10 Şubat 2025

Prof. Dr. Adem Sözüer: Osman Kavala da Can Atalay da cezaevinden kaçsalar 'meşru savunma' olur; Ayşe Barım'a olan değil olmayan kanun uygulanıyor!

"Diyelim ki Kavala'yı üç kişi silah zoruyla kaçırmış bir yere kapatmış, Kavala’nın o kişilerin elinden kaçması nasıl kendini kurtarma ve meşru savunma sayılacaksa, haksız yere tutulduğu cezaevinden kaçsa da aynı şekilde meşrudur. Peki bu benim yorumum mu? Hayır, AİHM iki kez karar vermiş, bu kişiyi serbest bırakman lazım. Serbest bırakmadığın zaman Ceza Kanunu'ndaki ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçu oluyor. Kavala ve arkadaşları şu an bu suçun mağduru olarak cezaevinde..."

Son zamanlarda ne çok ‘hukuk’ konuşuyoruz değil mi? Konuştuğumuz şeyler hakikaten hukukla ilgili mi, değilse aslında neyi konuşuyoruz? Gözaltı ve tutuklamalara gerekçe gösterilerek iddinamalere yazılan kanunları sıradan yurttaş gözüyle okumak bile gündemdeki pek çok davada ‘bir tuhaflık’ olduğunu anlamamız için yeterli. Ancak meseleyi ömrünü hukukuka vermiş gerçek bilenlere sormak, sormaktan ve sorgulamaktan asla vazgeçmemek bu hassas dönemde yapılabilecek tek anlamlı şey heralde. 

Prof. Dr. Adem Sözüer, Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Hukuku denince Türkiye’de on yıllardır ilk akla gelen isimlerden biri. Nitekim ilk dönemlerinde, ‘yargı reformu’ diye bir gündemleri hakikaten varken Adalet ve Kalkınma Partisi için de Adem Sözüer, kıymetli bir adresti. Ceza hukuku profesörü Sözüer, 2004’te hazırlanan yeni Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanunu'nun beyin takımındaydı. TBMM Adalet Komisyonu ve Adalet Bakanlığındaki birçok komisyonda görev yaptı. O dönemde yapımına katkıda bulunduğu bazı diğer kritik yasaları da hatırlatayım;

Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun, Kabahatler Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu, Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, Terörizmin Finansmanının Önlenmesi Hakkında Kanun Tasarısı Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun Tasarısı. 

Türkiye gündemini meşgul eden ne kadar sıkıntılı dava varsa Adem Sözüer’in ‘çok içerden söylenecek’ lafı var. Ancak o bu kadar çok konuşacak şeyi olmasından memnun değil, bir ülkede ceza hukukunun bu kadar çok konuşulmasının hayra alamet olmadığını savunuyor. Zaten ona göre konuştuğumuz şeyler ‘hukukla’ değil ‘hukukdışılıkla’ ilgili. İçinden siyasetçilerin, belediye başkanlarının, parti başkanlarının, gazetecilerin, sivil toplumcuların ve hatta oyuncuların geçtiği davaları değerlendirirken Sovyetler'de Stalin döneminin meşhur Moskova Mahkemeleri’ne gönderme yapıyor. ‘Tünel bakışlı’ dediği bu davaların hepsinde trenin sonuçta kimin üzerinden geçeceğinin en başından belli olduğunu söylüyor. 

Yakın zamanda İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik ‘ahmak davası’nda savunma ekibine destek olarak bilimsel mütalaa sunan Sözüer, Erdoğan’a siyasi yasak getirildiği dönemde de benzer bir tavır almıştı. O süreci şöyle anlatıyor: 

“Şimdiki Cumhurbaşkanı halkı kin düşmanlığa tahrik suçundan mahkûm edilmiş ve siyasi yasak getirilmişti. Daha sonra basın davaları ve ifade özgürlüğü ile ilgili bir af kanunu çıktı. Hasan Celal Güzel bu aftan yararlandırıldı partisine geri döndü. Ama Anayasa Mahkemesi Recep Tayyip Erdoğan'ı o aftan yararlandırmadı ve siyasi yasağı devam etti. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bir sunum yaptım aftan Erdoğan’ın da yararlanması ve siyasi yasağın kalkması gerektiğine dair.”

Yine o dönemde Sözüer, Kanal 7 ekranlarında 28 Şubat uygulamalarına karşı görüşlerini sert bir biçimde dile getirebilen hukukçulardan biri oluyor. 28 Şubat’ın önemli figürlerinden Kemal Alemdaroğlu o sırada kendisinin henüz yardımcı doçent sıfatıyla görev yaptığı İstanbul Üniversitesi’nin rektörü. Ona rağmen konuşabiliyor, konuşuyor, kimse de akademik unvanlarını almasına engel olmuyor. Bugün ise pek çoğumuz gibi sosyal medyada bir mesaj paylaşırken dahi hepimiz gibi kırk kez düşünüyor!

Prof. Dr. Adem Sözüer ile Cansu Çamlıbel

“Ceza hukukunun kötüye kullanılması Türkiye’de siyaseti dizayn etmenin bir yöntemidir”

-Son tutuklama ve gözaltı dalgalarına bakınca, adeta ‘hukuk’tan başka bir konuşmuyoruz memlekette. Siyasi parti başkanları, belediye başkanları, gazeteciler, bir oyuncu menajeri, oyuncular…saymaktan yoruluyoruz. Son birkaç ayda hızlanan bu ‘yargı eliyle muhalif sindirme’ kampanyasının hukukta bir karşılığı var mı yoksa biz aslında sadece siyaset mi konuşuyoruz?

