17 Şubat 2025

Gazeteci İrfan Aktan: Kürtler arasında çok öfkeli bir kesim var, DEM Parti’ye de ‘halkların kardeşliği’ sloganına da öfke var

“Öcalan kendi liderliği açısından büyük risk alıyor... Bu süreç Bahçeli’nin A planı Erdoğan’ın ise B planı. Baskılar yeni kuşak Kürtlerde ciddi bir milliyetçi dalgaya sebep oluyor, Ahmet Türk’ün dediği yakında gerçek olabilir. Şu anda biz Türkiye’de PKK’nın ortaya çıktığı 1980’lerin ortamını yaşıyoruz”

Gazeteci İrfan Aktan ve Cansu Çamlıbel

Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü açısından hakikaten yeni bir kavşakta olup olmadığımız sorusuna yanıt aradığımız şu aralıkta, Japonya’nın Kürt sorununu inceleyen çok enteresan bir kitap yayınlandı. Evet, Japonya’nın Kürt sorunu, yanlış okumuyorsunuz. Belki bazı dikkatli gündem takibi yapanlarınız, son yıllarda Japonya’da yaşayan Türk ve Kürt göçmenler arasındaki gerginliklere dair haberlere denk geldiniz ancak işin boyutlarını tahmin bile edemezmişiz. Kürt meslektaşım İrfan Aktan, 2022 yılında dört ayını Japonya’da geçirerek çok detaylı bir saha çalışması yapmış ve yaptığı söyleşileri kendi izlenimleriyle birlikte ‘Karihomen: Japonya’da Kürt Olmak’ kitabında toplamış. Adalet Kalkınma Partisi iktidarının 2015 sonrasındaki Kürt politikalarının 8500 kilometre ötedeki bir Uzak Asya ülkesindeki iki bin kişinin hayatını nasıl etkileyebildiğini hayretle okudum.

İrfan için ‘Kürt meslektaşım’ ifadesini kullanmamın sebebi bizatihi kendisinin her daim Kürt kimliğine vurgu yaparak yazan bir gazeteci olması. Senelerdir sahada Kürtlerin ve Kürt siyasi hareketi içindeki tartışmaların nabzını en yakından tutan gazetecilerden de biridir. O cenahtan gelen pek çok atlatma haberi kendisinden okumuşluğumuz çoktur. Japonya’daki ‘karihomenlileri’ konuşmak için sözleşmiş olsak da tarihin bu anında Türkiye’deki Kürtlerin ruh halini ıskalayamazdık.

İrfan Aktan, Japonya’daki Kürtlerin yasal statüsü olan ‘karihomen’ için ‘statüsüzlüğün statüsü’ diyor. İltica başvurusunda bulunanlar reddediliyor ama sınır dışı da edilmiyor, bir nevi ‘Japon askısı’. Aktan’ın bu durumu anlatırken kullandığı “Bir saat sonrasını bile göremeyeceğiniz bir belirsizlik içinde yaşamak” ifadesi ciğerime oturdu. Siz anladınız neden. Zaten bir süre sonra sadece bakışarak anlaşacağız bu gidişle.

Manşeti Japonya’daki Kürtlerden vermek isterdim ama malum “Öcalan konuşacak” diye özel mimlenen 15 Şubat tarihini pas geçtik. ‘Neler oluyor olabilir’i İrfan Aktan pek çoğumuzdan daha bilgili bir yerden yorumluyor diye düşünüyorum.

-‘Karihomen: Japonya’da Kürt Olmak’ kitabın bugün Japonya’da yaşayan yaklaşık 2000 kişilik Kürt topluluğun yolculuğunu ve dertlerini anlatıyor diye özetleyebiliriz. Bu cemaat aslında tek bir kişinin 90’larda Japonya’ya işçi olarak gitmeye karar vermesiyle başlıyor, o kişiye geleceğiz. Ama şuradan başlayalım; 90’lardan 2015’e kadar aslında Kürtler Japonya’daki diğer göçmenlerden çok daha farklı bir muamele görmeden yaşayıp gidiyor. Ancak 2015’te Ankara birden oradaki bu küçük Kürt cemaatine özel ilgi göstermeye başlıyor. Sen yaptığın araştırma sonucunda bunun Haziran 2015 seçimleriyle doğrudan bir ilgisi olduğu kanaatine ulaşmışsın. Neden?

7 Haziran 2015 seçimlerinde Japonya’daki Türkiyelilerin kullandıkları oyların yüzde 59’u -yani 381 oy- HDP’ye, yüzde 22’si ise AKP’ye -yani 156 oy- gitmiş. 1 Kasım 2015 seçimlerinde ise kullanılan oyların yüzde 462’sı -yani 553’ü- HDP’ye, yüzde 37’si ise -yani 447 oy- AKP’ye gitmiş.

-Bu arada, Japonya’daki Kürt olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı nedir?

Onlar da 2000 civarında. Çoğunluğu Fatsa’dan giden Türkler. Yani aslında Japonya’da yaşayan Türk ve Kürt topluluklarının sayıları birbirine çok yakın. Biraz önce verdiğim oy oranları, 1 Kasım 2015 seçimlerine iki tarafın da özel bir önem verdiğini gösteriyor. Zaten herkesin dikkatlerinin bu iki topluluğa çevrilmesinin miladı da iki tarafın 25 Ekim 2015’te oy vermek için Tokyo’daki Türk Büyükelçiliği’ne gittikleri sırada yaşanan çatışma oldu. Bu durum, II. Dünya Savaşı sonrasında güya şiddetten arındırılmış bir hayat yaşayan Japon toplumunda şok etkisi yarattı. Çatışmanın sebebi oy kullanmaya gelen milliyetçi Türk göçmenlerin, yine oy kullanmaya gelen bazı Kürt gençlerin arabalarının camında Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan YPG’nin bayrağını görmesi. Tabii böyle bir olayın 7 Haziran’da olmaması ama birkaç ay sonra olabilmesi, AKP hükümetinin o tarihteki politikasıyla doğrudan ilgili. Hatırla, 7 Haziran’a kadar AKP hükümeti PKK ile barış görüşmeleri sürdürüyordu. YPG daha o dönemde terörist de ilan edilmemişti. Henüz hükümet topyekûn bir anti-Kürt politikaya geçmemişti.

