30 Nisan 2024
31 Mart Yerel Seçimleri'nin üzerinden daha bir ay geçmeden merkez siyaset üzerindeki etkilerini görmeye başladık. Yakın ve uzun vadede Türkiye'nin geçireceği siyasal değişimleri öngörebilmek için dönüp dönüp 31 Mart'ta aslında ne olduğuna bakmak gerekecek.
Her partide, seçmenin siyasal aktörleri karşı karşıya bıraktığı toplumsal mesajın anatomisi üzerinde çalışan görünmez neferler var. Bugün sizi onlardan biriyle tanıştırmak istiyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin geçen kasımdaki kurultaydan sonra direksiyona oturan yeni liderliği 31 Mart için yepyeni bir Seçim Koordinasyon Merkezi kurdu, başına da sivil toplumcu ve araştırmacı Mehmet Ali Çalışkan'ı getirdi.
Çalışkan'ın CHP ile dolaylı mesaisi aslında Ekrem İmamoğlu'nun 2019'ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesinin ardından başlamıştı. Çalışkan, İmamoğlu'nun desteğiyle kurulan düşünce platformu Reform Enstitüsü'nün direktörlüğünü yapıyordu. İmamoğlu ve Özgür Özel, Kemal Kılıçdaroğlu'nun devrilmesi için güçlerini birleştirdikten sonra Reform Enstitüsü'nün vizyonu Genel Merkez'e de sirayet etmeye başladı. Çalışkan ve ekibinin veri temelli politika önerileri, CHP'nin 2024 yerel seçim stratejisine taze kan desteği oldu.
Çalışkan bu söyleşiyle ilk defa perde önüne çıkmış olacak. CHP'nin Türkiye'nin 22 senelik seçim haritasını değiştiren başarısının nasıl bir çalışma sonucunda ortaya çıktığını son derece samimi bir yerden anlattı. Seçim sona erince görevi tamamlayıp Reform Enstitüsü'ne dönmüş. Ancak anladığım kadarıyla CHP Genel Merkezi, kendisine yeni misyonlar yüklemeye hazırlanıyor. Çalışkan ve ekibinin partinin yeni konumunun tahkim edilmesinde merkezi bir rol oynaması muhtemel. Reform Enstitüsü'nün resmi sayfasına bir göz atarsanız son dönemde Özel'den sıkça duyduğumuz 'müzakere' ve 'diyalog' kavramlarının üzerine oturduğu demokratikleşme vizyonunun akademik çerçevesini keşfedeceksiniz.
- Reform Enstitüsü ne zaman ve nasıl kuruldu? Ekrem İmamoğlu mu kurdurdu? İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ilişkisi nedir?
Büyükşehir Belediyesi ile hiçbir ilişkimiz yok. Reform Enstitüsü'nün belediyenin kurumsal yapısıyla hiçbir bağı yok ama Ekrem Bey ile bir bağı var. Ekrem Bey'in Türkiye siyasetinde 2019'da İstanbul Belediye Başkanı olmasıyla birlikte aslında toplum da onu Türkiye meseleleriyle de ilgili biri olarak kabul etti ve ondan bir şeyler duymaya hazır hale geldi. Ekrem Bey 2019'da Türkiye toplumuyla bir duygusal bağ kurdu. Bu genellikle de zaten liderler açısından böyle başlar. Önce duygusal bağ kurarlar, ondan sonra da toplum ona kulak vermeye başlar. O noktadan sonra da ondan bir politik teklif duymak ister.
Bu politik teklif dediğimiz şey de düşünce dünyasıyla ilgilidir. Belediyecilik daha teknik, mühendislikle ilgili ve teknokrat bir alanken orayı yöneten birinin siyasi figür olmasıyla birlikte artık o kişinin başka meselelere dair de fikirler üretmesini gerekir. Toplum bunu bekler.
Hele de tam pandemi sonrasında ve Türkiye'nin böyle bir ekonomik kriz döneminde İstanbul'un seçimi, makro siyasi meselelerin neredeyse hepsiyle ilişkiliydi. Yoksulluğa çözüm aramakla ilgiliydi, ekonomi politikası hakkında düşünmeyi gerektiriyordu. Bunların hepsine ilişkin araçlar üretmeyi gerektiriyordu. Kadınların, gençlerin, çocukların sorunlarına çözümler üretmek gerekiyordu. Kreş yapmak, kent lokantası açmak, halk süt dağıtmak işin teknik ve operasyonel tarafı ama bunların hepsini topladığınızda aslında bütüncül bir sosyal politika görüyorsunuz.
- Şu anda Reform Enstitüsü'nün resmi künyesinde yer almayan pek çok akademisyen ve kanaat önderinin de sizinle beraber çalıştığını biliyorum. Benim okumam, sizlerin Ekrem İmamoğlu'nu uzun soluklu bir koşuya hazırlayan entelektüel altyapıyı hazırlayan bir ekip olduğunuz şeklinde. Fakat 31 Mart Yerel Seçimleri'nde başka bir rol üstlendiniz. Ekrem İmamoğlu ile değil CHP Genel Merkezi ile çalıştınız. Göreviniz neydi anlatır mısınız?
Biz Genel Merkez'de bir Seçim Koordinasyon Merkezi kurduk ve ben oranın koordinatörlüğünü yaptım. Benim yönettiğim 3 departman vardı; araştırma, reklam ve saha lojistik operasyonları yani genel başkanın rotasını çıkartılması. Geçmiş dönemden çok farklı bir sistem kurduk bu dönemde. Geçmişte CHP bir reklamcıya işi ihale ettikten sonra o reklamcı, CHP'nin siyasi kararlarının da bir parçası oluyor. Hatta fazla ileri gidiyor. Toplam MYK'dan bile rol çalmaya başlayabiliyor. Hatta 2023'te siyasilere bakanlar kurulu listesi yaptıklarını söylüyorlardı. Düşünebiliyor musunuz? Siyasetin yerine geçmiş, siyasi karar mekanizmasının yerine geçmiş bir reklamcı, bakanlar kurulu listesi yazıyor!
Biz çok net bir ayrım yaptık. Özgür Özel zaten bunu kurultayda ilan etmişti. Danışmanların ve profesyonellerin kendi alanlarına çekileceğini, siyasetin karar mekanizmasının siyasetin içerisine tutulacağını söylemişti. Biz Seçim Koordinasyon Merkezi'ni çok net bir şekilde uzmanlık mesleki sınırları içinde tuttuk. Seçim Koordinasyon Merkezi'ndeki uzmanlar mesleki bilgilerinin sınırlarında içerik ürettiler, araştırma ürettiler, reklam önerileri ürettiler, iletişim önerileri ürettiler, operasyon önerileri ürettiler. Ama asla karar alanına geçmediler. Yani benim CHP ile ilişkim tam bir profesyonel ilişkisiydi. Ben verileri ortaya koyuyordum ama öneri yapmak, kararlara katılmak, kararların parçası olmak gibi bir sınır ihlali yapmıyordum.
- Karar alma süreçlerine müdahil olmadan bu iş nasıl yapılıyor? Mesela siz bir araştırma yaptınız. Veri setini ve oradan çıkardığınız analizi kendisine sunarken Genel Başkan size söz konusu konunun ne şekilde çözülebileceğine dair görüşünüzü sormuyor mu?
Seçimler bir kampanya dönemidir. Bu kampanya dönemlerinin iki tane ana aktörü vardır. Biri siyasiler, biri profesyoneller. Profesyoneller araştırma yaparlar, reklam üretirler, iletişim yaparlar, saha planlaması yaparlar. Biz bunun ötesine geçip de araştırma metinlerine öneri yazmadık. Mesela “Sizin yönettiğiniz ve kaybetme riskiniz olan yerler var, onlar buralardır" ya da “Geçmişte CHP'ye oy vermişler ama bu seçimde CHP'ye oy vermiyorlar, şuralara şuralara gidiyorlar" dedik. Ama “Buna engel olmak için şunu yapın" demedik. Verinin anlattığı bir manzarayı onların önüne koyduk. Onlar bunun içerisinden kararlar ürettiler. Bu ayrımı net yapmak çok önemliydi. Bence bu iki alan birbirinden rol çalmadığında kararların kalitesi de artıyor. Bugünkü sonucu bence yaratan en önemli faktörlerden bir tanesi buydu.