Bu aslında Türkiye’de yeni bir şey değil. Ceza Hukuku'nun kötüye kullanılması, Türkiye'de siyasal iktidarı değiştirmenin, siyasi rakipleri tasfiye etmenin veya siyaseti dizayn etmenin bir yöntemidir. Çok daha eskiye gidebiliriz ama yakın dönemden örnekler verelim; Ergenekon davaları, askeri casusluk davaları, bir anlamda Fenerbahçe davası, 17-25 Aralık operasyonu, dönemin Genelkurmay Başkanı ve çok sayıda komutanın ‘terör örgütü kurucusu’ diye tutuklanması, MİT Müsteşarına operasyon gibi pek çok olayda ceza hukuku araçları amaç dışı kullanılmıştır. Bu davaların hiçbirinde hiçbir şey yoktu, bunu demiyorum. Ama o davalarda asıl amaç adaleti sağlamak gerçeği ortaya çıkarmak değildi. Ceza hukuku araçları kumpaslar yoluyla siyasette veya bürokraside tasfiye yapmak ya mevcut iktidarın yerine yeni bir iktidar getirmek için ya da mevcut iktidarın devamını sağlamak için kullanıldı.

-İki seçilmiş milletvekilinin -Enis Berberoğlu ve Can Atalay- davaları da ‘ceza hukukun kötüye kullanılması’ dediğiniz yöntemin şahikası oldu heralde. Can Atalay’ın derhal serbest bırakılması yönündeki AYM kararı siyasal iktidar tarafından kaale alınmadı.

Evet. Başka örnekler de verebiliriz. Gezi davası da yine siyasal amaçlı olarak Ceza Hukuku'nun kötüye kullanılmasının bir işaretidir.

-Bu davaların hepsinde ceza hukuku araçlarının kötüye kullanıldığına ilişkin tespitinizin dayanağı nedir?

Gayet basit. Çünkü ya Anayasa Mahkemesi ya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi demiş ki “Burada adil yargılama yapılmamıştır.”

‘Anayasa Mahkemesi fiilen kapatıldı’

-Şu aralar AİHM’in ‘umut hakkı’ndan falan bahsederek barış güvercinliğine soyunan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, daha bundan birkaç sene evvel Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını istiyordu, hem de mahkemenin HDP’nin kapatılmasına ilişkin davadaki tutumu nedeniyle. Tam cümlesi şuydu Bahçeli’nin: “HDP'nin kapatılması kadar Anayasa Mahkemesi'nin de kapanması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır.”

Hukuken kapatılmadı ama fiilen kapatıldı gibi.

-Ne demek istiyorsunuz?

Anayasa Mahkemesi’ni nasıl kapatırsınız?  Çıkarırsınız anayasadan, ‘kapattık’ dersiniz. Diğer bir kapatma yolu da işlevsiz bırakmaktır. Şu anda Anayasa Mahkemesi büyük ölçüde işlevsiz bırakılmıştır. Kararları uygulanmadı, uygulanmıyor. Yanlış anlaşılmasın, sadece Can Atalay kararı değil, ondan önce de pek çok kararları uygulanmadı. Sadece bireysel başvuruyla ilgili kararları değil, kanunlarla ilgili iptal kararlarının gereği de yerine getirilmiyor. AYM bir kanunu iptal ediyor, ama iktidar iptal edilen kanunu yine kanunlaştırıyor.

-Can Atalay kararını hukuk teamüllerinin ihlali açısından özel bir yere koyan şey nedir?

Anayasa Mahkemesi iki kez ihlal kararı verdi, ikisi de uygulanmadı. Ama daha önce görülmemiş bir şey daha yapıldı. Anayasa Mahkemesi bu kararı verdiği için hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Kim bulundu? Yargıtay Üçüncü Ceza Dairesi’nin o zamanki üyeleri. Yani olay biraz önce verdiğiniz örnekte olduğu gibi sadece bir siyasetçinin açıklamasıyla kalmadı. Yargıtay'da bir daire resmen suç duyurusunda bulundu. Buna paralel olarak da hükümete yakın medya AYM üyelerini bir terör örgütünün üyeleri gibi gösterdi. Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurudaki ihlal kararlarını uygulamıyorsunuz. İptal ettiği kanunların gereğini yapmıyorsunuz. Bütün bunlar, Anayasa Mahkemesi’ni aslında fiilen işlevsiz hale getirme girişimidir. Üstüne üstlük bir de AYM üyeleri hakkında terörle bağlantılı suç duyurularında bulunuyorsunuz. O da yetmiyor, üzerine hem en tepe noktadaki siyasetçiler hem de medya bu insanları hedef gösteriyor. Bu AYM üyeleri de insandır değil mi yani!

“AYM üyelerine yapılan ayar vermenin çok ötesinde bir şey”

-Bu kadar ayar vermenin kararlara olası etkisine getirmeye çalışıyorsunuz sanırım konuyu…

‘Ayar vermek’ lafı yapılanın yanında çok hafif kalır, yapılan ayar vermenin çok ötesinde. Şu anda Anayasa Mahkemesi köşeye sıkıştırılmış vaziyette. Üstelik de bu Anayasa Mahkemesi üyelerini bu şekilde hedefe koyanlar kendileri seçmiştir.

“Türkiye’deki garabetler Amerika ile karşılaştırılamaz”

“Orada kimse yüksek mahkeme kararı uygulamama gibi bir şeye teşebbüs edemedi henüz”

-Şimdi tabii zamanın ruhu da Türkiye’de anayasa ve yüksek mahkeme tanımayan bir iktidarın umursamazlığını arttıran bir faktör oluyor sanırım. Mesela ABD’de yeniden başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, ayağının tozuyla Amerikan Anayasası'nın 14. Maddesinin garanti altın aldığı ‘doğduğu yer ABD olana vatandaşlık’ uygulamasına son vermek için bir başkanlık kararnamesi imzaladı.

Ama federal bir hâkim o kararın yürütmesini durdurdu. Ayrıca Trump, Yüksek Mahkeme bir karar verdiği zaman ‘uygulamam’ diyemiyor. Amerika'daki garabetler Türkiye ile karşılaştırılmaz. Amerika'daki hukuk treni de bazen yanlış yöne gidiyor ama orada hala ‘kırmızı çizgiler’ var. Kimse Yüksek Mahkeme’nin kararını uygulamama gibi bir şeye teşebbüs edemedi henüz. Bizde ise ise hukuk treni tamamıyla raydan çıkıp devrilmiştir. AYM hakkında suç duyurusunda bulunulan bir ülke Türkiye. Dolayısıyla Türkiye'deki durum, herhangi bir olağan ülkedeki anormalliklerle karşılaştırılabilir değildir.

