Bir süre önce kapılarda beyaz tebeşirle atılmış çarpılar gördüğümüzde, kıyıcı güçlerin güruhlar halinde avlara çıkmaya başlayacağını düşünmüştük. (Kısmen) yanılmışız. Aydınların, sermayenin ve küresel güçlerin onları ne kadar medenileştirdiğini es geçmişiz. Bu sefer kancalarla saldırmak yerine, medeniyetin araçlarıyla aldılar canlarımızı. Mermilerle, dünyanın en medeni ülkelerinden ithal edilmiş gaz kapsülleriyle.
“Türk polisinin yeni yüzü,” amansız (ve de hesaplı) şiddetini çarpı atılmış bölgelere (Okmeydanı, Hatay) yoğunlaştırdı. Ne kadar bilimsel bir tercih, değil mi? Ama çok da yeni değil. Beyaz çarpılar zaten bir süredir dijital şekilde atılıp, teknolojik şekilde hayata geçiriliyordu. Alev silahları kaç hayat aldı, anımsayan var mı?
Egemenlerin ne kini değişti, ne de söylemi. Hapishanelerde sıkıştırdıkları insanları yaktıktan sonra, onlara sahip çıkanlara “ölüseviciler” demişlerdi. Ölüseviciliğin mezhepsel kökenlerini teorize eden alimler, aydınlar da eksik olmamıştı tabii. (Medeniyetin, ilimin ve bilimin, Türkiye’ye faydaları saymakla bitmez). O zamanlar, egemenlerin “laik” ve “milliyetçi” sıfatları vardı. Şimdi aynı katliamları yapıp, aynı hakareti edenler, caniliklerinin önüne “Müslüman” sıfatını koyuyorlar. Tek yaptıkları bu sıfatı da kirletmek.
***
Olağan şüpheliler, üzerine her daim çarpı atılanlar, bir isyanın daha kurbanı oldular. Üstelik bu sefer kendi başlattıkları bir isyan da değil bu. Eğitime bu kadar baş koymalarına rağmen, bir türlü saflarına rahat rahat katılamadıkları aşırı eğitimliler ordusunun fişeğini yaktığı ve damgasını vurduğu bir ayaklanma. Gelin görün ki, yine olağan şüphelilere kesildi fatura. Yani yine “büyük adam olamadılarsa, hayallerini de satmadılar.” Hatta aşırı eğitimlileri (sokak sanatları dalında) eğitime tabi tutmaktan da geri kalmadılar: yaşam alanı tehdid edilince hayatında ilk defa bir ayaklanmaya katılan on binlerce yeni arkadaşımıza nasıl barikat kurulacağını yine onlar öğrettiler. Bir nevi abilik, “büyük adam”lık yaptılar yani ama, öyle bir büyük adamlık ki, hiçbir getirisi yok. Her zamanki gibi kendilerini öne attılar; o kendilerini kusan süslü, burnu havada mekanların, azılı bir sermaye-polis devletinden korunması için.
Elimizde ne kadar yeşil ya da kamusal alan kaldıysa, bu çocuklara borçluyuz. Bir olağan şüpheli bana demişti ki, “Bu sizin ayaklanmanızdı, biz de destek verdik.”
Doğru, destek de verdiler, canlarını da. Yüz yıllardır kendi hayatları, inançları, mekanları için nasıl savaştılarsa, giderek kendini kaybeden bir mezhep-polis-sermaye devleti aşırı eğitimlilerin mekanına, özgürlüğüne kastettiğinde, “sokak diplomalı” çocuklarını sakınmadılar. Kimi on beş yaşındaydı, kimi yirmi iki. Kimi kendi mahallesinden kalkıp (yüksek ve görünmez) duvarlarla çevrilmiş mekanlarda çarpıştı ve düştü, kimi kendi büyüdüğü yerde bilimsel, “yeni” şiddet aygıtı tarafından düşürüldü.
Madalyonun bir yüzü beş asırdır kin güden bir zihniyet ve onun Batılılaşmış, liberalleşmiş haliyse, diğeri de olağan şüphelilerin cevvalliği. Bir ana baba tutabiliyorsa çocuklarını, komşu ev kendininkini tutamıyor. Kapılarından bile geçemedikleri saraylar için, gözleri kara, en öne koşuyorlar.
Beyaz adam ve yerli öğrencilerinin tezgahından geçmiş “Türk polisinin yeni yüzü” ve henüz medenileşememiş zihin ortakları daha çok saldıracaklar onların mekanlarına. Gönül ister ki, bir dahaki kuşatmada, gösterişli mekanların çocukları onlara bir omuz atsın. İşte o zaman borçlarını ödemeye başlayabilirler. Barikatın öbür tarafında bir adalet olmadığını biliyoruz, bari bu tarafında insaf ve izan olduğuna inanabilelim. Beyaz adamın çocuklarının (katı ya da dijital) beyaz tebeşiri varsa, bizimkilerde de yürek ve ruh varmış diyebilelim.
***
Bir meselemiz daha var. Polisin “yeni yüzü”nü keşfettiklerinde, kendi mekanlarında hayatın ne kadar rahatladığını ölçü alan, dijital ve katı tebeşirlerin (eski ve yeni, mezhepsel ve etnik) olağan şüphelileri nasıl çiğnediğini görmezden gelmeyi seçen zevatın, bir dahaki rejimde polisin yüzü tekrar yenilenirse, aynı vurdum duymazlıkta olmamalarını diliyorum. “Destan”lar devam etse bile, hiç değilse kahramanlarına güzellemeler düzmeyin.
***
Yine de ümitvar olmak lazım. 1995’i hatırlıyorum. Türk polisinin “eski yüzü” onlarca olağan şüpheliyi (bütün Türkiye’nin gözleri önünde) katlettiğinde, Kadıköy üç bin civarı eylemciyi balkonlardan sarkarak, alkışlarla karşılamıştı. Üç bin ciddi bir sayı gibi gözükmüştü o karanlık, kimsesiz günlerde. O kadar “büyük” bir kitlenin bu katliamı kınaması beklenmiyordu. Oysa 2013 yazında her düşen olağan şüpheli için (sırf Kadıköy’de) on bine yakın kişi yürüdü. Bugün yurdun dört bir yanında on binler sokaklarda. Yarın daha da fazlasını görebiliriz, kimbilir... Ancak bu dayanışmanın kalıcılaşması, genişlemesi, etki sahibi olabilmesi için daha çok badire atlatmak gerekecek.
Belki de Türkiye’de hakikaten bir şeyler değişiyordur. Belki de dayanışmacı siyasete katılan “yeni yüz” sayısı, çarpı atan yeni yüz sayısını katbekat geçer bir gün. Yeni yüzleri şiddet aygıtlarında değil sokakta aramak iradeyi ve zihni her zaman daha dinç tutar, inanın buna.
***
Çocuklar, içim acıyor, sizi yine koruyamadık, sizi yine ateşe attık. Umarım bedeli yine sizin ödemenizden hicap duyanlar ve ders çıkaranlar olur.