- Sadece Türkiye'de değil dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi bu tür pozisyonlarda olanlara ekseriyetle görüşleri sorulur, onlar da kendi görüşleri kabul görsün ister. 'Sınır ihlali' yapmamak neden sizin için bu kadar önemli?
Siyasetin karar mekanizması meşruiyetini oraya süzülerek gelmekten, seçilerek gelmekten alır. Orada karar verici olanlar, parti meclis üyeleri, MYK üyeleri, Genel Başkan, Genel Başkan'ın siyasi kadrolarıdır. Bu insanlar partinin siyaset yapma sürecinin içerisinde. Mahallesinden, ilçesinden, ilinden süzüle süzüle, seçile seçile gelmişler. Oranın kararlarını verme meşruiyetine sahipler. Bizse sözleşme yapmışız araştırma ve reklam yapmak için. Biz hiçbir riskin ve bedelin altına girmiyoruz. Pozisyonumuz olmadığı için yenilginin bedeli bizim üzerimize gelmeyecek. Ve ben böyle kalmayı istiyorum. Bütün siyasetçilerle kurduğum ilişkilerde her zaman prensip olarak bunu koyuyorum.
- 31 Mart Yerel Seçimleri için kurduğunuz o Seçim Koordinasyon Merkezi'nin görevi bitti. Ama siz ve ekibiniz çalışmaya devam ediyorsunuz. Şu anki pozisyonunuz nedir?
Ben şimdi Reform Enstitüsü direktörlüğüne geri döndüm. Seçim bir parantezdi.
O parantez kapandı. Buraya geri döndüm. Ama Genel Merkez ile diyaloğumuz devam ediyor. Genel Merkez ile belediye ilişkileri, Genel Merkez ile il örgütleri ilişkileri ve belediyelerin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili yine bir profesyonel alan açmak istiyorlar. Orada yine veri üreten, öneri üreten, proje geliştirme ve kaynak yaratma gibi konularda uzmanlık sunan bir profesyonel alan kurmak istiyorlar. Yine siyasetin yerine geçmeyecek, yine sınırı ihlal etmeyecek. Böyle bir yapı kurma niyetleri var. Özgür Özel kamuoyuna çok anlattı bunu. O yapının oluşturulması sürecinde bizden bir danışmanlık desteği talep ediyorlar.
- 31 Mart'ın ortaya koyduğu siyasi tabloya dönelim ve İstanbul'dan başlayalım.
Hele de tam pandemi sonrasında ve Türkiye'nin böyle bir ekonomik kriz döneminde İstanbul'un seçimi, makro siyasi meselelerin neredeyse hepsiyle ilişkiliydi. Yoksulluğa çözüm aramakla ilgiliydi, ekonomi politikası hakkında düşünmeyi gerektiriyordu. Bunların hepsine ilişkin araçlar üretmeyi gerektiriyordu. Kadınların, gençlerin, çocukların sorunlarına çözümler üretmek gerekiyordu. Kreş yapmak, kent lokantası açmak, halk süt dağıtmak işin teknik ve operasyonel tarafı ama bunların hepsini topladığınızda aslında bütüncül bir sosyal politika görüyorsunuz.
- İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu bütüncül bir sosyal politika için normalde bir belediyeden gördüğümüzün ötesinde bir bütünselliği olan bir strateji ortaya koymaya çalıştı belki ama sonuçta işin kitlendiği yer yine sosyal yardımlar olmadı mı?
Onun yapılma şeklinde önemli bir fark ortaya çıktı. AK Parti'nin sosyal yardım politikalarında yardım kavramı öne çıkar. Yardım bir tür hayırseverlik gibi çalışır. Sizin olanın bir kısmını başkasına vermek gibidir. Ekrem İmamoğlu sosyal politika anlayışını minnet duyulması için sosyal yardım yapan bir yaklaşımdan çıkardı. Mesela 'kent lokantaları' tartışılırken bazıları “Neden insanlar 40TL veriyor?" gibi sorular soruldu. Halbuki orada 'haysiyet' fikrine yatırım yaptı. İnsanlar bir hizmeti miktarı ucuz da olsa para vererek satın aldıklarında onunla bir hak ilişkisi kuruyor. Hak ilişkisi kurunca da haysiyetinin korunduğunu hissediyor. Bu bir politik tercih. Yani biz işi bir hayırseverlik paradigmasından çıkarıp hak paradigmasına taşıdık.
- Yine de CHP'li adayların hepsinin işi 'hak paradigmasına' taşıdığını söylemek mümkün değil. Mesela rakibinin 2 katı oy alan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, AKP'den alışık olduğumuz tür karşılıksız yardım aracını çok kullandı 5 senelik görevi boyunca. Bu kez de karşılıksız yardımlar kampanyasının önemli bir unsuru değil miydi?
Tabii, karşılıksız yardım hala yapılması gereken de bir konu çünkü yoksulluğun katmanları var. Yoksulluğun en derin katmanına karşılıksız vermek zorunda olduğunuz şeyler var. Nakdî kaynaklar, ayni kaynaklar, gıda yardımları vesaire gibi. Türkiye'de yoksulluğun hangi katmanda, hangi boyutta yaşandığına bakmanız lazım.
- Artık orta sınıf dahi kendini yoksul hissediyor.
Aynen öyle. Geçtiğimiz sene çocuğunu dershaneye gönderen bir aile bu sene gönderemediğinde kendini yoksullaşmış hissediyor. Dolayısıyla eğitim yardımına ihtiyaç duyuyor. Gençler barınma yardımına ihtiyaç duyuyorlar. Her katman için farklı bir strateji geliştirmek mümkün. Ama ortak kesen hikayede, hak ve haysiyetin korunması CHP'nin ana politikasını oluşturdu.
Geçtiğimiz 5 yılda gördüğüm kadarıyla belediyeciliğin 3 farklı boyutu öne çıktı. Birincisi, dayanışma belediyeciliği. Pandemiyle girdiğimiz, ekonomik krizle devam ettiğimiz bu dönemde mecburen bir dayanışma belediyeciliği ortaya çıktı. Bence hiçbir belediye başkanı görev süresini dayanışma belediyeciliği mecburiyetinde geçirmek istemez, refah belediyeciliğini tercih eder. Ama burada bir mecburiyet ortaya çıktı. Orada da çok yaratıcı formüller geliştirildi. Ankara'daki veresiye defteri de yaratıcı bir formüldü, İstanbul'daki askıda fatura da yaratıcı bir formüldü. Yurttaşın yurttaşla dayanışmasını da belediyeler örgütledi aslında. Belediyeler hem kendi kaynaklarıyla bir dayanışma örgütlediler hem de yurttaşın yurttaşla dayanışmasını örgütlediler. Öyle olunca da bu krizlerden birlikte çıkmaya dair bir kültür oluşturdular.
- Hem pandemide hem depremde hem de ekonomik krizin sonuçlarıyla baş etmeye çalışırken Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ın başında olduğu belediyeler bir anlamda hükümetin topuna girdiler. Normal şartlarda hükümetten beklenecek aksiyonları kendi imkanları ölçülerinde aldılar. Bu da etkili oldu değil mi 2 ismin de 'Türkiye'yi yönetebilecek lider' potasına girmelerinde?