“HSK’daki gücünüzü kullanarak yargıyı emir komuta zinciri düzenine getirmişseniz Anayasa askıdadır”

-Biraz önce AYM’nin Can Atalay kararından sonra yapılanlarla aslında fiilen kapatıldığını, işlevsiz hale getirildiğini anlattınız. Peki, şu an Türkiye’de anayasa askıda mıdır?

Eğer Anayasa'yı uygulamıyorsanız, bu durumu nasıl tanımlayacaksınız? Elbette ki askıdadır. Eğer anayasada yazıyorsa ki “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme, herkesi bağlar” ama siyasi iktidar “beni bağlamaz” diyorsa, anayasa o bağlamda askıdadır. Eğer siz siyasi iktidar olarak HSK’daki gücünüzü kullanarak yargıyı, belli davalarda bir emir komuta zinciri içinde bir düzene getirmişseniz anayasadaki yargı bağımsızlığı askıdadır. Anayasanın askıda olmasının daha pek çok örneği var bugün; ifade ve basın özgürlüklerinin, RTÜK yaptırımlarıyla, haksız gözaltı ve tutuklamalarla açık ve ağır şekilde ihlali de anayasadaki hak ve özgürlüklerin askıda olduğunun diğer göstergeleri. Bugün Türkiye’de bireysel özgürlükleri garanti altına alan mekanizmaların hemen hiçbiri etkin değil. Anayasa Mahkemesi ve AİHM sistemleri gibi yargısal mekanizmalar veya parlamentoda hesap sorma ya da denetleme yolları işlemiyor. Oysa bunlar siyasi iktidarların “yoldan çıkması” durumunda onun gücünü sınırlayacak mekanizmalardır. Antik Yunan demokrasiyi niye icat etmiş? Çünkü insanoğlu, sınırlanmazsa iktidar hırsını da para hırsını da mutlaka kötüye kullanılır.

-Şu ana kadar anlattıklarınızla hukuken durumu şöyle özetlemiş oldunuz; Türkiye’de AYM fiilen kapatıldı, hükümet üzerindeki hiçbir denetim mekanizması etkin değil ve anayasa da askıda.

“Anayasa da askıda” demek şu anki durumu özetleyecek en hafif tabir olur. Ama hani belki bir gün askıdan iner umuduyla öyle diyelim.

-En başa dönelim…dediniz ki; “Ceza hukukunun kötüye kullanılması, Türkiye'de siyasal iktidarı değiştirmenin, siyasi rakipleri tasfiye etmenin veya siyaseti dizayn etmenin bir yöntemidir.” Yakın dönemden verdiğiniz örnekler de hep Fethullahçı yapının yargı eliyle yaptıklarının örnekleri. İki hafta önce bu köşe için Osman Kavala’nın eşi Ayşe Buğra ile söyleştik. Şöyle bir yorumu oldu; “Onlar yargılamaları hukuka uygunmuş gibi göstermek için sahte delil üretiyordu. Bugün delil uydurmaya bile gerek duymuyorlar. Bize yalan söylemeye bile tenezzül etmiyorlar.”

Türkiye'de darbe rejimleri de 1960'tan beri her zaman toplumu ve siyaseti dizayn etmeyi yargısal araçları kötüye kullanma yoluyla yapmıştır. Yargıyı amaç dışı kullanarak topluma ve siyasete yön vermek Türkiye'de bir yöntemdir. Bu yöntem 28 Şubat’ta da özel yetkili mahkemeler döneminde de kullanıldı, Ancak şunu söylemem gerekiyor ki, sıkıyönetim mahkemeleri bile birçok noktada daha öngörülebilir mahkemelerdi. Çeşitli baskıların olduğu 28 Şubat’ta değişik düşüncelerin ifade edildiği bir basın vardı. Toplumda farklı güç odakları da vardı. Ben kendi yaşadıklarımdan örnek vereyim. 28 Şubat'ta Kanal 7 vardı, mütevazı bir yerdi. Ahmet Hakan Coşkun da oradaydı. Ben o zamanlar daha yardımcı doçenttim. Kanal 7’nin programlarına katılıp, Recep Tayyip Erdoğan'a karşı haksız uygulamaları veya 28 Şubat'ın haksız uygulamalarını yüksek sesle eleştiriyordum. 28 Şubat'ın en önemli figürlerinden Kemal Alemdaroğlu rektördü ve ben de o üniversitede öğretim üyesiydim. Konuşabiliyordum. Konuştum. Sorunlar oldu ama akademik unvanlarımı aldım.

O dönemde şimdiki Cumhurbaşkanı halkı kin düşmanlığa tahrik suçundan mahkûm edilmiş ve siyasi yasak getirilmişti. Daha sonra basın davaları ve ifade özgürlüğü ile ilgili bir af kanunu çıktı. Hasan Celal Güzel bu aftan yararlandırıldı partisine geri döndü. Ama Anayasa Mahkemesi Recep Tayyip Erdoğan'ı o aftan yararlandırmadı ve siyasi yasağı devam etti. Ben Anayasa Mahkemesi’nde bir sunum yaptım aftan Erdoğan’ın da yararlanması ve siyasi yasağın kalkması gerektiğine dair. O zaman Recep Tayyip Erdoğan'la bir özel bir tanışıklığımız yoktu. Ama ben bir kişi hak ve özgürlükleri ve hukuk devleti ilkesini savunan bir hukukçu olarak bugün muhalif kesime yönelik baskılara ve hukuka aykırı uygulamalara nasıl karşı çıkıyorsam, o zamanın muhalifleri olan muhafazakârlara veya diğer kesimlere yönelik hukuksuz uygulamalara karşı çıktım.