“Ankara Japonya’da bir Kürt diasporası olsun istemiyor”

“Oradaki Kürtler HDP’ye oy verdikleri için vatandaşı oldukları devlet tarafından sahiplenilmiyor”

-Doğru. Ancak yine de bunun Japonya özelinde bu kadar yüksek bir tansiyona dönüşmesi tuhaf değil mi? Avrupa’da on binlerce Kürdün oluşturduğu bir diaspora var mesela. Japonya’daki iki bin Kürt neden bu kadar büyük bir mesele olsun Türkiye Cumhuriyeti için?

Bu tek taraflı bir mesele değil. Japonya’nın da kendine özgü gerekçeleri var. Ama öncelikle Türk hükümeti açısından motivasyonun ne olduğunu söyleyeyim; Japonya’da bir Kürt diasporası olsun istemiyorlar. Bak o 25 Ekim çatışmasından önce çok dikkat çekici bir diplomatik ziyaret trafiği var. Tayyip Erdoğan o çatışmadan sadece birkaç hafta önce 7 Ekim’de Japonya'ya gitti. Oradaki Türk toplulukla Tokyo Camii’nde bir araya geldi. 1 Kasım seçiminden sadece 13 gün sonra ise bu sefer Japonya Başbakanı Shinzo Abe Türkiye’ye geldi. Erdoğan’ın Tokyo’da Türk toplumuyla buluşmasına Kürtler davet edilmedi. Çünkü oradaki Kürtler hem HDP'ye oy verdikleri için hem de terörist olarak görüldükleri için Türkiye hükümeti tarafından sahiplenilmiyor. Zaten daha sonra 2019'da Türkiye Japonya’da bir konsolosluk açtı. Onu da Kürtlerin yaşadığı Warabi veya Kawaguci'de değil, Türklerin yaşadığı Nagoya'da açtılar. Japonya’daki durum aslında devletin kendi vatandaşı olan Kürtlerle münasebetini mikro ölçekte ortaya koyan bir örnek.

“Sağcı Japonların nefreti, Koreliler ve Çinlilerden sonra Kürtlere kanalize oldu”

-Aynı türde bir yaklaşım dünyanın pek çok ülkesinde var aslında. Dediğim gibi özellikle kuzey Avrupa’da Kürtlerin yaşadığı pek çok ülkede. Mesela bu konu yakın geçmişte İsveç’in NATO üyeliğini engelleme potansiyeli olan bir diplomatik krize dönüşebildi. Ancak Türk hükümetinin diplomatik baskısı her yerde Japonya’daki kadar kuvvetli sonuç vermiyor. Japonya’nın motivasyonunu anlamaya çalışıyorum çünkü bahsettiğimiz çok da küçük bir topluluk, sadece iki bin kişi.

Bir kere, Türkiye-Japonya ilişkilerinin tarihine bakmak lazım. Osmanlı’nın Japonların Rusları yenmesinden itibaren bu ülkeye özel bir ilgisi oluyor, Japonya Türkler için adeta bir arzu nesnesine dönüşüyor. Japonlar muzaffer çıktığında bu durum Osmanlı'da büyük bir mutluluk, heyecan yarattı. Hatta Mehmet Akif Ersoy'un Japonları yücelten bir şiiri var, Japonları İslam'ın tebliğ edilmediği ama bir tür Müslüman gibi yaşayan bir halk olarak resmediyor. İmparator Meiji, Abdülhamid ile çok sıcak ilişkiler kurmaya çalışıyor. Ertuğrul Fırkateyni trajedisi yaşanıyor falan ama daha sonra Mustafa Kemal'in de henüz bir Osmanlı subayı iken Japonları övdüğü bir makalesi var. 1900’lerde Ziya Gökalp keza Japonları yere göğe sığdıramıyor. II. Dünya Savaşı ve Japon emperyalizmi döneminde de Japonya burada hep nadide bir örnek olarak görüldü. O günden bugüne gelindiğinde de Türk milliyetçileri böyle nadide bir örnek olarak görülen bir ülkeyle Kürtlerin sıcak bir ilişki kurmasını istemiyor.

Japonya'daki ırkçı ve milliyetçi gruplar da keza bugün, Türklerle ilişkilerinin Kürtler nedeniyle bozulabileceğini iddia ediyorlar. 1990’lardan beri, yani o eski Japon mucizesi sonlandığından beri Japonya'da sağ gruplar yahut emperyalizme geri dönülmesini arzulayan gruplar yeni bir düşman arayışına girdiler. Bu seçilmiş düşmanlar ilk etapta Koreliler oldu. 1990'lardan itibaren bunlar hedef alındı, nefret söyleminin muhatabı oldular. Çinliler hakeza öyle. Bu saldırılar zaman zaman Kore kökenlere karşı fiziksel saldırılara da dönüştü. Fakat işte 2015’ten sonra, bu sağcı Japon gruplar kendilerine yeni bir kurban buldular; Kürtler. Bu yeni kurban Kore ya da Çin kökenlilerden çok daha işlevseldi onlar için. Çünkü Kürtlerin kendi vatandaşı oldukları devlet tarafından sahiplenilmeyeceğini biliyorlardı. Oradaki anti-Kürt nefret söyleminin Türkiye'deki ırkçılar tarafından da sahiplenilip destekleneceğini biliyorlardı. Japonya’daki Kürtler 2015’ten beri bu sağcı grupların hedefinde. Şaşırmayacaksın, Kürtler aleyhine sürdürülen ‘bunların hepsi terörist’ şeklinde özetleyebileceğim operasyon sosyal medya üzerinden yürütülüyor. İlginçtir Kürtler 30 yıldır orada yaşıyor ama son yıllara kadar böyle bir nefret kampanyasıyla karşı karşıya kalmadılar. Bu kadar ciddi bir ırkçı kuşatmayla hiç karşılaşmadılar son döneme kadar.

“Türk ajanların Japonya performansı kitaplara konu oldu”

-Eğer bu bizim Türkiye'de aşina olduğumuz türde trol saldırıları Japonya’daki Kürtleri hedef alacak bir aşamaya gittiyse o zaman aslında Türk istihbaratının Japonya’nın kodlarını iyi çözdüğü anlamına da gelmez mi? Zaten sen kitapta Japon devletiyle Türk istihbaratının yakın çalıştığına, Türk tarafının Japonlara o açıdan ‘lojistik destek’ sağladığına ilişkin tespitlere de yer veriyorsun.

Eski istihbarat personeli bir Japon kitap yazmış, diyor ki “Japonya’daki yabancı ajanlar içinde Türkiyeliler başarı sıralamasında altıncı sıradadır.”