Ben çok etkili olduğunu düşünüyorum. Burada çok kritik bir nokta var; cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçtikten sonra aslında Türkiye karar mekanizması aşırı merkezleşti. Karar mekanizması çok merkezleşince iktidarı oluşturan partilerin siyasetsizleştiğini görmeye başladık. Çünkü karar çok yukarıda veriliyor. Öyle olunca da siyasetin tabanından yani mahalleden, ilçeden gelen kadrolar önemsizleşmeye başladılar. Bürokratik, teknokrat devlet kadroları bir anlamda siyaseti bu yerel siyasetçilerin yerine geçerek yapmaya başladılar. Bu AK Parti'nin yerel siyasette gözden düşmeye başladığı bir durumu da ortaya çıkardı. Yeni kadro üretemez hale geldi çünkü.
Eskiden AK Parti'de bir belediye başkanının ya da AK Parti'de siyaset yapan birinin kendi genel merkezinde değer kazanması, siyaset yaptığı yerelde seçmenin gözünde itibar kazanmasıyla mümkündü. Ancak orada itibar kazanan genel merkezinde değerli biri oluyordu. Ve adaylar oradan çıkıyordu. Bu şekilde AK Parti çok uzun yıllar Türkiye'ye çok yetenekli siyasetçiler üretti fakat şu an bunu kaybetti. Merkezdeki karar mekanizması çok merkezileşince ve orada teknokrat bir devlet kadrosu ortaya çıkınca AK Parti'nin toplumla kopuşu başladı.
2019'da özellikle Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Zeydan Karalar, Vahap Seçer'in oy sıçraması yapmış olmasının arkasında bu dinamikler var. Bu belediye başkanları yerelde siyaset yapan aktörlere dönüştüler ve Türkiye'nin yegane siyasi kadroları oldular aslında. Yerelden çıkmış, yereli tanıyan, yerel ile temas edebilen, oraların meselelerine çözüm üretebilen, o çözüm pratiklerinden ilhamla Türkiye'ye siyaset önerebilen aktörlere dönüştüler. Dolayısıyla AK Parti siyaset alanını boşaltıp devlete doğru taşınırken, CHP geçmişindeki o 'devlet partisi olma' özelliğinden çıkıp yerele doğru taşınmaya başladı.
2019'dan beri kimin devlet partisi, kimin millet partisi olduğu fikrinde bir yer değiştirme görüyoruz. Bu 2024 seçimlerinde çok tescillenmiş görünüyor.
- Murat Kurum tam bu 'teknokrat devlet kadrosu' diye tarif ettiğiniz alanın bir ismiydi. Halbuki kendisi ilan edilmeden önce AKP'nin adayının Fatih Belediye Başkanı Mehmet Ergün Turan olabileceği de konuşulmuştu. Nitekim Turan, bu seçimde Mahir Polat'tan çok ciddi bir rekabet gördü ama sonuçta yerini korudu. Neden Cumhurbaşkanı Erdoğan sizce kendi partisinin başarılı bir ilçe belediye başkanı yerine Murat Kurum tercihinde bulunmuş olabilir?
AK Parti içinde şöyle bir faktörün de olduğunu görüyoruz; siyasetçilerin merkezden rol çaldığını düşünüyorlar. Yani bir siyasetçinin yükselişinin önü açılmıyor artık AK Parti'de. Bunu istemiyorlar çünkü yükselmesi lidere meydan okuma gibi de görülüyor.
İstanbul seçmeni finalde şu soruya cevap verdi. Hangisinin İstanbul'u yönetmesini isterim; Kurum mu, İmamoğlu mu? Bu soruyu biraz derinleştirdiğinde şu soruyu da sordu; benim yetki verdiğim kişi o yetkiyi beni memnun etmek için mi kullanacak yoksa benim verdiğim yetkiyle Erdoğan'a hesap verecek birisi olarak mı görecek kendisini? Ve İstanbul seçmeni, Murat Kurum'u seçse bile Murat Kurum'un kendisine karşı sorumlu olacağı hissini almadı.
Mesela şunu da sordu seçmen; “Kanal İstanbul'da diyelim karar anına geldik, İstanbul istemiyor ama Erdoğan istiyor, Murat Kurum hangi kararı verir?"
- Seçimden önce bu soru Murat Kurum'a defalarca soruldu. O da “İstanbul'un gündeminde olmayan benim gündemimde yok" dedi. Bu yanıt neden ikna edemedi İstanbulluyu?
Etmez.
- Sizin kendi yaptığınız, İstanbul halkının Kanal İstanbul konusundaki görüşüne dair bir kamuoyu araştırması var mı?
İstanbul'da yüzde 60'ın üzerinde Kanal İstanbul'u istemeyen bir seçmen kitlesi var. Yüzde 30 civarı isteyen var, yüzde 10 ise kararsız. Yani İstanbul seçmeni istemiyor, bunu biliyoruz. Ama Erdoğan istiyor. Diyelim ki o karar anına geldik. Seçmen bunu hayal eder, karar anını hayal eder. Düşündü ve Murat Kurum'un kendi tercihine değil, Erdoğan'ınkine bakacağına kanaat getirdi. Ya da mesela rezerv alanlarının imara açılması konusuna bakalım. İstanbullu 'Açılmasın' diyor, Erdoğan 'Açılsın' istiyor, Murat Kurum hangi kararı verir? Yani adaylardan hangisinin kendisine hesap vermek zorunda hissedeceğini sorguladı. Bu, 31 Mart'ta Türkiye'nin pek çok yerinde böyle oldu bana kalırsa.
Aday göstermiş muhalif partilerin seçmenlerinin, kendilerini ait hissettikleri partilerin adaylarına değil de CHP'nin adaylarına yönelmesinin arkasındaki asıl belirleyici soru bu oldu bence. Şehri hangisi yönetsin isterim? Bu da CHP adaylarının toplumsal muhalefetin yukarıda kurulmamış olmasına rağmen bir ittifak adayı gibi kabul gördüklerini bize gösteriyor.
- Hakikaten de siyasi mühendisliğin başaramadığı muhalif ittifakı seçmen kendisi kurmuş gibi bir tablo çıktı 31 Mart'ta sandıktan. Fakat bu durum siyaset alanını net çift kutuplu bir hale getirdi. CHP kendi kor seçmeninden fazlasına hitap etmeye başladığı için ve burada mevzi tutabilmek için doğaldır ki yakın dönemde o kor kitleye ters gelecek işler yapacak. Aktif ve canlı bir tartışma konusu üzerinden sorayım. CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in daha ilk günden Erdoğan ile görüşme arzusunu beyan etmesinin bazı klasik seçmenlerinde rahatsızlık yarattığını gözlemliyorum. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu da “Saray rejimiye müzakere edilmez, mücadele edilir" gibi bir çıkış yaptı. Başka partililerden ve CHP seçmenlerinden duyduğum şu; “Özgür Özel'in bu tarzı nihayetinde kendisinin üçüncü dönem başkanlığı için Anayasa değişikliği peşinde olan Erdoğan'ın işine yaramaz mı?"
Müzakereyle mücadele karşıt kavramlar değil. Çatışmacı bir mücadeleyi seçebilirsiniz ya da müzakereci bir mücadeleyi seçebilirsiniz. Ama sonuçta meşruiyetini toplumdan alan iki meşru aktörün ilişkisinden söz ediyoruz burada. Bundan sadece 10 ay önce Türkiye toplumunun yüzde 52'sinin Erdoğan'a oy verdiği hakikatinden uzaklaşabilir miyiz? 10 ay sonra da CHP yerel seçimlerde kendi adaylarının fotoğraflarıyla, adlarıyla, CHP logosuyla seçime girdi ve yüzde 38,8 ile Türkiye'nin birinci partisi olarak çıktı. Seçilmiş, meşruiyetini halktan almış bir Cumhurbaşkanı ile yine meşruiyetini halktan almış bir partinin liderinden söz ediyoruz ki partisi de birinci parti olmuş. Bu iki liderin arasında çatışmacı bir ilişkinin kurulmasını CHP seçmeni de dahil Türkiye toplumu istemez bence artık. Artık istemez en azından.
