın, tahayyül etmek bile zor. Ancak sokaktaki rutin barbarlık ve teknolojik şövalyelik yayıldıkça, polis muhtemelen bunlara karşı bir kalkan olma, “ortalama vatandaş”ı adi suça ve “terörizm”e karşı koruma görevinden giderek çekilecek; belki de toplumdaki birçok silahlı odaktan sadece biri haline gelecek. Zaten Amerika’nın bazı yoksul ve siyah bölgelerinde yaşanan aşağı yukarı bu. Eğer gidişat değişmezse, sıradan vatandaş mahallesindeki hırsıza karşı cihatçılardan medet umacak; cihatçıdan daha çok korkan mafyadan yardım isteyecek, vb. Devletin önce sol eli kırılmıştı, şimdi de sağ eli bilim kurgu çizgi filmlerindeki mütantlara döndü. Dev gibi gövdesi ve zalimliği, kıt zekasını ve sakarlığını saklayamıyor. Tam tersine ona trajikomik bir hava veriyor.

Daha nice fanatik, nice rehineyi basit bir alışveriş sırasında ortadan kaldırdıkça, çoğumuz kendine şunları sorar hale gelecek: Çocuğuma süt almaya bile korku içinde gideceksem, güvenlik güçleri niye var? Sadece siyah seyyar satıcıları boğazlamak, gençlerin ciğerlerini biber gazıyla doldurmak, uyuşturucu trafiğini düzenlemek, sonra da çocuklarımı üniformasıyla etkilemek için mi?

Bir de, (duymayacak olsalar da) güvenlik zaafını itiraf eden Fransız başbakanı ve diğer muktedir devlet başlarına bugünden benzer sorular sorabiliriz. Kendi insanınızı bile bu katillere karşı koruyamayacaksanız, bu kadar ülkeyi işgal etmenin, iç savaşlar kışkırtıp sonra müttefiklerinizi yarı yolda bırakmanın, her yeri ve herkesi dinlemenin-izlemenin, dünyanın dört bir yanında işkencehane kurmanın ne gerekçesi kalıyor geriye? Bu başıbozuk eylemlerinizle fedaileri iyice azdırıp, hepimizin hayatını mahvetmeye ne hakkınız var? Önce umutlandırıp, sonra ortada bıraktığınız canilerin (ya da sempatizanlarının), dönüp dolaşıp vatandaşlarınızın hayatını zindana çevireceğini tahmin etmemiş olamazsınız. Komplo kuramcılarının iddia ettiği gibi bu geri dönüşü özlemle bekliyor muydunuz, yoksa gerçekten kapasiteniz yetilerinizi mi aştı? Cevap vermeyin, istemez; hangi senaryo doğru olursa olsun, sonuç aynı nasıl olsa. Hormonlu devler ve kahramanlar tepindikçe biz eziliyoruz.

 

Hazır reçeteleri rafa kaldırma zamanı

 

Durum eski reçetelerle çözülecek cinsten değil. Sadece uzmanların, siyasetçilerin değil, her vatandaşın şapkasını önüne koyup düşünmesini gerektiren yeni bir dünya düzensizliğine şahit olmaktayız. Merkez sağ reçeteler, hayatın diğer alanlarında olduğu gibi, şiddet ve güvenlik konusunda da manasını giderek yitiriyor. Topluma en büyük vaatlerinden biri dirlik-düzenlik olan merkez-muhafazakar siyaset bu yüzden de giderek tedavülden kalkacak. Radikal sağ, burada ciddi boşluk dolduracak. Söylemiştim, Amerika’da sağın çözüm önerisi, herkesin tepeden tırnağa silahlanması. Sadece İslamcılara değil; psikolojik sorunlar yaşayan gençlerden yoksul siyahlara kadar her potansiyel suçluya karşı. Belki hepimiz birer Rambo olursak kendimizi (illa koruyamasak da) daha iyi hissederiz.

