Adını koyalım. 30 Mart vakası, Haziran 2013 ayaklanmasına karşı bir seçim zaferidir. Üstelik, gelişi Haziran’dan belli olan, sürpriz olmayan bir zafer. En son söylenmesi gerekeni baştan söyleyelim: bu seçimin getireceği daha da olumsuz tabloya rağmen, Hazirancıların moral bozmasına gerek yok.
Talan, buyurganlık, savaş ... Gezi’den Hatay’a, Haziran ayaklanmasının hedef aldığı eylem ve eğimler, 17 Aralık operasyonlarıyla iyice deşifre oldu. (Bir siyasi-dini çizgi de tüm bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeye çalıştı ama, o ayrı konu). Ve rejim, halkın yarısının bu eylem ve eğilimlere rızasını yeniledi. Şimdi egemenler, bunu açık bir çek olarak görüp, iyice saldırganlaşacaklar.
Peki rejimin zaferi, aynı zamanda Haziran ayaklanmasının yenilgisi midir? Hem evet, hem hayır.
Evet, çünkü Haziran ayaklanması, rejimin bu üç ayağına başkaldırmış, fakat karşısına bildik siyasetleri koymuştur. Yani, alternatif üretememiştir. (Iskalanmaması gereken iki husus, bu bildik siyasetlerden bazılarının, talan, savaş ve buyurganlığa fazla bir mesafesinin olmaması; geri kalanlarının da, Hazirancılar için bir çekim alanı oluşturamamasıdır.)
Hayır, çünkü 1970’lerin sonundan itibaren bütün dünyada kurulan bir alternatifsizliği delmek, zaten tek bir ayaklanmanın birkaç ayda kotarabileceği bir iş değil.
Hayır, çünkü sandık zaten Haziran ayaklanmasının ölçüldüğü yer olamaz. Rejime desteğin sürmesine bakıp, “O zaman biz boş yere direnmişiz,” diyen çok olacaktır. (Ayaklanmanın kaderini seçimlere bağlayanların da bu hayıflanmalarda büyük payı var). Böyle düşünenlere tekrar tekrar hatırlatmamız gereken, Haziran gibi tarihsel ayaklanmaların, seçim sonuçlarından çok farklı anlamları olduğu.
2009’dan beri bütün dünyaya yayılan isyanlar, sermaye birikimi-liberal demokrasi-Amerikan hegemonyası arasındaki özdeşliğin bittiğini muştuluyor. Ancak yerine koyacak bir modelin yokluğunda, liberal-muhafazakar şeklinde özetlenebilecek bu bileşimin tek alternatifi, daha da koyu bir muhafazakarlık olarak çıkıyor karşımıza.
Bu durum, çok kaba hatlarıyla, liberalizmin 1920’lerdeki çöküşüne benzetilebilir. O zaman da boşluğu ilk elden faşizm, Nazizm, vb. doldurmuştu. Yine de o yıllarda, zayıf da olsa sol bir “tehdid” ile karşı karşıyaydı dünya. Bu yüzden rejimler kendilerini yenilerken, demokrasi ve eşitliğe az bir alan bıraktılar. Bugün örgütlü bir tehdid olmadığından, yakın gelecek daha ürkütücü gözüküyor.
Haziran ayaklanmasının asıl yenilgisini, ancak bileşenleri önümüzdeki yıllarda liberalizme karşı bir model üretemezlerse ilan edebiliriz. Bu tabloyu bozacak tek yol, Hazirancıların kendine güvenmesinden, örgütlenmesinden, fikir üretmesinden ve yeni bir dünyanın anahatlarını ortaya koymasından geçiyor.
Hülasa, 30 Mart malumun ilamıdır. Örgütsüz (ya da yarı örgütlü) ayaklanmalardan sonra dünya (kısa vadede) hep kötüye gitmiştir, şimdi de öyle olacaktır. 1848, 1905 bunun bariz örnekleri. Nispeten daha örgütlü bir ayaklanmanın (1917-1921) liberalizmin çöküşüyle çakıştığı 1920’ler ise daha vahim benzerlikler arzediyor. O yılların sınıfsal başkaldırısı, ağrılı mağlubiyeti, ve finansal-siyasi çöküşü, 1930’lardaki korkunç rejimlerin zeminini hazırlamıştı. Günümüz liberalizminin tepetaklak oluşu da, Türkiye’ye ilk elden daha fazla talan, daha fazla buyurganlık ve daha fazla savaş çığırtkanlığı halinde yansıyacak.
Şimdi bütün mesele, yeni 1917’lere doğru mu, yoksa (20. yüzyıldakinin aksine geri dönüşü olmayan) 1930’lara doğru mu yol aldığımız. Rotamızı, Haziran ayaklanmasının bileşenleri belirleyecek.
* Yorumlarından ötürü Aynur Sadet’e teşekkür ediyorum.