Türkiye toplumu kendi gündelik hayatını çok sarsan, güncel, yakıcı, akut meselelerle karşı karşıya. Ekonomik kriz, barınma meselesi, gençlerin üniversiteyi artık ekonomik olarak karşılayamıyor oluşu…Bunların hepsi insanların hayatında çok sarsıcı etkilere sahip. Kendi gündelik hayatında çok ağır depresif bir dönem yaşayan Türkiye toplumunun, bir de yukarıda meselelerini çözmesini beklediği aktörlerin birbirlerinin meşruiyetini inkâr eden bir çatışma içerisinde olmasına tahammülü yok. Türkiye'nin büyük kalabalıklarının buna tahammülü yok. Bizim çalışmalarımız bunu gösteriyor.
Toplum bir mücadelede elbette bekliyor. Muhalefete açılan kredi bu demek. Toplum CHP'ye “Benim haklarımı git oradan al" diye görev verdi. İktidara çok uzak olan küçük siyasi grupların mücadelesi daha antagonistik, daha çatışmacı, daha sokak üzerinden olabilir. Türkiye İşçi Partisi, Zafer Partisi gibi partiler yarın iktidar olmayacaklarını bildikleri için büyük konuşabilirler. Ama ana akım bir partinin yüklendiği, bu yeni seçmenin yüklediği sorumlulukla yüzleşmek ve bunun hakkını vermek için müzakere etme sorumluluğu. Yani bu bir zaruret. Müzakere, mücadeleye aykırı bir şey değil. Müzakere, mücadelenin bir yöntemi aslında.
- Yani nasıl bir 'mücadele' yürütecek Özgür Özel? Neyle mücadele etmeyecek, neyle edecek?
Erdoğan'ın kendisiyle, kişiliğiyle, karakteriyle, pozisyonuyla mücadele etmeyecek. Emeklinin haklarını alabilmesi, gençlerin haklarını alabilmesi için mücadele edecek. Çünkü bu mücadele misyonunu ona seçmen yüklüyor.
- Özgür Özel'in 31 Mart sonrasında izlediği 'müzakereyle mücadele' stratejisini anlatırken kullandığınız dil bana şunu düşündürtüyor; aslında bazı çevrelerin sandığı boyutta bir 2 başlı durum yok mu CHP içinde? Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu özelinde soruyorum. Malum iktidar medyası başta olmak üzere, belli çevreler bir ikilik görüyor ya da arıyor. CHP'ye yakın medyadan takip edebildiğim kadarıyla grup başkanlığı seçiminde böyle bir tablo ortaya çıkmış mesela. Ama siz genel stratejide Özel- İmamoğlu ittifakının sürdüğünü anlatıyorsunuz. Yanlış mı anlıyorum?
Burada şunu söylemem lazım; evet, süreçleri başkalarından daha yakından gözlemliyorum ama her şeyi bilmiyorum. Benim gözlemlediğim kadarıyla AK Parti medyasının arzu ettiği gibi bir çatışma dinamiği yok burada.
2023'teki seçim yenilgisinden sonra CHP'nin kurultay sürecinde değişimi birlikte gerçekleştiren bir takım oldu ikisi. Bu isimler, orada beraber aktörleştiler aslında. Dolayısıyla ortak bir iradeyi, ortak bir hedefi tesis ettiler. Bu seçim döneminde de bence gördük ki ikisi arasında bir rekabet ilişkisi değil, bir iş bölümü, uyum ve ortak hedefte uzlaşma var. Kılıçdaroğlu döneminde Ekrem İmamoğlu ile Genel Merkez arasındaki ilişkide Ekrem İmamoğlu'nun alanını daraltma, onu yok sayma, sözünü kısıtlama gibi bir sürü şey vardı. Bu bir rekabetti aslında. 2019'da mesela İstanbul'un kampanyasıyla Genel Merkez'in kampanyası rekabet ediyordu. Bu yeni dönemde hiç öyle şeyler görmedik. Genel Merkez'in kampanyası İstanbul'un alanını genişletti, İmamoğlu'nun kampanyası ise Türkiye'nin her tarafına ilham verdi.
Mesela İmamoğlu bana kalırsa CHP'nin yeni genç kadın adayları için bir rol model oluşturdu. Onların esnaf ziyaretindeki ya da çarşı pazardaki davranışlarına baktığımda, üsluplarına, belediyeciliği anlatırken kullandıkları kavramlarına baktığında bir İmamoğlu efekti görüyorum. Bütün adaylara ilham veren bir model çıktı ortaya. Genel Merkez bu seçimin kazanılmasında İmamoğlu'nu bir değer olarak görüp, bunu bir ilhama da çevirip diğer şehirlere ve ilçelere aktardı.
Özetle şu an için İmamoğlu ile Özel arasında bir rekabet yokmuş gibi görünüyor. Ama siyaset içinde birlikte güçlenmeyi hedefleyen ve nihai kararı finale bırakan bir rekabet de olabilir.
- Gerçi zaten Özgür Özel 2028'teki cumhurbaşkanı adaylığına ilişkin soruya “Ben teknik direktörüm. İki tane forvetimiz var" diye yanıt verdi.
Evet öyle söyledi. Ama ben burada onun teknik direktörlüğünden ziyade bir takım görüyorum açıkçası. Yani burada bir takım var, birlikte bir takım oldular.
- 2023 seçimlerinden önce 'kazanacak aday' tartışması yapıldığı dönemde çok sayıda kamuoyu araştırması görmüştük. Çoğunda Erdoğan'a karşı kazanma olasılığı sorulduğunda ilk sırada Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, son sırada Kılıçdaroğlu çıkıyordu. Hatta Özer Sencar, 31 Mart'tan sonra yaptığı açıklamada Kılıçdaroğlu'nun hep Erdoğan'ın gerisinde çıktığına dair şeyler söyledi. Gerçi 14 Mayıs'tan önce kendisi de Kılıçdaroğlu'nu Erdoğan'ın 2,5 puan önünde bulmuştu. Sormaya çalıştığım şu; Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş geçen sene aday olsaydı hakikaten Erdoğan'a karşı kazanır, hatta fark atabilirler miydi?
Evet, rakamlar öyleydi. Hepimizin elinde vardı. Bu durum, seçimden önceki son 4- 5 aya kadar böyle gitti. Ama Kemal Kılıçdaroğlu'nun aday ilan edilmesinden sonra ona oy vereceğini söyleyenlerin oranı da yükseldi. Dolayısıyla o da seçilme potasına aslında girmişti. “Kılıçdaroğlu asla seçilemezdi" denemez. Bu söylenemez. Kılıçdaroğlu seçilebilirdi.
Şunu da söyleyemem; İmamoğlu ya da Mansur Yavaş aynı yönetim mimarisinin içerisinde aday olsalardı kesin seçilirlerdi. Yine de ikisi de seçilemeyebilirlerdi.
Çünkü sonunda geldiğimiz yerde Kılıçdaroğlu'nun doğru aday olup olmaması asıl faktör olmaktan çıkmıştı. Toplum, o yönetim mimarisinin Türkiye'yi yöneteceğine kanaat getirmedi. O dönem araştırmalarımız Türkiye'de bir iktidar değişimi talebinin toplumda çok yaygın olduğunu, seçim kazanmaya yetecek kadar büyük bir kalabalığın iktidar değişimi fikrinde buluştuğunu bize gösteriyordu. Ama Altılı Masa'da yönetim mimarisi olarak '1 artı 2 artı 5' gibi bir şey ortaya çıkınca toplum, “Bu olmaz, bunlar böyle yönetemez" dedi.