“Türk hükümetinin tavrı nedeniyle Türkiye’nin Kürt sorunu Japonya’ya taşınmış oldu”

-Türkiye’nin Japonya gibi bize çok uzak olarak görebileceğimiz bir ülkede kitaplara geçecek ölçüde bir istihbarat faaliyeti içinde olması oradaki Kürt topluluktan bağımsız da irdelenmesi gereken bir konu herhalde.

Ama şunu söylemem gerek; Kürtlere karşı bu nefret kampanyasını başlatan aslında Türkiye değil, Japonya'daki ırkçı gruplar. Türkiye bu dalganın üzerine atlıyor. Halbuki aslında bu muameleye maruz kalanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve devletin aslında kendi vatandaşlarına karşı ırkçılığa göz yuman bir yönetime bu konularda uyarı ve sitemde bulunması beklenirdi. Oysa hükümet tam tersini yapıyor, öyle olunca da Türkiye’nin Kürt sorunu Japonya’ya taşınmış oluyor.

“Japonya’daki ilk Kürt Kawaguchi Mehmet politik bir figür değil, herhangi bir Kürt köylüsü”

-Japonya’daki Türklerin çoğunun Fatsa’dan giden Türk göçmenler olduğunu hatırlattın. Kürt göçmenlerin çoğu ise Maraş Pazarcık’tan. Ve aslında Pazarcıklıların orada ufak bir cemaat oluşturmasına neden olan tek bir kişi var; Kawaguchi Mehmet. Kitapta gerçek soyadını vermek yerine Mehmet B. olarak kodluyorsun. Elbette Türk devleti de kim olduğunu biliyor bu kişinin. Ve Kawaguchi Mehmet’in sanılacağı gibi politik nedenlerle göç etmediğine işaret ediyorsun.

Evet, kendisi o sırada iş bulmak için Avustralya'ya gitmeye çalışıyor ancak tanıştığı bir İranlı kendisine “Japonya'da iş gücü açığı var ve vize de istemiyor, doğrudan oraya git” diye tavsiye veriyor. Kawaguchi Mehmet herhangi bir Kürt köylüsü. Yani doğrudan politik bir figür değil. Mensup olduğu Mahkan aşireti eskiden Alevi iken -ki devletin kayıtlarına da Alevi-Kızılbaş olarak girmiş bir aşiret- Maraş katliamından sonra Sünni görünümüne geçmiş. Dolayısıyla Alevilik bir korku kaynağı ama esas onları topraklarından eden şey 1990'lardaki yayla yasakları.

Kawaguchi Mehmet'in hikayesi şu açıdan önemli. Şimdi hep deniliyor ya, “Tarım ve hayvancılık bitirildi”, bitirilen kimin hayvancılığıydı ta o dönemden? Mesela bu Mahkan aşiretinin yaşadığı köyler kayalık, toprak elverişsiz, sadece koyunculuk yapıyorlar. Yarı göçebe bir aşiret bunlar, yazın yaylalara çıkıp koyunlarını orada otlatıp geri dönüyorlar. Fakat yayla yasakları gelince bu sefer Kayseri'ye bağlı yaylalara gitmeye başlıyorlar. Oralara büyük paralar vermek zorunda kaldıklarında iş artık sürdürülemez hale geliyor. Koyunlarını satıyorlar ve yaşayabilecekleri bir coğrafya arayışına giriyorlar. Yoksa hani Hakkari'deki gibi sıcak çatışmanın içinde kalmış falan değiller. Bu insanların önemli bir kısmı eğitimden mesela yararlanamamış çünkü köylerinde okul yok. Lise okumak için köylerinden 45 kilometre ötedeki Pazarcık’a gitmeleri gerek. Şimdi Japonya’daki ırkçılar onlara diyor ki “Bunların hepsi cahil. E zaten Kürt sorununun Türkiye’deki bir veçhesi de hep budur. Şimdi de Japonlar onlara hem ‘cahil’ diyor hem de statü vermeyerek kendi ülkelerindeki Kürt çocukları eğitim hakkından mahrum ediyorlar. Japonya'daki Kürtler 1990'dan beri orada oldukları halde iltica başvuruları reddedilmiş. Hiçbir haktan faydalanmayacakları ‘karihomenli’ statüsüzlüğünde tutuluyorlar.

İrfan Aktan

“Sınır dışı etmek yerine denetimli serbestliğe tabi tutuyor ve kötü muameleye maruz bırakıyor ki kendileri dönsün”

-‘Karihomenli statüsüzlüğü’ ne demek? Daha doğru aslında şu; ‘karihomenli’nin Türkçe anlamı nedir?

Karihomen, denetimli serbestlik demek. Siz iltica ediyorsunuz, reddediliyor. Tekrar iltica ediyorsunuz, tekrar reddediliyor ve bir süre sonra sizi gözaltına alıp sınır dışı etmeleri lazım. Sınır dışı etmiyorlar. Sizi tutukluyorlar.

-Niye sınır dışı etmiyorlar?

Japon yasaları 2023’e kadar buna cevaz vermiyordu. Japonya sınır dışı edeceği ilticacıların başına bir şey gelmesi durumunda onun sorumluluğunu almak istemediği için sınır dışı etmek yerine imza attırıyor ve kötü muameleyle kendi rızalarıyla gitmeye zorluyor sığınmacıları. Yani seni tutukluyor ağır koşullarda ve seni kendi rızana ülkene geri dönmeye zorluyor. Bunu reddedersen de seni sınır dışı etmiyor ‘karihomenli’ yapıyor.

-Bu ne türden bir denetimli serbestlik? Neyi yapabilirsin neyi yapamazsın, nereye kadar seyahat edebilirsin?

Seni belli bir şehre, belli bir bölgeye hapsediyor. Mesela Kürtleri Saitama vilayetine hapsediyor, onun dışına çıkamazlar. Seyahat özgürlüğü yok, çalışma hakkı yok, eğitim hakkı çok sınırlı. Mesela üç hafta önce bir Kürt çocuğu karihomenli olduğu için okuldan atıldı. Tabii Japonya’da medya ve kamuoyu bu konularda çok duyarlı. Kıyamet koptu, kıyamet kopunca da Japon devleti çocuğu okula geri almak zorunda kaldı. Tabii liseyi bitiren Kürt çocukların çoğu kendilerini kabul edecek üniversite bulamıyor.