Prof. Dr. Adem Sözüer

-Siz muhafazakâr mısınız?

Benim Millî Görüş’le ya da başka bir siyasi görüşle ilişkim olmadı, muhafazakâr siyasi bir kimliğim hiç olmadı. Ama insan hakları söz konusu olduğunda, dini, siyasi, etnik farklılıklara veya cinsel tercihlere bakmadan hakları savunmak gerek. Hatırlayın, 28 Şubat’ta solcu erkekler başlarına başörtüsü takıp, üniversitelere sokulmayan kız öğrencilere destek verdi. Bugün iktidar mensupları hala 28 Şubat zulmünden bahsediyor. Ama 28 Şubat uygulamalarına benim gibi kişi hak ve özgürlükleri ilkesinden hareket edenler, sosyalistler hatta bazı Atatürkçüler karşı çıktı, eleştirdi. Ama bugün, mevcut iktidara yönelik sosyal medyada en küçük eleştiri nedeniyle vatandaşlar tutuklanıyor. Cumhurbaşkanına hakaret nedeniyle çocuklar tutuklanıyor. Halbuki bu hallerde kanun tutuklamayı yasaklamıştır.

Bakın şimdiki Cumhurbaşkanımızın belediye başkanlığı dönemde İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne operasyon yapılmıştı. Bu operasyonları gerçekleştiren İstanbul Organize Şube’de kötü muameleler gerçekleşti. Ama o operasyonlara karşı hukuki mekanizmalar işlediği gibi operasyonlardaki hukuka aykırı yöntemler, teftiş raporlarını hazırlayanlar medyada da çok ağır eleştirildi. Ama eleştiriyi yapanlar -başta ben- ne gözaltına alındık ne de tutuklandık. Bugün ise bir ‘haksız gözaltı yaptı’ diye bir savcıyı, ‘tarafsız değil’ diye bir bilirkişiyi eleştirenlere, davalar açılıyor, gazeteciler tutuklanıyor. 'Cumhurbaşkanı'na hakaret etti' iddiasıyla Prof. Dr. Ümit Özdağ gözaltına alınıyor sonra suçlama değiştirilip geçmişte sosyal medya hesabında yaptığı paylaşımlar bahane edilip tutuklanıyor. Üstelik işlendiği iddia edilen suçlar, Türkiye’nin neresinde işlenirse işlensin, -mesela Antalya veya Ankara- nedense İstanbul ve terör kolluğu ve savcıları soruşturuyor. Örneğin terörle hiç ilgisi olmayan basın suçlarını da terör büroları soruşturuyor. Böylece yetki ve görev paylaşımı ile iş bölümü kuralları da alt üst edilmiş durumda. Bu yanlış uygulamaları önlemek ve soruşturmakla görevli HSK ise maalesef bir inceleme dahi yapmıyor.

“TMK’nın değiştirilmesi çalışmalarında yer aldım, sorun kanunda değil, yanlış uygulamalarda”

-Hazır konu bu ‘terörle iltisaklı suçlar’a gelmişken sorayım. Terörle Mücadele Kanunu’nun yazımına ilişkin çalışmalarda da yer almış mıydınız siz?

TMK’nın hazırlanmasında değil de değiştirilmesi çalışmalarında vardım. Ama bu yanlış uygulamaların kanunun kendisiyle bir ilgisi yok. Aslında Terörle Mücadele Kanunu'nda bizim önerdiğimiz değişiklikler ileri bir adımdır. Hepsi kabul edilmedi ama kanunlaşan bir örnek vereyim. Bunun çoğu kimse farkında değil. Değişmeden önce bir yapılanma silahsız da olsa ‘terör örgütü’ sayılabiliyordu. Halbuki değişiklik sonrası, sadece silahlıysa, cebir şiddet yöntemlerini kullanıp suç işliyorsa, bir yapılanma terör örgütü olarak nitelendirilebilir. 11 Eylül sonrası ABD ve AB ülkeleri mevzuatlarını olumsuz yönde çok değiştirdi. Biz ise AB kriterlerini de dikkate alıp kişi hak ve özgürlükleri bakımından daha güvenceli ve hukuka aykırı deliller gibi bazı konularda çok daha ileri düzenlemelere sahibiz.

Ama sorun şu ki biz bugün kendi kanunlarımızı uygulamıyoruz. Örneğin, hukuka aykırı elde edilmiş delilerin kullanılması kesin olarak yasaktır. Ama sabahın erken saatlerinde kanun izin vermediği halde, baskın şeklinde yapılan gözaltı ve aramalarda, dijital materyallerin elde edilmesinde kanundaki koşullara uyulmuyor. Ama bu hukuka aykırılıkları denetleyecek yargısal mekanizmalar etkisiz veya devre dışı. Böyle olunca ‘kanunlardaki düzenlemelerde eksiklik var mı yok mu’ diye tartışmanın anlamı yok. Yürütme gücünün hâkim savcı alımı dahil yargıda istediği tasarrufu yaptığı bir sistemde anayasal ilkeler ve kanunlar kağıt üstünde kalıyor maalesef. Bu nedenle öncelikle yürütme gücünün yargıya adeta sınırsız şekilde hükmetmesinin değişmesi gerekir.

Menajer Ayşe Barım, 27 Ocak'ta Gezi soruşturmasından tutuklandı

Ayşe Barım soruşturması: Olan kanun uygulanmıyor, olmayan kanun uygulanıyor! İnsanlar hala zannediyor ki bir kanun var da o uygulanıyor

-Şimdi size spesifik olarak bir maddeyi sormak istiyorum çünkü bir arkadaşım, Ayşe Barım, bu madde üzerinden suçlanarak cezaevine konuldu. TCK 309, “Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.” İddianameyi okuyoruz ne cebir ne şiddet var… Hatta Ayşe Barım sinemacıların Gezi protestoları sırasında bir basın açıklaması yapmalarına bile karşı çıkıyor. O yasa Ayşe Barım’a nasıl uygulanabiliyor?