- Meral Hanım'ın önce masayı gürültülü biçimde dağıtıp sonra masaya dönmesi ve bunu yaparken kullandığı dil, sizce o güne kadar muhalefete oy vermeyi düşünenlerin o yönetim mimarisine duydukları güvensizliği ne kadar tetiklemiş olabilir?
Bu bir faktördü. Etkili de oldu. Ama bana kalırsa mimariye güveni kıran bu değildi. Asıl güveni kıran nasıl yönetecekleriyle ilgili yanlış formülasyon oldu. Altı lider neden bir araya gelmişti? Sistem değiştirmek için. Sistem nerede değişirdi? Meclis'te. O zaman o altı lider kendilerine Bakanlar Kurulu'nda değil, Meclis'te yer arayacaktı. Sistemi değiştirebileceğiniz yegâne mecra Meclis olduğu halde partilerin liderleri Meclis'e gitmek yerine Bakanlar Kurulu'na gitmeyi seçince, meselenin sistem değiştirmek değil de geçici bir dönem bakanlık imtiyazından yararlanmak olduğu ve bu masanın bunun için kurulduğu hissi oluştu bana kalırsa.
- Seçmen hakikaten de bu kadar dikkatli ve titiz biçimde baktı mı ne önerildiğine? O yüzlerce sayfalık ortak politikalar belgesini okudu mu mesela? Genelde Türkiye'de toplumun okumadığı, genel algı ve kanaatleriyle oy verdiği düşünülür. Ama sizin analizlerinize göre Türkiye'deki seçmen aslında sanıldığı kadar duygusal değil, aksine bilinçli ve rasyonel tercihlerde bulunuyor.
Seçmen, rasyonalitesini bize defalarca kanıtlamıştır. Evet, 2023 seçimlerinde de bütün bunların hepsine çok dikkatli baktı. Hatırlayalım, 1982'de Kenan Evren'in darbe şartlarında tam hakim olduğu ortamda Anayasa referandumunda Türkiye yüzde 92 ile ona 'Evet' dedi. Orada Kenan Evren ile didişmedi. Ama bir yıl sonra seçime gittiğimizde aynı darbe yönetiminin çok kuvvetli desteklediği devletten gelen Turgut Sunal'ı değil de Turgut Özal'ı seçti. Seçmen ilkinde büyük bir çatışmayı göze almadı ama ikincisinde kendi tercihini ortaya koyabildi. Bu rasyoneldir.
2002'de Erdoğan'ın seçildiği döneme bakalım; seçmen çok rasyonel bir karar vererek aslında Türkiye'nin hiç işlemeyen sistemine noktayı koydu ve Türkiye'ye bir kalkınma ve demokratikleşme perspektifi öneren AK Parti'yi seçti. Çok uzun yıllar da seçmeye devam etti. 2019 Yerel Seçimleri de bence çok önemli bir rasyonalite testidir seçmen açısından. Aynı oy zarfının içindeki 4 pusuladan 1'ini başkasına verdi, 3'ünü başkalarına verdi. Meclisleri gitti AK Parti'ye verdi, başkanlıkları gitti CHP'ye verdi. Ankara'da, İstanbul'da, Adana'da, Mersin'de bunu yaptı. Bu da bir rasyonalitedir.
- Seçmen rasyonalitesi nasıl çalışıyor, hangi motivasyonlarla devreye giriyor olabilir?
Ceza verme rasyonalitesi var, ödüllendirme rasyonalitesi var, dengeleme rasyonalitesi var. 2023'te seçmen iktidar değiştirmek istedi, bundan şüphemiz yok. Ama iktidarı teslim edebileceği kadar güvenebileceği bir muhalefet görmedi. Görmediği için de teslim etmedi.
Bence 2023'ü iki taraf da yanlış okudu; AK Parti'nin büyük zaferi değildi ya da muhalefetin büyük yenilgisi değildi. Toplumsal muhalefet iktidar değiştirecek kadar kalabalıktı ama o muhalefete güvenmediği için vermedi. AK Parti 2023'ü büyük bir zafer zannettiği, muhalefet de büyük bir yenilgi olarak gördüğü için aslında seçmenin ceza, ödül ve denge kararları 2024'e ertelenmiş oldu.
- Bugünden bakarak 2028'e dönük tahminlerde bulunmak mümkün mü sizce? Nihayetinde devletin bütün kurumlarını kontrol eden kişi hala Erdoğan. Kontrol ettiği medya yine manipülasyon yapmaya devam ediyor. Öte yandan dünyadaki muhatapları hala Erdoğan'ı güçlü bir partner olarak görüyor. CHP'nin geçmişinden taşıdığı hataları yeniden yapması durumunda Erdoğan'ın masayı çevirmesi çok da zor olmayabilir mi?
Bence kolay değil ama imkânsız da değil. 2019'a dönüp muhalefetin duygu dünyasını bir hatırlayalım. 2019'da İstanbul, Ankara kazanılmış, Trakya'dan Ege'ye bir sürü yer kazanılmıştı ve muhalefet artık iktidarı almak üzere olduğunu hissediyordu. 2019'da bir zafer kazanılmış gibi hissediyordu. Ve bugünküne çok benzer bir moment yaşıyorduk. 2023'e geldiğimizde bunun böyle olmayabileceğini gördük. O resim çevrilebildi. Neden?
İktidarı değiştirmek isteyen bir toplumun varlığına rağmen, muhalefet kendi hatalarıyla, kendi kararlarının kalite problemiyle yenilgiye sürüklendi. Üstelik bu 2019'dan sonra kötü belediyecilik yapıldığı için de olmadı. Makro siyasetin, elit dünyasının kararları nedeniyle böyle olduğu anlaşılıyor.
- 'Elit dünyanın makro kararları' dediğiniz nedir? Türkiye'nin 2023'te Millet İttifakı'nın iddia ettiği boyutta, varoluşsal bir beka problemi mi vardı hakikaten?
“Bunlar yönetemez"e karar veren bir toplum, ondan sonra bekaya da yatırım yapar montaj videoya da. Bunlar sadece ana kararı normalleştiren durumlar olabilir. Ana karar önemlidir. Seçmen sandık anında bir ikileme girer; “Ülkenin meselelerini bunlar yönetebilir mi, yönetemez mi?" Bu kadar basit. Ve yurttaşların çoğunluğu Altılı Masa'nın yönetemeyeceğini düşündüler. Ana karar buydu. Sonra bu ana kararın altını doldurmak için çeşitli argümanlara başvurabilir seçmen. “Vatan mı, soğan mı?" gibi ikilemleri de bunu beslemek için kullanabilir. Seçmenin ana kararı hangisinin yönetebileceğine ilişkin bir karardı bana kalırsa. Orada bitti konu. “Altılı Masa yönetemez" dedi. Nitekim ondan sonra CHP'den de sözcülerinden de “Seçimi kazansak biz burayı nasıl yönetecektik" türünde laflar duymadık mı?
- Yeniden Refah Partisi kampanyasında dindar seçmene adeta “Bu alanın asıl sahipleri biziz" dedi. İsrail'in Gazze'deki kıyımını karşı duran daha samimi ve vicdanlara yönelik bir söylemde başarılı oldu. Ve bu kampanyanın kalbine de İsrail'e ticaret hacmini koydu. Yeniden Refah'ın 31 Mart'ta aldığı sonucun AKP açısından ne kadar zorlayıcı ve dönüştürücü olduğunu da biz hemen görmeye başladık. İsrail'e ticaret yasağı geldi. Erdoğan, İsrail'in politikalarına geçit veren ABD Başkanı Biden'dan 4 senedir beklediği randevuyu erteledi. Yeniden Refah meselesi AKP için sadece bir iç politika değil dış politika kriterine dönüştü neredeyse. Katılır mısınız bu yoruma?