Şu anda Japonya’da yaşayan 2000 Kürdün 700 kadarı karihomenli statüsüzlüğünde. 30 senedir orada olmalarına rağmen bu topluluk içinde bir tane Japon vatandaşlığı alabilmiş kimse yok. Az bir kısmı Japonlarla yaptıkları evlilik yoluyla oturma vizesi alabilmiş.

“30 senedir Japonya’da mülteci statüsü alabilen tek Kürt oldu”

-Evlilik de vatandaşlık sağlamıyor ‘karihomenli’ olanlara…

Hayır, vatandaş olamıyorsunuz, olunmuyor. Şu ana kadar yok yani öyle bir örnek. Evlenip, Japon kadından çocuğu olup defalarca vatandaşlık için başvurup alamayan insanlar var. Bugüne kadar mülteci statüsü alabilen ise tek bir Kürt var Japonya’da. Tek bir Kürt!

-Kimmiş o?

İsmi hiçbir zaman açıklanmadı. Ama Ağustos 2022'de Japonya Göç Hizmetleri Dairesi bir Kürt'ün mültecilik hakkının tanındığını açıkladı. Öğrendiğim kadarıyla o kişi Mahkan aşiretinden değil, Saitama’da yaşamıyor. Tabii, Türkiye Japonya’nın bir Kürde vatandaşlık vermesinden rahatsızlık duydu. Oradaki Kürtlere göre bu hareketle Japonya Türkiye’ye bir mesaj verdi. Türkiye’nin Ukrayna-Rusya savaşında “Rusya'ya karşı Ukrayna'nın yanında olmazsan biz de bunu kullanırız” demek istedi.

-Bu tür bir okuma çok fantastik değil mi İrfan? Yani bir NATO üyesi olan Türkiye’nin üzerinde transatlantik ittifakı üyelerinin kullanabileceği başka bir diplomatik araç yok ve Japonya’da tek bir Kürde vatandaşlık bile değil, mültecilik statüsü verilmesi üzerinden Ankara’ya gözdağı veriliyor?

Fantastik olabilir. Ama zaten bu benim kendi okumam değil oradaki Kürtlerin okumasını anlatıyorum. Bunu neden böyle okumaya meyilli olduklarına dönüp bakmak lazım. Çünkü eğer Türkiye bugüne kadar dönüp Japonya’ya “Kardeşim bu insanlara neden böyle ırkçı baskı yapıyorsunuz, bunlar benim vatandaşım” diyerek bir diplomatik mücadele verse bu muameleye maruz kalmazlardı. Bunu biliyorlar. Kendi vatandaşı oldukları devlet tarafından sahiplenilmediklerini biliyorlar. E zaten bu insanların Japonya'ya gitmiş olmalarının temel sebebi Türkiye'nin Kürt meselesi. Türkiye’nin Japonya’daki bir Büyükelçisi çıktı Japon medyasına “Bunlar ekonomik göçmen. Türkiye’nin bir Kürt meselesi yok” türünde demeçler verdi. Yani “Bunların Türkiye’de politik bir sorunu yok” demeye getirdi.

“Devlet Kürtler dillerini konuşamaz hale geldikçe Kürtlüklerinden vazgeçer sanıyor”

“Halbuki bu kimlik yarılması nedeniyle daha öfkeli hale geliyorlar”

-Buna şaşıramayız. Hükümetten talimatla iş yapan bir büyükelçi elbette bunu söyler. Onu bırak bugün “Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun” çıkışıyla hepimizi şok eden MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de hâlâ aynısını söylüyor; “Kürt sorunu yok” ya da “Kürt kardeşlerimizin bir sorunu yok.” Tabii bunu söylemekle her Kürdü potansiyel ‘terörist’ olarak kodlamak arasında bir fark var. Sen kitapta Japonya’da yaşayan bazı Kürtlerle yaptığın söyleşilere yer vermişsin ve onlar sana demiş ki “Türk istihbaratı bizim terörist olduğumuza dair bilgi akışı sağlıyor Japon makamlarına.”

Cansu, şu anda Türkiye'de terörist olmayan kaldı mı? Terörist olarak görülmen için sadece iktidarı sevmemen bile yeterli olabilir. Şimdi burada temel sorun, bir devletin dışarda yaşayan vatandaşlarını korumak yerine hedef alması. Bu insanların bir kısmı kendi devletine öfkelenebilir çünkü toprağını terk etmek zorunda kalmış, hayatı altüst olmuş. Bambaşka bir ülkeye sürüklenmiş, bambaşka bir ortam ve kültür, entegrasyon zorlu. Köyünden kalkıp dışarı çıkan bir insanın köyünden sonra ilk gördüğü yerin Tokyo olması inanılmaz bir şey. Bu insanlar eğer Kürt meselesi olmasaydı, yayla yasakları olmasaydı, tarım göçertilmeseydi, sürekli aşağılanmasalar niye topraklarını terk edip gitsinler?

Bak şu an hâlâ Türkiye’de olsun diasporada olsun Kürtlerin en hazmedemediği şey aşağılanmak. Sürekli aşağılanırken nasıl makbul vatandaş olsunlar? Mesela benim Yüksekova’nın bir köyünden kalkıp gelip üniversite bitirmiş olmam bir mucize. Ben 1980’lerde ilkokula başladığımda köyümüzde elektrik yoktu. Başka türlü açıklanamaz, mucize! Neden benim gibi insanlar belli bir eğitim seviyesine ulaşmak için bir mucizeye ihtiyaç duysun? Neden? Bu açık bir biçimde Türkiye'de Kürtlere karşı sistematik olarak sürdürülen bir tür apartheid sistemiyle ilgili. Kendi kimliğini sürekli reddetmeye dayalı eğitim sistemiyle ilgili. Şu anda mesela Kürt çocukları asimilasyonun bir sonucu olarak kendi ebeveynleriyle kendi dillerini konuşamaz hale geldiler. Dil asimile oldu. Devlet şöyle zannediyor; bu Kürtler dillerini unuturlarsa Kürtlükten vazgeçerler. Tam tersine, bu da bir kimlik yarılması olduğu için Kürtler dillerini konuşamaz hale geldikçe daha da öfkeli hale geliyorlar. İnsan dediğin kafasına vurularak yönetilebilir bir varlık değil.

