24 Nisan 2014

Erdoğan’a karşı gerçek bir muhafazakar demokrat, diktaya karşı otantik burjuvazi

Türkiyea’de siyaset neredeyse otuz yıldır ceberrut devlet-mağdur toplum karşıtlığı üzerinden kuruldu. İslami hareketin yükselişi ile bu karşıtlık yavaş yavaş laik devlet-dindar toplum çatışmasına bıraktı yerini. Sivil toplumculuğun ve İslamcılığın 28 Şubat’tan sonra iyice örtüşen rotaları, bir de soldan destek buldu. Solun katkısı, bu yeni siyasi haritayı sınıfsal terimlerle pekiştirmek oldu. Yaşanan aynı zamanda yükselen, otantik, bağımsız bir burjuvazi ile devlet tarafından yaratılmış, güdük ve dolayısıyla demokratik misyonunu hiçbir zaman sırtlayamamış bir burjuvazi arasındaki kavgaydı.

Türkiye’de siyaset neredeyse otuz yıldır ceberrut devlet-mağdur toplum karşıtlığı üzerinden kuruldu. İslami hareketin yükselişi ile bu karşıtlık yavaş yavaş laik devlet-dindar toplum çatışmasına bıraktı yerini. Sivil toplumculuğun ve İslamcılığın 28 Şubat’tan sonra iyice örtüşen rotaları, bir de soldan destek buldu. Solun katkısı, bu yeni siyasi haritayı sınıfsal terimlerle pekiştirmek oldu. Yaşanan aynı zamanda yükselen, otantik, bağımsız bir burjuvazi ile devlet tarafından yaratılmış, güdük ve dolayısıyla demokratik misyonunu hiçbir zaman sırtlayamamış bir burjuvazi arasındaki kavgaydı.

Yerleşik burjuvazi, devlet eliyle Hristiyanları mülküzleştirerek kurulmuş, bu yüzden siyasi iktidara baştan borçlu doğmuştu. Yükselen burjuvaziyi otantik yapan, tam da bu tür kırımlar, haksız ve siyasi mülksüzleştirmeler olmadan; kapitalizmin doğal seyri içinde gelişmiş olmasıydı.

2000’li yıllar, bu karşıtlıkların hakim söyleme dönüştüğü dönem olarak tarihe geçecek. Otantik burjuvazinin önündeki birçok engel kalktı önce. Toplum biraz rahatladı. Dindarlar iktidar oldu ama, muktedir olamadı. Laik-bürokratik oligarşi ve yedeğindeki gayri-otantik burjuvazi direniyordu. Demokratikleşme hamlelerinin, muhafazakar burjuva devriminin nihayete ermesi için son bir iki sıçrama daha gerekiyordu. Solun bir kısmı ve liberallerin büyük çoğunluğu bu devrimci vuruşlar için seferber oldu. Örneğin, bizzat solcuların formüle ettiği “yetmez ama evet,” iktidarın sloganı haline geldi. Bu kampanya sayesinde yargı bağımsızlığına kavuştu.

Fakat bir şeyler ters gitti. Tam mağdur, otantik burjuvazi muktedir olmuştu ki, bir takım kişiler onların devrimini çaldı. Olacak iş değil, twitter’ı bile yasaklamaya kalktılar. Otantik burjuvazi ihanete uğramıştı. Neyse ki bağımsızlaştırılan yargı, bu otoriterliğe biraz ket vurabiliyordu. Ancak bu kişiler, başta Erdoğan ve çevresindekiler, yargıyı da hukuk dışı yollarla dize getirmeye kararlıydı.

O halde bugün yapılması gereken, bu “kötü adamlar”ı (ve onları destekleyen, burjuvaziden de, orta sınıftan da olmayan “ezik” kesimleri) etkisiz hale getirmek. Ve otantik burjuvaziye devrimini geri devretmek. Ve (bu sefer gayri-otantik burjuvaziye karşı değil, ezik kesimlere karşı girişilecek olan bu sınıf mücadelesinde) elbette iş yine solculara ve liberallere düşüyor.

Bir dakika. Bu hikayede bir tuhaflık yok mu? Ya da birden fazla tuhaflık? Liberaller ve bazı solcular otantik burjuvazinin zaferi için son seferber olduklarında memleket daha karanlık bir yere gitmemiş miydi?

İstanbul’un her yerine, ve en sonunda Taksim’in göbeğine, AVMler dikerek halk isyanına sebep olanlar, bu hikayenin “kötü adamlar”ı kadar otantik burjuvazi de değil miydi? O AVMlerin rantını kim yedi? Bundan sonra yaratılacak ranttan kim faydalanacak? Erdoğan’ın zaferlerinden aslan payını alacak sermaye sınıfı fraksiyonuna bel bağlamak nasıl bir aklın eseri?