Katılıyorum. Bu seçimde, Yeniden Refah Partisi'nin siyaset yapma kapasitesini gördük biz burada. Yeniden Refah'la anlaşabilseydi AK Parti bugün aldığı sonuç bu kadar yıkıcı olmayabilirdi. Peki Yeniden Refah Partisi'nin talepleri karşılansaydı biz AK Parti'nin İsrail ile ticareti konusunda Yeniden Refah Partisi'nden bir eleştiri duyar mıydık? Duymazdık.
- Yeniden Refah da yeri gelirse İsrail meselesinde benzer bir samimiyetsizlik gösterebilir, bunu mu söylüyorsunuz?
Burada samimiyetin bir önemi yok bence, şöyle bir şeyin önemi var. Yeniden Refah Partisi AK Parti'den ne kadar seçmen koparabileceğini bize kanıtladı. YRP'ye oy veren 2,5 milyonun yüzde 70'i bir önceki seçimde AK Parti'ye oy vermiş olanlardan oluşuyor. Yani YRP kendi oyunun ana hacmini oradan getirmiş görünüyor. Bir soru da şu olmalı bana kalırsa. 31 Mart'ta 2023 ile aşağı yukarı aynı koşullarda seçime gitmiş olsak da nasıl oldu da Yeniden Refah, geçen sene DEVA'nın Gelecek Partisi'nin Saadet'in yapamadığını yapabildi? Çünkü şu oldu; AK Parti'nin AK Parti'nin iktidar pratiğinden memnun olmayan seçmenleri DEVA, Gelecek ve Saadet'e Altılı Masa içerisinde oynadıkları rol ve kurdukları ittifak nedeniyle siyaset yapma ruhsatı vermedi.
- Siyaset esnaf olarak gördü yani seçmen AKP'den kopan siyasetçileri o Altılı Masa fotoğrafı içinde.
Biraz öyle gördü. Yenilen Refah Partisi'nin ise 2023 seçimlerinde Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığını destekleyen tutumuna ise itibar etti. Dolayısıyla bugünkü eleştirisine de itibar etti. Yeniden Refah'ın AK Parti'den kopuş pratiğini meşru buldu, diğerlerininkini bulmadı.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan, CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile bir anayasa değişikliği müzakeresi yapmak için kapıyı araladığına göre önümüzdeki süreçte bütün aktörlerin yeni duruma göre pazarlık yapmak üzere vaziyet alacağını öngörmek zor değil. “Yeniden Refah Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın elini rahatlatacak bir tavır asla almaz" diyemeyiz heralde, değil mi?
Diyemeyiz çünkü iki konu farklı. Dış politikada İsrail ile kurulan ilişkiler başka bir şey, içeride kendi siyaset alanını geliştirmek için atılabilecek adımlar başka bir şey. Yeniden Refah, kendi siyaset alanını genişletmek, daha fazla seçmen kazanmak, güçlenmek, iktidarla ortaklık yapabilmek, çeşitli ittifaklar kurabilmek ve bu yolla dış politikadaki eleştirdiği şeyleri de etkileyebilmek için de bunu yapabilir.
'Mücadele- müzakere' dengesi diye anlattığım şeye dönecek olursak…Yeniden Refah, İsrail meselesini seçime ayrı girdikleri için bir çatışmacı mücadeleye çevirmiş olabilir ama yarın anayasa meselesini müzakereci mücadeleye geçebilir.
- Önümüzdeki süreç, tüm siyasi aktörlerin diğer tüm aktörlerle başka başka pazarlıklara girebileceği bir dönem olacak belki de öyle değil mi?
Bir yandan 2 kuvvetli ana akım partinin kutuplaşmasını ve yeni bir meşruiyet dengesini görüyoruz. Öbür taraftan ise siyasetin olağanüstü fragmante olduğunu ve bir çoğulculuk ürettiğini de görüyoruz bu dönemde.
- Hani seçimlerinden sonra 'Çok yükseldi' diye üzerine ahkam kesilen milliyetçilik dalgasına Mayıs 2023 ile 31 Mart 2024 arasında ne oldu?
Milliyetçilik durduğu yerde duruyor, o geri gitmedi. Ama sorun şurada; milliyetçilik meselesinin Türkiye siyasetindeki yerini tartışırken sanki milliyetçilik bir siyasi aktör gibi tartışıyoruz. Milliyetçilik bir aktör değil, bir duygu. Seçmen illa ki milliyetçi aktörlere yatırım yapmaz, milliyetçilik anlayışıyla başka şekillerde uzlaşma arayabilir. Türkiye'deki milliyetçiler 2023'te Altılı Masa'nın ve Kılıçdaroğlu'nun Türkiye'yi yönetebileceğine ikna olsalardı oraya oy verirlerdi. Tıpkı 2024'te Ekrem İmamoğlu'na, Mansur Yavaş'a ve CHP adaylarına oy verdikleri gibi. CHP Kütahya'da kazandı, Kırşehir'de kazandı, Manisa'da kazandı. Bunlar plastik anlaşmalar ve kurgularla olan şeyler değil. Milliyetçilik bir duygu ve CHP'nin içinde de var, AK Parti'nin içinde de var, MHP'de de var. Herhangi bir yere tahvil edilebilir ve sabitlenebilir bir duygu değil. Çok değişken, çok geçişken. Muhafazakarlık da öyle. Yani CHP'nin içinde dindarlar yok diyebilir miyiz? Dindarlar CHP'ye oy vermiyorsa, CHP yüzde 38 oy nasıl aldı? Yani dindarlar da dağılıyor. AK Parti'nin iktidar pratiğinden memnun olmayan dindarlar kendilerine yol aramadılar mı bu seçimde? Sandığa gitmemek de çok sert bir protesto bu arada.
- AKP seçmenin ne kadarının sandığa gitmediğini tespit edebildiniz mi?
6 milyon sandığa gitmeyen seçmenin yarısından fazlasının AK Parti seçmeni olduğunu söylemek mümkün. Yani sandığa gitmeyenlerin 3,5 ila 4 milyonunun AK Parti seçmeni olması çok muhtemel. Şimdi bunların analizlerini yapmaya çalışıyoruz. Sandık bize bir şey söylüyor ama bir de sahaya çıkıp geçmişte nereye oy verdiğini öğrenip sandığa gitmeyenleri bulmamız lazım ki bunu teyit edebilelim. Bunun araştırmalarına başlıyoruz.
Ama başka bir boyutu daha var mesela. Sosyolojik olarak bakalım. AK Parti nerelerde çok kaybetmiş? Güneydoğu'daki 15 ilde bir kere büyük kaybetmiş. Sandığa gitmemenin de en yüksek olduğu yerler oralar mesela. Türkiye'deki yüzde 78'lik sandığa gitme oranı güneydoğudaki 15 ilde yüzde 70'e düşmüş.
- Bunun ne anlama geldiğini biraz açalım lütfen. Türkiye'deki Kürt nüfusu yekpare bir şekilde DEM Parti çizgisine oy vermediği malum. 2024 itibariyle DEM çizgisine oy veren Kürt nüfusun oranı hala yüzde 60'larda mı?
60- 40 dengesi çözüm süreci döneminde AK Parti lehine yüzde 50- 50'ye gelmişti, sonra yeniden 60- 40'a döndü. Mesela Bingöl o bölgedeki AK Parti'nin en güçlü olduğu yer. 31 Mart'ta Bingöl'de katılım yüzde 60 olmuş. Batman'da HÜDA- PAR, AK Parti'den daha fazla oy almış. Dindar Kürt seçmenin AK Parti'den uzaklaştığını görüyoruz.
İkincisi, 30 büyük şehirin ortalamalarına baktığımızda, AK Parti'nin 2017 referandumundan beri büyük şehirlerde kaybettiğini görüyoruz. Sistematik olarak kaybediyor. 2017'de kaybetti, 2018'de yani rakibinin altında aldı, 2019'da öyle oldu, 2023'de öyle oldu.