Abdullah Öcalan

“40 yıl önce silahlı örgüt yoktu ama Kürt meselesi vardı”

“Kürt meselesi olduğu sürece Kürtlerin itirazı devam eder”

-Konu tam da bugüne bağlandı kendiliğinden. Malum neredeyse beş aydır Türkiye kamuoyu Bahçeli üzerinden başlatılan bir ‘Öcalan açılımı’nı konuşuyor. Hükümet cephesinden kimse ‘çözüm’, ‘barış’ gibi ifadeler kullanmadığı için bu daha ziyade bir ‘Öcalan açılımı’ gibi görünüyor bana. Nitekim bir yandan da Kürt siyasetine karşı adeta kılıçlar çekildi. CHP ile DEM Parti’nin Mart 2024 seçimleri üzerinden başlatılan soruşturmalar, atanan kayyımlar, tutuklamalar ortada…Yani görüntü tam da dediğin gibi; Kürtleri kafalarına vura vura üzerinde çalışılan şey her neyse ona ikna etmek.

Bence devletin en büyük yanılgısı, Kürtlerin geleneksel yöntemlerle artık bir itiraz unsuru olmaktan çıkarılabileceğine dair inanç. Devlet bu ezberinden vazgeçmiyor. Bu sadece bir ezber de değil, bu bir sistem, Türk-üstünlükçü bir sistem var. Bu sistem toplumun genelini zehirleyen de bir sistem. Mesela beş on sene öncesine kadar sosyal medyada Kürtlere karşı aşağılayıcı, ırkçı bir laf edilemezdi kolay kolay. Şu anda her gün yüzlerce, binlerce paylaşım yapılıyor Kürtlere karşı kin ve nefret kusan. Hem de bu paylaşımlar açık kimliklerden yapılıyor. Bunların hiçbirine cezai müeyyide uygulanmıyor. Benzer bir üslubu bir Kürt, Türklere karşı kullansa hemen hapsi boylar. Bunu savunmuyorum zaten. Nefretin kapısı herkes için kapatılmalı. Ama şu anda devletten topluma uzanan bir anti-Kürt söylemin ne kadar egemen hale geldiğini anlatmaya çalışıyorum. Kürtlerin onurlarını zedeleyen, duygularını tahrip eden, devletle, toplumla ilişkilerini zedeleyen yıpratıcı bir sistem bu. Ve bu sistem değişmediği sürece de devlet istediği kadar baskı yöntemleri uygulasın bu sorun devam eder. 40 yıl öncesinde bir silahlı örgüt yoktu ama Kürt meselesi vardı. Kürt meselesi olduğu sürece de Kürtlerin itirazı da devam eder.

“İşin ne kadar tehlikeli noktalara gidebileceğini bir Öcalan görüyor bir de Bahçeli”

-Abdullah Öcalan bunu bilmiyor mu ya da son zamanlarda yükseldiğini savunduğun anti-Kürt retoriğin farkında değil mi?

Öcalan tabii bunu görüyor. Zaten bence siyasi aktörler arasında bunu en iyi gören Öcalan. Bu yüzden de “Bu iş çok tehlikeli noktalara gider” diyor. Öcalan bunu daha önce de söylemişti ama şu anda da çok daha net söylüyor. Siyasi aktörler arasında bu işin nerelere varabileceğini gören bir de Bahçeli bence. Onun anksiyetesinin de kendi açısından çok rasyonel temelleri var. Sonuçta Türk milliyetçiliğinin taşıyıcı liderlerinden biri olarak Devlet Bahçeli açısından önemli olan Türk'ü korumak ve Türk milletini muhafaza etmek. Ve Bahçeli artık bunun yolunun artık anti-Kürt siyasette olmadığını görüyor. Yani Bahçeli, “Kürtlere haklarını verelim, Kürtler özgürleşsin” noktasında değil ama Türkleri ve Türk milletini korumanın yolunun Kürtlerle barıştan geçtiğini düşünüyor. Geldiği nokta bu.

-Peki Bahçeli’nin geldiği bu nokta Kürtlere hakiki bir şey vaat ediyor mu?

Bahçeli'nin geldiği nokta Kürtlere bir şey belki vaat etmiyor olabilir ama Kürtlerle çatışmanın Türklere bir şey kazandırmayacağı, tam tersine kaybettireceği noktasına gelmiş olması önemli. Kürtler zaten en başından beri bunu savunageldi zaten; “Bizi dövmeye devam ettikçe kazanmayacaksınız.

“Erdoğan’ın toplumu çözüme ikna etmek gibi bir hedefi ve arzusu yok”

-Devlet Bahçeli samimiyetle bu noktaya geldi diye varsayarak devam edelim. Nihai kararı verecek olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu denklemin neresinde duruyor?

Erdoğan meseleye Bahçeli gibi bakmıyor, daha çok kendi iktidarı nazarından bakıyor. Unutma ki Erdoğan daha büyük harplere girişmeyi göze alan bir lider. Yani Ortadoğu'da da içeride de bu şekilde genişleyebileceğini düşünüyor. Erdoğan'ın toplumsal barışı sağlamak, Türkiye toplumunu çözüm sürecine ikna etmek falan gibi bir hedefi ve arzusu yok ki. O yüzden kayyum atanması, baskıların sürmesi gayet olağan.

“Anlaşılan PKK yeni sürece hazır, sürecin önündeki engel iktidarın kendisi”

“Bu süreç Bahçeli’nin A planı, Erdoğan’ın ise B planı”

-Abdullah Zeydan’ın görevden alınarak Van Belediyesi’ne kayyım atandığı gün PKK’dan Öcalan’ın mektubunun kendilerine ulaştığını teyit eden bir açıklama geldi. Tabii PKK konseyinin açıklamayı ne zaman kaleme aldığını vesaire bilemeyiz. Ben medyaya yansıyan akış üzerinden hatırlatıyorum. Açıklamadan alıntı yapacağım. “Öyle anlaşılıyor ki, çok ciddi bir karşıtlık ve darbesel bir müdahale olmazsa Önder Apo tarafından yeni bir süreç, herkes için bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci başlatılacaktır.” PKK açıklaması bu süreçte Öcalan’a bir anlamda açık çek gibi görünüyor. Ama bir de ‘darbesel müdahale olmazsa’ vurgusu var ki memleketin askeri darbeler geçmişi olduğu için biraz kafa karıştırabilir bu vurgu. 15 Temmuz gibi bir olay da var yakın tarihimizde. PKK’nın kastettiği ‘darbesel’ bu tür bir şey mi?