Hikayeyi biraz geriye saralım şimdi. Söz konusu sermaye fraksiyonu, gerçekten kendi ayakları üzerinde mi yükselmişti? Siyasetten bağımsız mıydı? Zenginleşme hikayesi, gayri-otantik burjuvaziden çok mu farklıydı? Yanıt basit. Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan’ın araştırmalarından da görülebileceği üzere,[*] bu sınıf siyasal destekle büyüdü. 2002’den sonra bu daha da net şekilde devlet desteği halini aldı.

Böyle devlet destekli bir sınıfa devrimci roller atfetmek, hatta (siyaset-mülksüzleştirme bağlarının artık kamusal tartışma konusu olduğu 2013’ten sonra) bunda ısrar etmek niye? Bazı çevreler 2000’li yıllarda bir devrim yaşandığını iddia ederken, onları uyaran, müflis düzenin devrimci söylem ve kadrolarla tahkim edildiğini anlatmaya çalışan çok oldu. Otantik burjuvaziye ve onun devrimine sarılanlar bir santim dahi kımıldamadı. Daha şaşırtıcı olan, bugün de aynı hattı korumaları, ampirik desteği olmayan bir 2000’ler nostaljisiyle yaşamaları.

Bir de, Türkiye’ye bu kadar hapsolmayıp, çevremize bir bakmamız gerekiyor. Dünyada burjuvazinin böyle devrimci bir rol üstlendiği bir yer kaldı mı Allah aşkına? Liberalizmle demokrasi artık kolay kolay birarada gitmiyor, bunu görelim. Bir asır önce de burjuvazinin artık demokratik barutunu tükettiğini, demokrasiyi kurmanın başka sınıflara düşeceğini söyleyenler olmuştu. Sırf bunu söyleyenler vaadettikleri demokrasiyi kuramadılar diye, bu içgörüye sırtımızı dönmeyelim.

Bu sınıfın bugün Erdoğan’a hiçbir rezervi olmadığını söylemiyorum. Ancak rahatsızlıkları basitçe Erdoğan’ın otoriterliğinden değil, o otoriterliğin yöneldiği hedeflerden (ve yaratacağı olası sonuçlardan) kaynaklanıyor. Kabul etmek gerekir ki, Cemaat’in tasfiyesi şık değil (ama toprağın altına gönderilen “Hopa’daki gariban adam”ken, ne otantik burjuvaziden, ne de destekçilerinden ses çıkmıyordu). Üstelik bu ölçüsüz saldırıların dünya piyasasıyla ilişkileri törpüleme potansiyeli de var.

Fakat bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. “Otantik” burjuvazinin, Erdoğanlı (ama istikrarlı) bir Türkiye arzulamak için de yeterince sebebi yok mu? Milyonlarca insanı evinden, mahallesinden edecek olan kentsel dönüşüm projeleri, tamamen demokratik bir ortamda ne kadar yol alabilir? Bunların yol açabileceği direniş (elbette ölçüsünü bilen, diğer “mağdur”ları ezmeyen) bir demir yumruğun varlığında daha rahat ilerlemez mi?

Ya savaş? “Otantik” burjuvazinin, savaş naralarına karşı olmasını bekleyebilir miyiz? Dış siyaset tamamen yoldan çıkıp maceracılığa dönüşürse (ki böyle bir potansiyel var), evet. Ancak silahli kuvvetler yurt dışındaki Türk çıkarlarını (Erdoğan’ın Mısır’a götürdüğü beş yüz işadamını, Irak’taki yatırımları, ve daha iş dünyasına açılmayı bekleyen nice Osmanlı toprağını) korumak olan asli görevine dönerse, hayır.

Zaten birikim süreçlerinde sık rastlanılan bir durum değil midir bu? Özellikle de mülk (büyük çapta) el değiştirirken, dökülecek kanın temize çekilmesi için bir “sağlam irade” gerekmemiş midir hep? Hal böyleyken, yükselen burjuvazilerden demokratlık ummak nasıl bir strateji?

Dahası, Erdoğan’ın arada bir akıllı hamlelerle dünya iş çevrelerini de, otantik burjuvaziyi de kendine yeniden bağlama potansiyelini azımsamayalım. Bakarsınız yarın öbürgün 1915’e “soykırım” der, veya en azından bugünkü ifadelerinden bile daha  cesur ifadeler kullanır, ve piyasaların yüreğine su serper. Ya da aydınların atayacağı “gerçek” muhafazakar demokratın hayalinde bile göremeyeceği başka bir hamle yapar. (Erdoğan devrimci olmayabilir ama, tecrübeli ve kıvrak bir pasif devrimcidir. Tutmayacak bir takım hesaplarla karşısına sürülecek “emanetçi” – liberal ve bazı sol değerlerin emanetçisi – bir muhafazakardan daha devrimci adımlar atacabileceği su götürmez). Keseb’de olup biten, bu tarz hamlelerden sonra kimsenin umurunda olmaz.