Muhalefetin kaybettiği 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde büyük şehirlerde AK Parti yine kaybetti. 2024'te ise çok güçlü bir şekilde kaybetti. Bu bize ne söylüyor? AK Parti Türkiye'nin merkezini çeperden kuşatan bir siyasi hareket olarak gelmişti. Şimdi AK Parti yeniden taşraya doğru çekiliyor AK Parti. Bu da bize sosyolojik olarak bazı şeyler söylüyor.
- Ne gibi?
2019'dan bugüne kadar 5 milyon yeni seçmen girdi sisteme. AK Parti bu 5 milyon seçmenin ancak yüzde 20'sini alıyor, CHP ise yüzde 50'sini yakalıyor artık buranın. Araştırmalarla bunu netleştirmeye çalışacağız. Ama eğer CHP 5 milyon yeni seçmenin 2,5 milyonunu alabildiyse
Türkiye sosyolojisi kentlileşme açısından yeni bir demografik durum üretmiş demek. Hem de bu yeni demografik durum muhalefete meyletmeye başlamış. Kentlileşen, orta sınıflaşan genç seçmenlerin iktidardan uzaklaştıklarını görüyoruz.
Cumhuriyet Halk Partisi'nin de esas olarak bence bu yaklaşık 5 milyonluk yeni seçmeni üzerine çok dikkatli düşünmesi gerekiyor. Bunlar kimdir, ne ister?
Hem dindar Kürt seçmendeki kaybını hem de kentlerdeki büyük kaybını AK Parti'nin şu an analiz ettiğini tahmin ediyorum. Bana kalırsa bu kayıplar 2023 ile 2024 seçimleri arasındaki 10 ayda olacak işler değil. AK Parti 2017'den beri şehirlerde sürekli seçim kaybediyor ve görüyoruz ki artık buralarla bağı iyice koptu.
- Bu yaptığınız analiz, Erdoğan'ın artarak otoriterleşen yönetim tarzına en çok tepki veren iki seçmen grubunun Kürtler ve gençler olduğunu da söylemiyor mu bize? Diyelim ki mesnetsiz iddialarla içerde Gezi tutukluları yarın serbest bırakıldı, AİHM kararları uygulandı eski HDP'li siyasetçiler serbest bırakıldı, Bahçeli'nin buyurduğu gibi DEM'in kapatılması için yeni adımlar atılmadı…Bu tür hamleler AK Parti'nin kaybettiği Kürtler ve gençler üzerinde etkili olabilir mi? Erdoğan değişeceğine inandırabilir mi o iki grubu, yoksa kendisi açısından artık çok mu geç?
Ben böyle şeylerin imkansız olmadığını düşünüyorum. Hatırlayın, Kürt yurttaşlarının CHP'ye bakışı hep çok negatifti. Tarih boyunca CHP ile aralarındaki ilişkinin bir zalimlik, mağduriyet ilişkisi olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle CHP'ye çok uzaklardı. Ama ne oldu? DEM seçmeni büyük şehirlerde CHP adaylarına oy vermekten imtina etmedi. CHP'nin dindar Kürtler arasında da bir AK Parti'nin alternatif olarak kabul edilebileceğini gördük. Kürt seçmenin CHP'ye dönük daha önceki kadar sert bakıştan oy verebilecek bir duruma gelmesi bize şunu gösteriyor; dersini çıkarmış bir AK Parti ile yeniden ilişki de kurabilir. Bunlar, kolay sabitlenen şeyler değil. Kürt seçmen de diğer sosyolojik gruplar gibi, kendi hayatıyla, refahıyla ilgili, geleceğiyle, kaderiyle ilgili faydayı nerede görürse oraya yatırım yapabilir.
Bence bu seçimlerin Türkiye'ye gösterdiği en önemli şeylerden biri şu; sabitlenmiş seçmen kümeleri dağıldı. Seçmen kümelerinde bir hareketlenme, seçmen mobilizasyonu, geçişler başlamış görünüyor. Bir anda karşı yere geçmiyor olabilirler - ki geçenler de oldu- bir anda karşıya geçemiyorsa kendine ara duraklar yaratıyor.
- 31 Mart'ta AKP'den CHP'ye ne ölçüde geçiş olduğunu tespit edebildiniz mi?
Çalışacağız ama var olan tablo üzerinden tahminimizi söyleyeyim. AK Parti seçmenlerinin 1 milyona yakın bir kesiminin CHP'ye oy vermiş olabileceğini görüyoruz. Ya da en azından 600- 800 bin bandında bir geçiş var. MHP seçmeninden de keza. Yani AKP ve MHP'den CHP'ye oy geçişinin toplamda 1,5 milyon olmuş olabileceğini görüyoruz.
Dediğim gibi, bazıları da sandığa gitmeyerek bir ara durak üretiyor kendisine. Ya da Yeniden Refah'a giderek meşru bir çıkış buluyor. Bunların toplamı bize AK Parti seçmen havuzundan bir akışın başladığını gösteriyor. Sandığa gitmeyenlerin yüzde 20'sinin de muhalefet partisinin seçmeni olduğunu tahmin ediyoruz bu arada. CHP'li olup sandığa gitmeyen de var.
CHP'nin yönettiği yerlerdeki oy düşüşlerine de bir dönüp bakmak gerekiyor. CHP'nin bir yükselişi var, bir de düşüşü var. Trakya'da düşüşü var, İzmir'de düşüşü var. CHP rekabete yeni girdiği yerlerde ciddi yükselişler gösterirken geçmişten beri yönettiği ve güçlü olduğu yerlerde de kısmi düşüşler göstermiş.
- Güneydoğudaki dindar Kürt seçmeni konuştuk ama batıdaki Kürt seçmenin tavrı da çok belirleyici oldu. Özellikle de İstanbul'daki Kürt seçmenin tavrını nasıl okudunuz? Meral Danış Beştaş kalibresindeki bir ismin yüzde 2'de kalmış olmasının temel sebebi sizce nedir?
Özellikle metropollerdeki Kürt seçmenin tutumunu biz çok yakından izledik. Seçime 3- 4 ay uzakken, DEM Parti'ye oy verme eğiliminin çok güçlü olduğunu görüyorduk. 2024 başında metropollerdeki Kürtlerin oylarının yüzde 60- 65'i DEM Parti'ye gidecek gibi görünüyordu. Başak Demirtaş ya da Meral Danış Beştaş ayrımı da fark etmiyordu. Tam o dönemde yine Kürtlerin üçte birinden fazlasının Ekrem İmamoğlu tercihinin çok kuvvetli olduğunu görüyorduk. Yani DEM Parti seçmeni, oradan bir ideolojik kopuş yaşamıyor ama şehirle çok entegre olmuş. Dolayısıyla şehrin kararlarıyla ve yönetimiyle çok ilgili olan bir kesim var.
- İstanbul'da yaşayan Kürtlerin şehre dönük aidiyetlerini etnik kimliklerinin önüne mi koydular? Bu kadar ileri bir yorum yapılabilir mi?
Şöyle diyelim; İstanbulluluğu bu seçimin önceliği olarak gördüler. Genel seçimlerle yerel seçimleri birbirinden ayıran çok temel dinamiklerden biridir bu. Yerel seçimler, bir sürü başka politik ve ideolojik faktör çalışsa bile eninde sonunda şehirle ilgili bir karar. Dolayısıyla özellikle İstanbul'da uzun süreden beri yaşayan, şehirle daha fazla entegre olmuş Kürt seçmenlerin İmamoğlu kararı en başta verilmiş karardı. Bu üçte birden fazlaydı. Seçim tarihine yaklaştıkça bu üçte birlik oran artmaya başladı. O zaten baştan kararını vermiş olan üçte bir, öbür tarafı da ikna etmeye başladı. Ama şu da var; bence DEM bir yandan buralarda bir iddia ortaya koymakla beraber ana gündemini buralar yapmadı.
