Devlet-Sivil dersinde öldürülen Abdullah, Ahmet, Ali İsmail, Ethem, Medeni, ve Mehmet için
İki korkunç suyun arasında kalmışlığımız bize özgü değil aslında. O sular dünyanın son birkaç yüzyılını karartmış.
Bir nehre Yolsuzluk adını koymuşlar. Bir parça yanıltıcı. Çünkü o nehrin bir yolu var. Ve yol hep aynı yerden geçiyor.
Halk arasındaki adı Talan ya da Yağma. Çok daha yerinde bir etiket. Kuramcılar arasında Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim de deniyor. Yani, yoldan çıkanların değil, sonsuz birikimi amentü edinenlerin rutin durağı. Birikimde sıçrama yapmak için, arada bir talan gerekiyor çünkü.
Özel mülkiyet, sırf artı değer sömürüsü yaparak hayatta kalamıyor. Devlet destekli talanları bir Türk ya da az gelişmiş ülke hastalığı zannedenler, açıp “muteber” ülke zenginlerinin kökenlerine baksınlar. Ya da Enron’a. Halliburton’a. Bazılarının büyük umutlarla “Otantik Burjuvazi” adını verdiği yol erbabından izler görecekler orada. Hırsızlarımızın hepsi Dick Cheney kadar otantiktir abiler.
***
Diğer nehre şimdilerde “paralel devlet” diyorlar. Çok değil, birkaç yıl önce “derin devlet” denirdi. (İhraç bile etmiştik bu deyişi.) Hep kısmi terimler. Bir şeyleri ıskalıyorlar. Suç hep birine yıkılıyor (dün asker, bugün Cemaat), sonra bir başkası gelip aynı çarkı döndürüyor.
“Güç,” “iktidar” (ya da türevleri: disipliner güç, yönetişimsellik, vs.) desek fazla genel. Neredeyse sorun olmaktan çıkıp entellektüel uğraş haline geliyor. Eyvallah, bunlar da kafa patlatılası meseleler ama, Dink cinayeti, NSA’nın dünyada girmedik delik bırakmaması (ve belki de bunlardan çok bağımsız olmayan Cemaat-operasyon ilişkisi) gibi daha somut başağrılarımız var artık. Geçmişte “Demokratik Polis Devleti,” (ya da genel trende uyup) otoriterleşme de demiştim buna fakat, varolan kavramlar yetersiz kalıyor bu canavarlığı anlatmaya. Bürokrasideki saydamlıktan uzak, kıyıcı, karanlık güç ilişkileri ... Gün gelir, hayatımızın polisiyeleşmesine neşter atan daha çarpıcı bir terim bulunur.
***
Aslında biliyoruz ki, bu iki nehir birbirinin içinden akıyor, amelde ayrıları gayrıları pek kalmamış.
***
Hal böyleyken, Devlet ve Siviller (kusura bakma üstad) ortak ve yanlış soruyu soruyorlar yine:
Maveraünnehir nereye dökülür?
Cevabın çerçevesi de hazır. Nehirlerden birini seçmek gerekiyormuş. Bizi ancak o nehirler denizlere taşırmış çünkü. Kimi için ideal deniz dünya pazarları, kimi için bilmem hangi stratejik ittifak. Daha karmaşık düşünenler için bu ikisinin bir birleşimi.
Kürt hareketi de iki nehrin arasına hapsedilmek isteniyor, Gezi de, yoksul halk da.
***
Belki bu sorunun asıl gündeme getirmek istediği iki nehrin arasının hangi nehre ve hangi denize meyil etmesi gerektiği değil, bu iki nehir ölümüne boğuşursa arada kalanlara ne olacağı. (Soru yanlış olduğu için, meramı tam nedir, onu da bilemiyoruz). Bir nevi aba altından sopa gösterme yani: Erdoğansız AKP, Güllük-Gülenlik yeni bir merkez-sağ parti, Gülen-CHP koalisyonu, devlet içindeki devletin tasfiyesi, devlet içindeki devlet içindeki devletin tasfiyesi, ve benzeri Devlet-Sivil çözümlerinden biri hayata geçirilmezse, hepimiz mahvoluruz, ölürüz, biteriz. Ayağınızı denk alın, ha.
Soru ofsayta düşüren cinsten olduğu için, ne desek zarar. “Yiyin birbirinizi” desek, geçmişte olduğu gibi hain, cahil, vesayetçi, ortodoks, vs. diyerek yüklenecekler. “Filler tepinir, çimen ezilir” desek, yine aynı hesap. İlla da taraf tutun diye zorlamaya devam edip, taraf olmayanı el birliğiyle bertaraf etmeye yeminliler.
O halde yanlış soruya doğru cevap arayalım. Kuramsal olarak mümkün değil tabii. Bilimselliğin tükendiği yerdir. Devreye şiir girer.
Zaten bu kadar muhteşem, bu kadar korkunç, bu kadar eğlendirici, bu kadar çirkin bir savaşı anlatmaya yetersiz kalır analitik dil. Hatta bildik şiir dili bile. Gerçeklik bu kadar çapraşık bir hal aldıysa, dilin kendisini de deforme etmeli. Üstadın sözlerini başaşağı edelim: Şiir, yeri olmayan toplumların akacağı son yöndür.
***
Haramilerin sayısı kırkı da geçmiş; toprağın her yeşil köşesine fiyat biçilmiş. İzlenme korkusuyla yaşamayan kalmamış. Her gün her şeyi almaya satmaya, alınıp satılmaya, dinlenmeye, kaydedilmeye razıysak, nehirlere selam olsun. Yok değilsek ...
Demektir ki kadim dengeleri yerinden oynatmanın, kum saatini ters çevirmenin vakti gelmiş, neredeyse geçiyor. Fırat’ın öbür tarafını biliyoruz zaten (ya da biliyor muyuz?). Bu tarafındaki usul isa asi olmadıkça, ipler hep vasilerin elinde olacak.
Kuramcılar, akademikler, gazeteciler, en fazla sorulan sorunun yanlış olduğunu işaret edebilir. Doğru soruları bulup, onlara cevap aramaktır işleri. Fakat şair (ve en arka sıradakiler) bilir ki, soru bir kere sorulmuştur artık. Cevapsız (ya da daha dikkatli konuşalım, karşılıksız) bırakmak olmaz. Şimdi hepimiz en arka sıradan kalkacak o parmağın tek ve doğru karşılığı yapıştırmasını bekliyoruz ...