Yasa yanlış uygulanıyor demeyeceğim çünkü olan şu; yasa uygulanmıyor. Kanunun yanlış uygulanması eleştirisi hukukun varlığının olduğu bir yerde söz konusudur. Hukukun dışına çıkıldığı, hukukun tümden inkâr edildiği bir ortamda hukuka aykırılık nitelemesi hafif kalır. Böyle ortamlarda insanlar hâlâ zannederler ki bir kanun var ama bazen yanlış uygulanıyor. Hayır, kâğıt üstünde bir kanun var ama o uygulanmıyor. Fiili bir güç o kanunu hayata geçirmiyor, o güç yasayı fiilen yürürlükten kaldırıyor. Diğer yandan kanunlarımızda ‘etki ajanlığı’ diye bir suç tanımlanmamasına rağmen, etki ajanlığı Ayşe Barım’ın tutuklanmasına gerekçe gösterildi. Yani olan kanun uygulanmıyor, olmayan bir kanun uygulanıyor. Cezalandırmak için ‘etki ajanlığı’ diye kötü bir yasaya bile gerek duymayan, bir keyfilik söz konusu.

“Schauprozess totaliter rejimlerin dava şeklidir, mahkeme kararları önceden verilir”

“Bizde Yassıada böyledir, Balyoz böyledir, İmamoğlu soruşturması öyle, Ayşe Barım soruşturması da”

-Ama sonuçta ‘kanun uygulanıyormuş’ görüntüsü vermek için yine de iddianamelere birtakım kanunların ismi ve numarası yazılıyor.

Bakın bu davaları anlatan Almanca bir tanım vardır; Schauprozess. Bunu Türkçede ‘görünüşte davalar’ olarak ifade edebiliriz. Totaliter rejimlerde pek çok dava böyledir. Hitler dönemindeki yargılamalar böyledir ya da işte Stalin dönemindeki Moskova yargılamaları böyledir. Bunlar en meşhurları. Başka ülke ve dönemlerde de var. Bugün de var. Bakıldığında, bir savcı vardır, bir hâkim vardır, bir mahkeme salonu vardır, avukat da vardır. Sanki gerçek bir yargılama oluyor gibi bir hava yaratılır, halbuki ne karar verileceği daha önceden bellidir. Totaliter rejimlerdeki bazı örneklerde, görünüşte yargılanan kişiye neyi itiraf edeceği bile ezberletilir önceden. Amaç görünüşte yargılanan kişileri itibarsızlaştırmak, toplumun gözünde küçük düşürmek ve siyasal rejimin propagandasıdır.

Ülkemizde de darbe dönemlerinde mesela Yassıada böyle olmuştur. Paralel yapının özel yetkili mahkemelere egemen olduğu zamanlarda, mesela Balyoz gibi davalarda kararlar önceden verilmişti. Maalesef bugün de Türkiye’de siyasi bağlantılı çoğu soruşturma ve kovuşturmaların akıbetini siyasi makamlar belirliyor. Mesela İmamoğlu’nu herhangi bir suçla mahkûm edip siyasi yasak getirip getirmemek ve bunun zamanlaması tümüyle siyasi iktidarın belirleyeceği olağan bir durummuş gibi konuşulabiliyor. Siyasi bağlantılı davalarda tanıkların bile ne söylemesi gerektiğine önceden belirleniyor. Ayşe Barım soruşturmasında “Gezi Parkı’na kendi isteğimle gittim” diyen sanatçılara, yalan tanıklık suçundan soruşturma başlatıldı. Bu da bir görünüşte dava uygulaması. Yine kimi soruşturmalarda delil olmadığı halde tutuklama yapabilmek için kanunda olmayan türden “gizli tanık” icat edilmesi de öyle. Güya soruşturmaların gizliliği var. Avukatlar bilgi istiyor dosyaya dair gizlilik kararı var deniliyor. Ama onlar alamazken belli haber kanallarında, gazetelerde dosyanın detaylarını ‘gizli tanık’ beyanlarını dinliyor, okuyoruz. Bu nasıl bir gizlilik?

-Ergenekon, Balyoz davaları sırasında da henüz kamuoyuna açıklanmamış iddianamelerin ya da mahkeme kararlarının detaylarını Gülencilerin Samanyolu TV’sinde izlerdik.

Evet, aynen öyleydi. İşte bunların hepsi, ‘tünel bakışlı’ davalardır. Ergenekon ve benzeri davalardaki haksızlıkları önlemek için TBMM’ye çağrılmıştım. “Tünel bakışlı dava uygulaması varsa o kişiler serbest bırakılsın” diye öneride bulunmuştum.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu

“Tünelin sonunda trenin kimin üzerinden geçeceği bellidir”

-Ne demek bu ‘tünel bakışlı dava’?

Şimdi bir tünel düşünün. Bu tünelde kolluk var, basın var, hâkim var, savcı var, yargıtay var. Hepsi aynı amaçla treni tünelde hareket ettiriyor. Tünelin sonunda da trenin ezip geçeceği kişi var. Yani siyasal olarak tasfiye edilecek veya başka nedenle tasfiye edilecek kişi var. Esas karar siyasi irade tarafından verilmiştir, belli insanlar o dava süreci üzerinden itibarsızlaştırılacak ve suçlu olarak damgalanacak, tutuklanacak ve mahkûm edilecektir. Bu tünelde yer alan herkes aynı yerden emir alıyor ve birlikte hareket ediyor. Karar önceden verilmiş o kişinin üzerinden geçecek. O trene mazotunu veren veya makinesini çalıştıran herkesin rolü de bellidir. Bu iradeye uymayan hâkim veya savcıların ise başka yerlere atandığı pek çok örnek var. Tünelin sonunda adalet yok, tren o kişinin üzerinden geçecektir.