Yok ben bu tarz bir şey olduğunu düşünmüyorum. Mesela Van'daki kayyum atamasını kastetmiş olabilirler yahut başka bir müdahaleyi. Ama anlaşılan PKK yeni sürece hazır. Belki silah bırakmaya da hazır. Ama bence şu anda sürecin önündeki ana engel iktidarın kendisi. Yani süreç ilerleyebilir ama iktidar bu süreci ilerletmiyor çünkü kendisinin başka planları var. İktidar bu işi başka yöntemlerle görmek istiyor. Bu süreç Devlet Bahçeli'nin A planı iken Erdoğan'ın B planı aslında. Erdoğan'ın A planı başka.

“Erdoğan’ın daha otoriter ve kuşatıcı bir A planı var, asıl arzusu Suriye’ye kara operasyonu”

-Erdoğan’ın A planı nedir o zaman sence? Mesela Suriye’de Fırat’ın doğusuna geniş çaplı bir kara harekâtı düzenlemeye Trump’ı ikna etmek mi ya da ikna edemese bile bu harekâtı yine de düzenlemek mi?

Suriye'deki Kürtlerin herhangi bir kazanım elde etmeyeceği, kendisinin Suriye'deki aktörleri domine edebileceği, ülke içinde de mutlak iktidarını sağlayıp muhalefeti bertaraf edebileceği daha otoriter ve kuşatıcı bir plan. Bence Erdoğan'ın A planı bu. Eğer uluslararası veya bölgesel dengeler dolayısıyla A planını başarması mümkün olmaz ise işte o zaman kendisi için B planı olan ama Bahçeli için A planı olan bu sürece meyledebilir. Bana kalırsa, Bahçeli Erdoğan’ın A planının çok riskli olabileceğini düşünüyor-ki bunu bir biçimde ifade de etti kendisi. Ne dedi? “Eğer bu iş başarılı olmazsa korkunç bir kaos ve çatışma zeminine gidilebilir” dedi. Çünkü Trump’ın İsrail ile münasebetleri ve bölgesel dinamikler nedeniyle Erdoğan’ın A planı işlemeyebilir. Soruna döneyim, evet Erdoğan’ın arzu ettiği esas şey Suriye’deki Kürtleri bir kara operasyonuyla ya da başka bir dinamikle bertaraf etmek.

“Şu anda biz Türkiye’de PKK’nın ortaya çıktığı 1980’lerin ortamını yaşıyoruz”

-Bence Türkiye toplumunun tümü için acıklı olan şey bir toplumsal barış meselesini iki üç adamın siyasi kariyerleri ya da yaşam hikayeleri üzerinden konuşuyor olmamız. Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan diyoruz…Sen Kürt toplumunun içinde yaşayan, sahada çok iyi nabız tutan, sık seyahat eden bir gazetecisin. Şu aralar hükümet kanallarında açıktan “Kandil Öcalan’ı dinler mi?” ya da “Rojava Öcalan’ı dinler mi?” tartışmaları yapılıyor. Ama kimse “Kürtlerin Z jenerasyonu bu siyasi gelişmeleri nasıl izliyor?” ya da “Öcalan genç Kürtlere dokunabilecek bir pozisyon alabilir mi?” sorusunu sormuyor. Sonuçta 2014’teki Kobani olayları sırasında en radikal tutum sergileyenler gençlerdi. Şimdi sen Erdoğan’ın daha otoriter bir A planı olduğunu söylediğine göre, belki de aslında barış yerine başka şeyler konuşmak zorunda kalacağımız riski bir döneme giriyor olabilir miyiz?

Bence risk faktörü çok yüksek. Belki kısa vadede değil ama uzun vadede çok yüksek. Bana göre bu Türk üstünlükçü arzu ve sistem daha fazla devam edemez. Türkiye'de şu anda biz PKK'nin ortaya çıktığı 1980'lerin ortamını yaşıyoruz. Bu açıdan hiçbir ilerleme yok. Öngörülere veya mevcut durumu değerlendirmeye icazet veren bir sistemde değiliz.

“Soruna cevap veremiyorum çünkü otosansürle konuşuyorum”

-“Mevcut durumu değerlendirmeye icazet veren bir sistemde değiliz” ne demek? Soruma cevap vermedin.

Evet, senin soruna cevap vermiyorum. Her şeyi konuşamıyoruz. Düşünceyi ifade hürriyeti olmadığı için ben şu anda seninle tamamen otosansürle konuşuyorum. Çünkü üzerinde kafa yorabileceğim ihtimaller ve belirtiler ifade hürriyeti olmadığı için söylenemez, yazılamaz.

-Sen bile bunu söylüyorsan…’sen bile’ diyorum çünkü sen hiçbir zaman elini tutmamış, her dönemde en zor haberleri, en zor yazıları kaleme almış meslektaşlarımdan birisin, hem de kimliğin üzerinden hedef alınma pahasına. 2010 yılında Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yargılandın ve ceza aldın. Konu yine bugün konuştuğumuz şeylere benzer bir haberdi. AKP’nin 2009’daki Kürt açılımı sırasında bazı PKK yöneticileriyle konuşup görüşlerini aktaran bir yazı yazmıştın.

O makalede de bir iki örgüt mensubunun da beyanlarını yazmıştım. O dönem zannediyorum Fethullahçı bir savcının açtığı bir soruşturmaydı. Davaya dönüştü ve örgüt propagandasından yargılandım. O dönem bu o kadar şok ediciydi ki Türkiye'de en sağcısından en solcusuna herkes ayağa kalktı. Yüzlerce yazı yazıldı. İnsanlar şok oldu.

Erdoğan ve Bahçeli

“Bugün benim yargılandığım 2010 yılından çok daha gerideyiz”

-Bugün her hafta benzer gerekçelerle insanlar gözaltına alınıyor, hatta henüz yargılama olmadan tutuklama oluyor.

Biz şu anda artık 2010 senesinden çok daha gerideyiz. Çok daha gerideyiz. Türkiye'de biz gazeteciler ancak çok yoğun bir otosansürle yargı kıskacından sıyrılmaya çalışıyoruz. Bu bile yetmiyor. Çünkü artık gazetecilik fiilen yasak. Türkiye'nin en değerli akademisyenleri Türkiye toplumuna toplumun nereye gittiğine dair analizlerini ifade edemiyorlar. Yani toplumu değerlendirmek bile yasak, korkuyorlar. Sana sorayım; röportaj talebinde bulunduğun kaç kişi ‘hayır’ diyor. Ben çok yaşıyorum.