- Hem gündem yapmadı hem de İstanbul'da 17 ilçede aday çıkartmadı. Meral Danış Beştaş gibi kuvvetli bir ismi çıkartmakla kalmayıp bütün İstanbul'da aday çıkartıp bütüncül olarak yüklenselerdi ne olurdu sizce?
Onu tam bilemiyorum. Ama burada emin olduğum şey ne yaparlarsa yapsınlar o baştan beri 'İmamoğlu' diyen yüzde 30- 35'i kazanamayacaklardı. Bugünden geriye baktığımda şunu söyleyebilirim; eğer dediğinizi yapsalardı 31 Mart'ta İmamoğlu'nun oyu yüzde 2,5 düşmüş olurdu. Ama bu seçimde metropollerde yaşayan Kürt seçmenler, şehirle ilgili karar verme eğilimini, genel siyasetle ilgili karar verme eğilimine baskın kıldılar. Ankara için de geçerli bu.
- Bu, 20 senedir çok tartışılan tırnak içinde söylüyorum, 'Türkiyelilik' meselesine dair çok önemli bir veri değil mi?
Elbette öyle. Ve DEM Parti'nin bu sosyolojinin bu özelliği üzerine oturup düşünmesi gerekiyor.
- Biraz önce bahsettiğiniz CHP'ye yönelen 5 milyon seçmen meselesine geri dönersek…Özgür Özel orayı tarif ederken, 'Kürt demokratlar', 'milliyetçi demokratlar' şeklinde ifadeler kullandı. Gelen oyların hepsini “demokrat' olarak tarif etmek ne kadar doğru?
Tabii bunu, böyle hayal etmek istiyor olabilir. Önemli olan şu; CHP'nin seçmen havuzuna katılanlarda büyük bir kimlik çeşitliliği var. Bu da CHP'ye çok ağır bir sorumluluk yüklüyor. CHP'nin geleneksel seçmenini kaybetmeden bu yeni seçmeni burada tutmak için araması gereken yeni yollar, yeni söylemler, yeni politikalara ihtiyacı var.
- O zaman şunu diyorsunuz; CHP'nin önündeki en büyük sınamalardan biri bu yeni sosyolojik gruplara bir alternatif olmaya devam ederken kendi kor seçmenini tutmak. Yani bir anlamda başarı, kendi kor seçmenini kaybetme ihtimaliyle birlikte geldi.
Bir riskle geldi tabii ve biz bunu yaptığımız araştırmalardan biliyoruz. Mesela dindar seçmenler diyor ki; “Ben CHP'nin tavanında bir kapsayıcılık olduğunu görüyorum. Ama apartmanımdaki CHP'li komşumdan aynı hissi almıyorum. Genel Merkez beni kapsamaya çalışırken CHP'li komşum beni dışlamaya devam ediyor." Benzer düşünceler, Kürt seçmende de var. CHP'nin bütün bunları harmanlarken geleneksel seçmenini nasıl kaybetmeyeceğine dair bir yol bulması gerekiyor. Müzakere bunun için de önemli.
- Her ne kadar 31 Mayıs 2023 sonrasını iyi yönetemediği için kendine oy verenlerin çoğunluğunda hayal kırıklığına neden olmuş olsa da Kemal Kılıçdaroğlu'nun partiyi bu farklı sosyolojik gruplara açma işini başlatan kişi. Buna rağmen neden CHP'yi geleneksel seçmeninin ötesinde bir çekim alanına dönüştüremedi kendi döneminde?
Bence çok temel nedeni şu; Kılıçdaroğlu kapsamayı dekoratif bir alanda tuttu. Kendisine, yani CHP'nin seküler ortalamasına, benzemeyen kesimlerin sadece temsilcilerini aldı. O kesimleri toplumsal olarak CHP'ye çağırmadı. Örgütüne de “bunu toplumsallaştırın" diyen bir misyon yükleyemedi bana kalırsa. O yüzden de yaptıkları dekoratif kaldı, örgütselleşmedi, kurumsallaşmadı ve toplumsallaşmadı. O kapıyı açması çok yerindeydi ama onu tabanda toplumsal yakınlaşma düzeyine taşıyamadı. Şimdi bir kere daha CHP bu sınavla karşı karşıya. Madem bu kadar çok seçmen kazandı, bu yeni kazandığı seçmenleri burada tutabilecek olan politikaları da inşa edip edemeyeceğini göreceğiz.
CHP'nin üzerindeki bu yük, ağır bir yük. Belediyeler ise bunun için mükemmel zeminler. Çünkü belediyeler politikalarıyla, hizmetleriyle, kaynaklarıyla, kararlarıyla tüm yerel yurttaşlara alan açabilirler ya da açmayabilirler. Dolayısıyla CHP belediyelerinin bundan sonraki genel seçimlere giderken ortaya koyacağı performansın kapsayıcı mı olacağı, dışlayıcı mı olacağı, kimi kapsayacağı, kimi dışarıda bırakacağı çok önemli. Sınavın olacağı yerler buralar. Seçmenler CHP'ye bir sınav hakkı verdiler. Genel seçime kadar geçecek süre içerisinde, belediyeler bu sınavdan ya yeni gelenleri benimseyerek, kabullenerek, misafir gibi davranmayarak kapsayacı olacaklar. Ya da bu dönemi zafer sarhoşluğu içinde geçirerek yeni gelen seçmeni bir dahaki seçimde başka adreslere yolcu edecekler.
- Hatay için özel olarak bir parantez açmak istiyorum. Cumhuriyet Halk Partisi'nin Lütfü Savaş kararı çok tartışıldı. Yanlış hatırlamıyorsam o dönem Özgür Özel'in “Anket yaptırıyoruz, en kazanmaya yakın aday Lütfü Savaş çıkıyor" gibi bir beyanı oldu. O anketleri siz mi yaptınız? Ülke sathında böyle bir ivme yakalayan CHP, Hatay konusunu neden yönetemedi?
Bir kere anketlerde Lütfü Savaş'ın seçim kazanabileceğini neredeyse hiç görmedik.
Özgür Özel, “Daha iyi bir seçenek bulamadık" dedi. Ama seçimi kazanabileceğini hiç görmedik. Çünkü Hatay'da kararsız seçmenler hep sonucu belirleyecek kadar yüksek bir orandaydı. O kararsız seçmenler çok büyük bir olasılıkla kerhen gittiler, Lütfü Savaş'a oy verdiler. Aslında Lütfü Savaş öngörülenden daha yüksek bir oy aldı. Cumhur İttifakı ise, toplam aday profillerine baktığımızda en iyi adaylardan birini Hatay'da gösterdiler. Ona rağmen biz AK Parti adayının yüzde 40'ı geçemeyeceğini görüyorduk. Hatay'ın yüzde 60'ı AK Parti dışında bir seçeneğe yatırım yapmak istiyordu. Lütfü Savaş kazanmaya en yakın isim değildi. Yerel siyasetin ürettiği potansiyel aday adayları da kazanmaya yakın değillerdi. O zaman Genel Merkez'in yaratıcı bir formül bulması, toplumsal muhalefeti temsil edebilecek bir figürle çıkması gerekiyordu. Genel Merkez de bunu yapamadı, yaratıcı formülü üretemedi.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“HTŞ şu an Türkiye’ye müzahir, doğru davranılırsa Türkiye’nin kontrolünde olur. Şam’da ilk görüntünün sivil bir görüntü olması daha doğru olurdu... Bahçeli’nin öne çıkardığı süreçte ilerleme olursa PYD ile görüşülebilir. Kobani, Kamışlı, Haseke’ye çekilirlerse böyle bir şeyden korkmanın anlamı yok”
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
© Tüm hakları saklıdır.