-Bu davalara örnek olarak Stalin döneminin Moskova mahkemelerini örnek verdiğiniz için şunu hatırlatmak isterim. Stalin’in yaptığı şeye ‘Büyük Tasfiye’ de denir ve orada elbette rejim muhaliflerinin tamamı hedeftedir ama özel olarak hedefte olan Stalin’in en büyük siyasi rakibi olarak gördüğü Troçki’dir. Oradan hareketle bir benzetme yapacak olursak, bugün Ekrem İmamoğlu da bu tür bir durumla mı karşı karşıya? Yani size göre o tren Ekrem İmamoğlu'nun üzerinden geçecek gibi mi gözüküyor?

O belli değil henüz. Çünkü görünüşte davaların dahi bir inandırıcılığı olmalı, dava gibi görünmelidir. Mesela hâkim değişmez pek o davalarda.

-Burada değişti ama. İmamoğlu davasında ‘hâkim herhalde istediğimiz kararı vermeyecek’ denildi ve değiştirildi. Ve yeni gelen hâkim de Ekrem İmamoğlu davasında kendi mesleki yaşamında, hakaret davalarında hiç vermediği kadar ağır bir hapis cezası verdi.

‘Keyfilik rejimi’ dediğim tam da budur. Anayasamızda var oysa ‘doğal hâkim ilkesi’. Ama uymayınca bir şey mi oluyor? Olmuyor. HSK’ya şikâyet ediyorsunuz, HSK yanıt bile vermiyor. Şimdi Anayasa Mahkemesi’ne gidilmesi talep edilmiş, henüz bir karar almadı mahkeme. Ama diyelim ki Anayasa Mahkemesine gitti ve o da bir karar verdi. Ancak onun kararları da uygulanmıyor ki.

-Ekrem İmamoğlu'nun üzerinden tren geçer mi geçmez mi? Siz ne görüyorsunuz?

Görünüşte davalar kadar bile inandırıcı olamayan keyfi uygulamalara karşı ise, iktidar veya muhalefet kamuoyundaki hukuk güvenliği arayışı tepkisi ortaya çıkar. İşte bu tepki hukuka dönüşün ilk adımıdır. Bu tür fiili bir saldırıya karşıysanız kendinizi savunma hakkınız var. Eğer kendinizi etkin olarak savunursanız saldırıdan kurtulabilirsiniz. Bu savunmanın hukuk adına, Türkiye adına başarılı olması gerekir. Başka bir örnek vereyim. Bugün Osman Kavala cezaevinden kaçsa, bu bir cezaevinden kaçış değildir.

“Osman Kavala da Can Atalay da bugün cezaevinden kaçsalar bu meşru bir kendini savunma olur”

“Çünkü onlar ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçunun mağdurları”

-Nedir?

Bu, kendisini savunma olur. Çünkü diyelim ki Osman Kavala'yı üç kişi silah zoruyla kaçırmış bir yere kapatmış, Osman Kavala’nın o kişilerin elinden kaçması nasıl kendini kurtarma ve meşru savunma sayılacaksa, haksız yere tutulduğu cezaevinden kaçsa da aynı şekilde meşrudur. Peki bu benim yorumum mu? Hayır.

-Kimin yorumu?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi iki kez karar vermiş. “Bu davada kişinin tutuklamasını ve mahkumiyetini gerektirecek şüphe sebebi olabilecek bir delil yok” diyor. Anayasaya göre, Ceza Muhakemesi Kanunu'na göre bu kararı uygulayıp bu kişiyi serbest bırakman lazım. Serbest bırakmadığın zaman ne oluyor? Ceza Kanunu'ndaki ‘kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma’ suçu oluyor. Kavala ve arkadaşları şu an bu suçun mağduru olarak cezaevinde. İşte demin örneğini verdim ya, üç kişi gelmiş kaçırmış şeklinde. Burada da öyle. Eğer serbest bırakılması gereken kişiyi cezaevinde tutuyorsanız suçtur bu.

Osman Kavala

“Eğer serbest bırakılması gereken kişiyi cezaevinde tutuyorsanız suçtur”

-Devlet bizzat mı işlemiş oluyor bu suçu?

Devletin yargı kararlarını uygulamakla görevlileri var; hakimler, savcılar. O görevin gereklerini yerine getirmeyenler, getirilmesini engelleyenlerdir sorumlu. Aynı durum Can Atalay için de geçerli. Kendi Anayasa Mahkemen, iki kez “hak ihlali var, serbest bırak” diyor. Bu karar uygulanmıyor. Yani bu durumdaki kişiler hukuksuz şekilde dört duvar arasında tutuluyor. Onlara ‘tutuklu’ veya ‘hükümlü’ diyemeyiz. Onlar Türkiye'nin anayasasına ve yasalarına göre derhal serbest bırakılması gereken “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” suçunun mağdurlarıdır.  Ve bu suça karşı herkesin de kendini savunma hakkı vardır.

“Bir savcı ‘bana karşı suç işlendi’ diyerek o soruşturmayı yürütemez, HSK’nın kendi sayfasında bile bu yazıyor”

-Ekrem İmamoğlu iddianamesinde ilginç bir nokta var. ‘Mağdur’ sıfatıyla referans verilen İstanbul Başsavcısı Akın Gürlek’in geçmişte terörle mücadelede yer almış bir kişi olduğu, bu nitelikteki bir kişinin hedef gösterilmesi nedeniyle İmamoğlu’nun ifade özgürlüğü bağlamında ‘bir koruması’ olamayacağı söylenmiş. Bu ne demek?