Radikal solun bazı kesimlerinde ise devrim kurgusunun olmazsa olmaz bir parçası, taban örgütlenmelerinin güvenlik meselesini kendi ellerine alıp, merkezi ordu, polis ve benzeri aygıtları gereksiz kılması. Nitekim, 2011-2013 ayaklanmaları sırasında, Mısır’ın bazı mahallelerinde bu cins örgütlenmeler yaşandı. Bir çok nedenden ötürü sürdürülemedi. Bunları izlerken şunu gözden kaçırmayalım. Bu tür taban örgütlenmeleri devrimci süreçlerde serpilip gelişebiliyor hakikaten. Ancak devrimin sıcağı geçtiğinde, bunları sürdürmek, güvenliği bunlar üzerine kurmak çok mümkün olmuyor. Merkezi orduların, yeni güvenlik mekanizmalarının, ya da başka devasa hiyerarşilerin içine emilip gidiyorlar.

Bir şeyin daha farkında olmak lazım. Güvenlik meselesini birkaç yüzyıldır devletlere devretmiş, fiziki savunma refleksleri zayıflamış vatandaşların birden bire kendilerini koruyacak hale geleceğini düşlemek safdillik olur. Yine de, klasik güvenlik mekanizmaları işlevsizleşirken, bunların yerini sadece mafyaların, dijital zırhlı fedailerin, bireysel kahramanların, vb. almasını istemiyorsak, geçmişte yaşanmış bu tür deneyimlerden öğrenmek faydalı olacaktır.

Çözümün kendisinin bu olduğunu iddia edemem ama, bir başlangıç mahallelerin ve işyerlerinin alabildiğine örgütlenmesi; tanışıklık ve güven ağlarının oluşturulması; ve dolayısıyla yeni ahlaki odaklar kurulması. Belki bu yol başıbozuklara karşı bir gecede çözüm haline gelemez fakat, uzun vadede neler yapabileceğimizi tartışacağımız zeminler sağlar. En azından devlet şiddeti ve etrafımızda (yerel ve gündelik olarak) üretilen şiddet üzerinde denetim mekanizmaları kurulmasına yardımcı olur. Ve böyle yapılanmalar yayıldıkça (bunların yokluğunda) suça, şiddete, bireysel kahramanlığa yönelebilecek gençler için yeni çekim merkezleri oluşur.

Güvenlik alanında yaşadığımız, yaşayacak olduğumuz karabasan, sistemin topyekün çöküşünden bağımsız değil. Bu gidişata beraber çözüm üretmek zorundayız. Önümüzdeki on-yirmi senenin çok karanlık olacağı muhakkak. Bari insanlığın tüm geleceği kararmasın diyorsanız, gelin birlikte yeni bir güvenlik anlayışı, yeni bir siyasi hat, yeni bir iktisadi düzen kuralım. Huzurumuzu, canımızı fedailere ve hormonlu devlere teslim etmeyelim.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Gazeteci düşmanlarɪna sözümüzdür: Sizi yenmiştik, yine yeneceğiz

Son darbeyi kimden yersiniz bilmem ama gideceksiniz!

'Nefes alamıyorum': Başkaldırının farkında mısınız?

Ağustos’ta Ferguson, Temmuz’da ise New York cinayetlerinde “yeni” olan polisin siyahlara muamelesi değil...

Erdoğan’a karşı gerçek bir muhafazakar demokrat, diktaya karşı otantik burjuvazi

Türkiyea’de siyaset neredeyse otuz yıldır ceberrut devlet-mağdur toplum karşıtlığı üzerinden kuruldu. İslami hareketin yükselişi ile bu karşıtlık yavaş yavaş laik devlet-dindar toplum çatışmasına bıraktı yerini. Sivil toplumculuğun ve İslamcılığın 28 Şubat’tan sonra iyice örtüşen rotaları, bir de soldan destek buldu. Solun katkısı, bu yeni siyasi haritayı sınıfsal terimlerle pekiştirmek oldu. Yaşanan aynı zamanda yükselen, otantik, bağımsız bir burjuvazi ile devlet tarafından yaratılmış, güdük ve dolayısıyla demokratik misyonunu hiçbir zaman sırtlayamamış bir burjuvazi arasındaki kavgaydı.

"
"