“Bugün konuşulan şeyi biz 1999’da yaşadık, PKK kendini lağvetti, KADEK oldu; Türkiye kulağının üzerine yattı, aynı yere döndük”

-Çok kişi ‘hayır’ diyor, çok kişi. Üzerine de gidemiyorsun insanların. Her yazıda, her mülakatta aldığımız riskler ortadayken çok da ısrarcı olmuyorum şahsen. Sana da bugün ‘analizlerini sansürsüz paylaş’ diye ısrarcı olmayacağım.

Bir sürü şey söyleyemiyorum ama şunu söyleyeyim. Devlet PKK'siz bir Türkiye'ye ne kadar hazır? Bence bu soruyu sormak gerek. Biz bugün konuşulan şeyi yaşadık. 1999’da Öcalan tutuklanıp Türkiye’ye getirildiğinde örgütünü Türkiye dışına çıkarttı. PKK kendini lağvedip KADEK oldu. Ve Türkiye kulağının üstüne yattı. Ama o süreçte Kürt sorununu çözmek için hiçbir şey yapılmadı. Sonuçta tekrar aynı şeye geri döndük.

“Türkiye’deki Kürtler Rojava’ya yangından kurtarılmış çocukları gibi baktılar”

-Muhalif yorumcuların çoğunda da şöyle bir ruh hali var gördüğüm kadarıyla: “Kürtler bir şey almadan mı ömür boyu başkanlığı hediye edecek? Erdoğan onlara kapalı kapılar arkasında kesin bir şeyler veriyor.”

Kürtler bir şey almak filan istemiyor. Kürtler sadece ve sadece ellerinden alınan en temel haklarını talep ediyorlar, ilave bir şey istemiyorlar. Sürekli dilleri yasaklanarak kültürleri engellenerek terörist olarak yaftalanarak yaşamak istemiyorlar o kadar. Kürtlerin özerklik talebi de tamamen kendilerini koruma altına alma refleksi. Gerçekten demokratik, özgürlükçü, herkesin kendi dilini ve kültürünü eşit bir biçimde yaşadığı bir sistemde kimsenin özerkliğe de ihtiyacı yok. Ama devamlı ayrımcılığa uğradıkları ve dışlandıkları için kendilerini dışlanmadan koruyacakları bir mekanizma istiyorlar. Suriye’de de özerklik talebi böyle çıktı, Irak’ta da…Mesela Irak’ta Kürtler bunu Saddam'ın büyük katliamlarından sonra istediler. Ve isteme sebepleri de toprak almak falan değildi, haklarına kavuşmaktı.

Kürtler, Irak'taki Kürt bölgesine de Rojava'ya da yangından kurtarılmış çocukları gibi baktılar. Irak'taki Kürtlerin yaşadığı zulmü ben çocukluğumda doğrudan gördüm. Bizim aşiretimizin yarısı Yüksekova’da yarısı Duhok tarafındaydı. Halepçe soykırımından kaçan Kürtlerin Çukurca'ya sığındığı zamanlarda bizim evde nasıl bir matem havası olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Dedem ve babam Kürtlerin Saddam’dan da Hafız Esad’dan ne çektiğini çok iyi biliyordu. Bu insanların bu zulümden ve zalimlerden kurtulup kendilerini muhafaza edebilecekleri bir sisteme sahip olmalarının Kürtlerde yarattığı temel duygu buydu; yangından çocuklarını kurtarmış gibi hissetiler. Bu duyguyu çok iyi anlamak gerekiyor.

“Devlet Suriye’deki asıl tehlikeyi dikkate almıyor”

-Yeni dönemde Türkiye’nin de baskısıyla PYD/YPG lağvedilirse bunun Türkiyeli Kürtlerdeki karşılığı ne olur?

Şimdi siz tutup uluslararası bir ittifakla, Trump'la, Netanyahu'yla, El Şara'yla anlaşıp oradaki Kürtlerin kendilerini muhafazaya aldıkları yapıyı ortadan kaldırır, onları tekrar göç yollarına sürer ve tekrar bir trajedi yaratırsanız -ki Türkiye'nin böyle bir kabiliyeti var- bunun burada derin etkileri olur. Bunun Türkiye toplumunda yaratacağı negatif etki, Irak'ta ya da Suriye'de bağımsız bir Kürdistan'ın oluşmasının yaratacağı etkiden çok daha derin olur. Devlet hep şunu düşünüyor; “Suriye’deki Kürtler bağımsızlaşırsa bize kötü yansır.” Ama şunu hiç sormuyor; “Ben oradaki Kürtlerin kazanımlarını yok edersem bu Türkiye'deki Kürtlere nasıl yansır?” Bunun yaratacağı tehlikeleri hiç dikkate almıyor.

“Son baskılar yeni kuşak Kürtlerde ciddi bir milliyetçi dalgaya sebep oluyor, Ahmet Türk’ün dediği yakında gerçek olabilir”

-Bu bölünme miti üzerinden Türk siyasetçilerin diline pelesenk ettiği bir şey var; “İstanbul dünyanın en büyük Kürt şehri, Türkiye’deki Kürtler burayı bırakıp bir yere gitmez.” Bunu yeni popüler söylem olarak görüyoruz.

Ben öyle düşünmüyorum. Ben devletin bu baskılarının yeni kuşakta giderek çok ciddi bir milliyetçi dalgaya sebebiyet verdiğini düşünüyorum. Ahmet Türk'e atfedilen o sözün yakında gerçek olabileceğini görüyorum. “Biz bu meseleyi konuşarak çözebilecek son kuşağız” sözünün. O cümleyi kuran ister Ahmet Türk olsun ister Öcalan…sonuçta bir kuşaktan bahsediyoruz. Ben Türkiye'nin muhtelif bölgelerindeki Kürtlerle konuşuyorum. Hayatımda hiç bu kadar öfkeli bir kesim görmemiştim. Ve bu kesim sadece iktidara değil, DEM Parti’ye de öfkeli. ‘Halkların kardeşliği’ söylemine de öfkeli.

“DEM Parti’ye de ‘halkların kardeşliği’ sloganına da öfke var”

-DEM Parti’ye öfke anlaşılabilir dehalkların kardeşliği’ söylemine neden öfkeliler?

Biz kardeş olamayız. Bizim ayrılmamız lazım. Bu kadar horlandığımız, aşağılandığımız bir sistemde nerede halkların kardeşliği?” diyorlar. Eskiden Kürtlerin en büyük sloganı buydu, şu anda o slogan demode olmuş durumda. Kürtler kardeşlikten vazgeçtiği için kızgın değiller o slogana, o sloganın hakkını verecek hiçbir şey yapılmadığı için kızgınlar.