Burada uzun bir izahata gerek yok. Elbette ki İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı'na karşı bir suç işlendiği iddiası varsa bu soruşturulmalıdır. Ama bunu kim soruşturmalıdır?  HSK'nın sayfasına bakın, orda Türkiye’nin savcılar için kabul ettiği ‘etik ilkeler’ var. Bu etik ilkeler de savcılara masumiyet karinesini ihlal etme diyor, kendi şahsınla ilgili davanın soruşturması veya kovuşturmasına bakma diyor. Bizim sistemde her soruşturma başsavcılık adına yapılır her iddianameye başsavcı “görüldü” verir. Savcı bizim sistemde şüpheli lehinde delil toplayan ve bu bağlamda tarafsız olması gereken bir kişi. Savcı kendisine karşı bir suç işlendi deyip o soruşturmayı yürütemez. Üstelik Kadıköy’de yapılmış bir konuşma için Anadolu adliyesinin de yetkili olduğu aşikâr. Türkiye’de bu konuda yazılmış kitaplara makalelere bakın, hepsinde “Bir savcı kendi davasının soruşturmacısı, davacısı olamaz” der. Konuya soğukkanlılığı kaybetmeden ve hukuki cepheden bakan mahkemenin iddianameyi iade etmesidir doğru olan. Tüm savcıların HSK’nın sitesindeki etik ilkeleri bir kez daha okuyup, savcılıkların basın açıklamalarında masumiyet karinesini ihlal etmemeye özen göstermelerini tavsiye ederim. HSK’ya bir kez daha çağrım denetim, gözetim yetkilerini etkin olarak kullanmasıdır

“İktidar siyaseten gereğine inanırsa o savcı ve hakimlerden kendi hesap sorma noktasına da gelebilir, öngörülmezlik rejimi böyle bir şeydir”

-Diyelim ki seçimle iktidar değişti, üç sene sonra ya da on üç sene sonra, bugün bahsettiğiniz hukuk dışı ve keyfi kararların altında imzası olanların anayasayı ve yasaları ihlalden yargılanmaları söz konusu olabilir mi?

Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını uygulamayanların kişiyi hürriyetinden yoksul bırakma fiilinden dolayı sorumluluğu gündeme gelecektir. Ama öngörülemezlik bu rejimin bir özelliği. Bu nedenle bugünkü iktidar da siyasi gereklilikler nedeniyle, AYM ve AİHM kararlarını uygulamayan hâkim ve savcılardan kendi hesap sorabilir.

- ‘Devrim kendi evlatlarını yiyebilir’

Siyasi gereklilikler çok belirleyici. Bakın bugün ‘umut hakkı’ gündeme geldi.

-‘Umut hakkı’na gelmeden önce şunu bir netleştirelim. Kendilerine verilen talimatları hiç sorgulamadan bu iddianameleri yazan savcılar, bu kararları veren hakimler aslında yarın talimat aldıkları iktidar tarafından ortada bırakabilirler. Bunu diyorsunuz, yanlış anlamıyorum değil mi?

Tabii HSK’da bu konuda birçok suç duyurusu var şu var. İktidarın devamı gereği ise yani bu fiili güç ilişkileri gereği böyle bir şey yapılmasını gerektiriyorsa, HSK bir bakmışsınız yarın “AYM kararını, AİHM kararlarını nasıl uygulamazsınız” diye işlem başlatmış! Bunu yakın dönemde başka savcılarla ilgili olarak görmedik mi?

-Gülenci savcı ve hakimleri kastediyorsunuz…

Birçoğu yurt dışına kaçtı biliyorsunuz.

“Keyfilik rejiminde makul bir tartışma olsun istenmez, Öcalan konusunda da bu yapılıyor, ‘umut hakkı’ mı olacak başka şey mi bilmiyoruz”

-Söyleşinin başında beri anayasanın uygulanmayarak nasıl askıya alındığını anlatıyorsunuz. O zaten ‘askıda’ dediğiniz Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 90. Maddesi'ne göre AİHM kararları da Türk mahkemeleri tarafından uygulanmak zorundaydı. Ancak detaylarıyla anlattığınız keyfilik rejimi nedeniyle pek çok AİHM kararı bugün Türkiye’de uygulanmıyor. Hal böyleyken iktidar ortağı Devlet Bahçeli bir gün çıkıp yine AİHM’in bir kararı olan ‘umut hakkı’nın Abdullah Öcalan için uygulanması gerektiğinden bahsetmeye başlıyor. Şöyle mi olacak; hükümet AİHM kararlarından beğendiklerini ve işine geleni uygulayıp gerisi için yine ‘uygulamam, siyasi karar’ demeye devam mı edecek? Siz hukuki olarak ne anlıyorsunuz bu Öcalan açılımından?

Bu tür keyfilik ve kapalılık rejimlerinde veri paylaşılmaz, bilgi paylaşılmaz, makul bir tartışma olması istenmez. “Biz karar verdik, propaganda yoluyla bunu kabul ettireceğiz” denir. Bu konuda da bu yapılıyor. Dolayısıyla ‘umut hakkı’ gelecek mi veya onun yerine başka bir şey mi gelecek veya niye böyle olacak, bunların hiçbirini bilemiyoruz. ‘Umut hakkı’ dediğimiz nedir?  Bir insan hangi suçu işlemiş olursa olsun, ömrünün sonuna kadar hiçbir umut ışığı olmadan cezaevinde kalamaz. Belli bir süre sonra eğer tehlike hali ortadan kalkmışsa veya başka sebeplerle bu kişi farklı infaz koşullarına geçirilebilir. Farklı şekillerde kapalı kurumlarda kalabilir veya bazen serbest de kalabilir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kararı başkaları için de sonra Öcalan için de verdi. “Yirmi beş yıldan sonra infaz koşulları değişebilir” dedi. Yani Türkiye bunu zaten yapmak zorundaydı ama biz prensipte bunu uygulamıyorduk. Sonra dış koşullar veya başka bir nedenle mi gerçek sebebini tam bilemiyoruz, “Umut hakkı olsun, Öcalan çıksın, Meclis'te konuşsun” denildi. Ama bugün ‘umut hakkı’ mı uygulanacak, başka bir şey mi yapılacak onu da bilemiyoruz. Ama ben size bir örnek vereyim. Mesela Hizbullah terör örgütü nedeniyle mahkûm olmuş bir kişi vardı. İsmini burada vermek istemiyorum. Cumhurbaşkanı, onu affetti. Cumhurbaşkanı kendi af yetkisini kullanırken ‘sağlık sebeplerini’ değil sadece “kocama” sebebini gerekçe gösterdi. Ama aynı durumdaki çok sayıda hükümlü var onlara bu af uygulanmıyor.