Kısacası, liberallerin ve solcuların, otantik burjuvazinin has muhafazakar-demokrat adayı için seferber olmadan, meseleye bir de sermaye birikimi-devlet ilişkileri üzerinden bakmalarında fayda var.

***

 

“O zaman ne yapacağız canım? Erdoğan’ın karşısına laik bir elit adayla çıkacak halimiz yok ya!” Elbette hayır. Zaten oyun, her türlü itirazın bu tür basit gerekçelerle hasır altı edilmesi. Zaten sorunun belkemiği, siyasetin bu seçeneklere hapsolması, üstüne üstlük bu karşıtlıkların sol ve liberal söylemlerle tekrar tekrar yeniden üretilmesi.

Türkiye’nin temel çelişkisini zorba laikler ve mağdur dindarlar arasında kurmak, başta Kemalizmin, sonra da muhafazakar siyasetin kazdığı kuyuya düşmek aslında. Dindar-laik karşıtlığı, sonuçta siyasi-toplumsal bir proje (toplumsal hayattaki her karşıtlık gibi).[†] Mesele, karşıtlıkların başka yerlerden kurulduğunda dahi, hemen bu dile tercüme edilmesi. Liberallerin ve solun ciddi bir kısmının, kendilerini bu eksen üzerinden tanımlamasının doğallaşması, Gezi Ayaklanması’nın bile sarsamadığı (hatta, birçok sosyalizan Müslümanın katılımına rağmen, belki perçinlediği) bir handikap olarak duruyor önümüzde.

Uzun erimli toplumsal-siyasi bir çalışma, çelişkileri başka bir eksende tekrar eklemlemediği sürece, atılan her somut adımın otantik ya da otantik olmayan burjuvaziye (ve her koşulda müesses nizama) hizmet etmesi işten bile değil. Yani, siyasi ve toplumsal çalışmanın ana hattını, yerleşik mecralardan çıkarmak, yeni kurumlar ve yeni bir dil oluşturmak gerekiyor. Bu kurumların ve dilin, dindar-laik kampların ikisinden de unsurlar devşirmesi fakat, en önemlisi, kendi sesini, kendi demokrasi anlayışını ortaya koyması gerekiyor.

Şu ya da bu seçimde tavır alınmayacak, bir aday desteklenmeyecek demek değil bu. Ama Türkiye’nin kaderini varolan parti ve siyasetçilere, hatta hatta yükselen, ve mülksüzleştirerek yükselen, bir burjuva fraksiyonuna bağlamak, içine sürüklendiğimiz felaketi şiddetlendirmekten başka bir şey getirmez.

Siyaset çizgi çekme sanatıdır demiş eskiler. Ayrıntılandıralım. Siyaset, karşıtlıklar kurma, bunları kurumlar ve (ekonomik ve ideolojik) manevralarla doğallaştırma; başka kabul görmüş karşıtlıkları bunların içinde eritme sanatıdır. Başkasının çizdiği çizginin bir tarafında kalıp, kendi kategorilerinizi hakim projeler içinde erittiğiniz (hatta manasızlaştırdığınız) oyun, yenik başladığınız bir oyundur. Bir de o çizgiyi çeken eller, su havzalarını, ormanları, mahalleleri, temel dini ve insanlık değerlerini paraya çeviren otantik burjuvazininse, yenilginizin bedelini sadece siz değil bütün ülke öder.

 


[*] Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan. 2014. New Capitalism In Turkey: The Relationship between Politics, Religion and Business. Edward Elgar. Kütüphane erişimi olanlar, kitaptaki bazı argümanların bir özetine buradan da ulaşabilirler. Bu verilerin ışığında, isterseniz hakim hikayedeki otantik, vb. kavramların hepsini tırnak içine alın.

[†] Bu elbette riskli bir iddia. Tam olarak ne kastettiğimizi şurada daha kapsamlı anlatmıştık: http://sociology.berkeley.edu/sites/default/files/faculty/tugal/Tugal-Soc%20Th.pdf. Fakat bu makalede de boşluklar var ve daha genişletilmiş bir makale hazırlık aşamasında.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Gazeteci düşmanlarɪna sözümüzdür: Sizi yenmiştik, yine yeneceğiz

Son darbeyi kimden yersiniz bilmem ama gideceksiniz!

O zaman polis niye var?

Güvenlik alanında yaşadığımız, yaşayacak olduğumuz karabasan, sistemin topyekün çöküşünden bağımsız değil

'Nefes alamıyorum': Başkaldırının farkında mısınız?

Ağustos’ta Ferguson, Temmuz’da ise New York cinayetlerinde “yeni” olan polisin siyahlara muamelesi değil...

"
"