“Öcalan kendi liderliği açısından büyük risk alıyor”

-Kürt siyasi hareketinin ürettiği ve etrafında milyonları toplamayı başarmış olan o slogan bile artık Kürtlerin nefret objesine dönüşmekteyse, bu siyasi ortamda iktidarla birlikte yeni bir dönemin kapılarını açma çağrısı yapacaksa o genç Kürtler Öcalan’a öfkelenmezler mi?

Öcalan bu açıdan, kendi liderliği açısından büyük bir risk alıyor. Ama gördüğüm Öcalan bu riski göze alıyor. Belki de bu tepkilere rağmen “Kürtlerin özgürlüğü ve güvenliği için bu paradigmada ilerlemeliyiz” diyecek. Ne diyeceğini göreceğiz. Ama evet bu büyük bir risk. Bahçeli de büyük bir risk aldı bu açıdan. Ama bana kalırsa bu yaşa gelmiş ve ‘asla uzlaşmaz’ denilen bu iki lider de aynı tehlikeye işaret ediyorsa durup bir kulak vermek gerekiyor. Burada herkese görev düşüyor. Tabii bu tehlikeye asıl kulak vermesi gereken iktidar. Eğer bu süreci basit bir siyasi hamle olarak kullanıp bir sonraki seçimleri kazanmak gibi kısa vadeli siyasi hedefler için kullanırlarsa tam da Öcalan ve Bahçeli’nin işaret ettiği riskli alana girilir.

“İktidar öfkeli Kürtleri HÜDA-PAR üzerinden manipüle edebileceğini düşündü ama sahadaki gerçeklik bu değil”

-Peki devlet bu riskin farkında değil mi, yani Kürtlerin yeni neslinde büyümüş olan bu öfkenin?

Bence farkında.

-Farkında ama “Ben nasılsa o öfkeyi güç kullanarak ezer ehlileştiririm” diye mi bakıyor o zaman?

Hayır, devletin planı şuydu; bu kitleleri bir şekilde İslamcı ve milliyetçi Kürt partisi HÜDA-PAR’a yönlendirebileceğini tasarladı -ki Süleyman Soylu HÜDA-PAR ile ilişkilerini bu şekilde açıklamıştı. “Bu bir devlet projesidir, 10 yıl sonra bunun kıymeti görülecek” diyordu. Fakat bu öfkeli kitle, HÜDA-PAR’a da öfkeli, DEM Parti’ye de devlete de…herkese öfkeli. Hizbini ya da partisini bulmuş değil henüz. Devlet bu kitleyi manipüle edebileceğini düşündü. Ama sahadaki gerçeklik böyle gitmiyor.

Devletin içinde bir diğer kanat da teknolojiye, iletişim devrimine güveniyor. “Yeni nesiller Kürtçe bile konuşmuyor, bunlar bir süre sonra eriyip gidecekler” gibi bir hayalin peşinde koşanlar da var yani. Ama Kürtler, Kürtçeyi daha az konuşunca ya da yeni nesiller Kürtçe konuşmayınca Kürtlükten vazgeçmiş olmuyorlar.

“Acaba iktidar Öcalan’ın mesajının olduğu gibi yayınlanmasına müsaade edecek mi?”

-Kişisel tahminlerini alayım bitirelim. Sence Öcalan’ın, görüntülü olacağı söylenen mesajında tam olarak MİT’in kendisine tebliğ ettiği çerçevede bir çağrı mı yapacak?

Şimdi tabii bunu bilemeyiz ama Öcalan bu konuya büyük bir mücadele alanı olarak bakıyor ve o mücadeleye girişmek istiyor belki de. Ama ben şu son günlerdeki gelişmelere bakınca bir şüpheye kapılıyorum. Gidişat o hale geldi ki “Acaba iktidar Öcalan'ın mesajının olduğu gibi yayınlanmasına müsaade edecek mi?” diye sorgulamaya başladım. Yani bu bile bir soru işaretine dönüştü mevcut şartlar altında.

-Öcalan’ın mesajı rafa kaldırılabilir de…öyle mi sence?

Tekrar tecrit uygulanır ve heyetin gitmesi engellenirse bundan kuşku duymaya başlayabiliriz. Bence şu anda süreç, pamuk ipliğine bağlı. Çünkü dediğim gibi bu zaten Erdoğan’ın A planı değil, Devlet Bahçeli’nin A planı.

Cansu Çamlıbel kimdir?

Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005- 2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015- 2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017- Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı. 
Lulu'nun annesidir.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Prof. Dr. Adem Sözüer: Osman Kavala da Can Atalay da cezaevinden kaçsalar 'meşru savunma' olur; Ayşe Barım'a olan değil olmayan kanun uygulanıyor!

"Diyelim ki Kavala'yı üç kişi silah zoruyla kaçırmış bir yere kapatmış, Kavala’nın o kişilerin elinden kaçması nasıl kendini kurtarma ve meşru savunma sayılacaksa, haksız yere tutulduğu cezaevinden kaçsa da aynı şekilde meşrudur. Peki bu benim yorumum mu? Hayır, AİHM iki kez karar vermiş, bu kişiyi serbest bırakman lazım. Serbest bırakmadığın zaman Ceza Kanunu'ndaki ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçu oluyor. Kavala ve arkadaşları şu an bu suçun mağduru olarak cezaevinde..."

L'État, c'est moi; ‘Ben devletim’ virüsünün süper bulaştırıcıları

1996’dan bugüne üç ayrı dönemde seçilerek toplamda 18 seneyle İsrail tarihin ‘en uzun görevde kalan en sağcı hükümetini kuran başbakanı’ sıfatına haiz Bibi, ‘devletin bekası’ diye yırtınmasına rağmen toplumsal muhalefetin sesini kısamadı. Netenyahu ya da koalisyonundaki faşistler toplumsal muhalefeti örgütleyenleri bizde olduğu gibi “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim!” diye açıktan tehdit de edemedi

Prof. Ayşe Buğra: AİHM sistemi de Avrupa Konseyi de bu çaresiz görüntüyle zarar gördü; TÜSİAD korktu, herkes susuyor, çok acıklı...

"Hele bizim içinde olduğumuz durumu düşününce, böyle bir ortamda kimsenin çok cesur davranabileceğini düşünmüyorum bugün. Arada bir şeyler söylediler ama genellikle herkes susuyor. Sadece TÜSİAD değil, sanat kültür kuruluşları da. Buna girmek istemiyorum çünkü bu çok acıklı bir konu. Ama önemli de bir konu..."

"
"