-Siz ismini vermek istemediniz ama ben söyleyeyim. Bahsettiğiniz kişi Mehmet Emin Alpsoy, Hizbullah’ın ‘askeri kanat sorumlusu’ olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almıştı. Ankara’da 3 kişiyi işkence ile öldürmüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan Mayıs 2023 seçimleri öncesinde HÜDA-PAR’ı ittifakına katarken bu kişiyi affetti.

Evet, böyle bir şey için tabii Adli Tıp Kurumu’ndan çok ciddi rapor lazım. Bu kişinin adli tıp raporunda sağlığında çok ağır bir durum tespiti de yoktu.

“Hizbullahçı Alpsoy ‘kocamışlık’ nedeniyle özel af alan ilk kişi”

-‘Kocama hali’ gibi bir gerekçe vardı orada. Hizbullahçı Mehmet Emin Alpsoy, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın affıyla salıverildiğinde 76 yaşındaydı. Öcalan da 2025 itibarıyla 76. yaşına giriyor. Kocamışlık nedeniyle bir müebbet mahkumunun affedilmesinde Alpsoy bir ilk midir? Öcalan için bu gerekçenin kullanılması ‘umut hakkı’nın kullanılmasından daha mı kolaydır siyaseten sizce?

Benim bildiğim bu ağır suçlardan dolayı sadece “kocama” nedeniyle özel af ilk defadır. Öcalan için iktidar hangi yöntemi kullanacak? Ben Cumhurbaşkanı'nın açıklamalarından özel af yetkisini Öcalan için kullanacağına ilişkin husus göremiyorum. Umut hakkı gibi bir düzenleme yapılırsa -ki ben yıllardır bunu savunuyorum, bu hak herkes için geçerli olur. “Bu durumda benzer durumdaki herkes yararlanabilsin mi?” tartışması ortaya çıkıyor. Belki cezaevinden çıkarılmak istenen başka kişiler de var, ona göre belki bir af kararı alınacak. Hukuki zeminde şeffaf bir tartışma olmadığı için tamamen siyasi kararlar olacak bunlar. Bizde zaten 65 yaşının üzerinde olanlar için özel infaz rejimleri var. Belki o genişletilebilir. Son zamanlarda eşitlik ilkesine uymayan pek çok af uygulaması belki yine böyle bir uygulama olur. Geçmişte belli düzenlemeler yapılırken ‘Öcalan yararlanmasın’ kriteriyle bakılıyordu. Mesela hatırlıyorum, etkin pişmanlık tartışılırken ‘Öcalan’ı kurtaracaklar’ diye çok büyük bir tepki olmuştu. Böyle bir durum yoktu ama, tarihe böyle geçti. Bugün de tam tersi Öcalan yararlarsın diye yapılacak bir düzenlemeden ‘başkaları yararlanmasın’ diye bakılabilir. Olması gereken kimim yaralandığına bakmadan umut hakkı düzenlemesi yapmaktır.

-‘Umut hakkı’ uygulanmaya başlasa da şu anda siyasi tutuklu olanların faydalanması mümkün olmaz çünkü ‘25 yıl yattıktan sonra’ devreye girebiliyor. 

Cezası 25 yıl infaz edilmiş olan herkes yararlanır diğerleri de zamanı geldiğinde. Türkiye bu hakka ilişkin düzenlemeyi yapmalı. Doğrusu budur. Ceza hukuku reformu sürecinde de yıllardır hükümete söylediğimiz bu olmuştur, sadece bugün değil yani. Bakın, pandemi sırasında 2020’de bir kısım mahkûmun salıverildiği bir infaz düzenlemesi yapıldı değil mi?

“2020 infaz düzenlemesi eşitlik ilkesine aykırıydı ama AYM iptal edemedi, baskının çarpıcı örneğidir”

-Evet, Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz serbest kaldı ancak siyasi tutukluların itinayla kapsam dışında bırakıldı. CHP Anayasa Mahkemesine başvurup itiraz etti ama sonuç değişmedi. 

Anayasa Mahkemesi o kadar büyük baskı altındaydı ki muhtemelen şunu düşündü; “Ben yıllardır bu eşitsizlikleri söyledim. Şimdi ben burada eşitsizlik yönünde karar versem çıkıp bize ‘terörist’ diyecekler.” Eşitlik ilkesine açıkça aykırı bir af kanununu iptal etmedi. Anayasa Mahkemesi üzerinde baskı kurularak nasıl etkisizleştirilebiliyor, onun çok çarpıcı örneğidir 2020 infaz düzenlemesinin iptal edilmemesi. Sonuçta AYM üyeleri de insan. İktidarı elinde tutan siyasetçiler devamlı bu insanları terörle bağlantılıymış gibi göstermeye çalışınca, bir müddet sonra bu propaganda mahkeme üyeleri üzerinde caydırıcı bir etkiye dönüşebilir. Bunlar benim tahminim elbette.

“Cumhurbaşkanı özel af yetkisini de Öcalan için kullanmayacaktır”

-Eğer hükümet ‘umut hakkı’ yoluyla Öcalan’ın infaz koşullarında değişikliğe gitme kararı alırsa bunun için infaz yasasında basit bir değişiklik yeterli olur mu?

Evet, zaten birçok teklif var. Ama ‘umut hakkı' konusunda mütereddit olabilirler.

-E o zaman da ‘kocama kriteri’ var ellerinde. Cumhurbaşkanı'nın özel af yetkisi yani.

Cumhurbaşkanı tabii ki asla böyle bir şeyi yapmaz. Çünkü neden?

-Öcalan'ı bizzat kendisi affetmiş konumunda kalır ki siyasi bir intihar olabilir.

Tabii kesinlikle böyle bir şey yapmayacaktır. Göreceğiz. Buradaki söylemek istediğim, prensiplerden hareket ederseniz başınız derde girmez. İlkelerden hareket ederseniz hiç kimsenin başına bir şey gelmez. Bizim yani yıllardır, reformların hazırlanması sırasında komisyonlarda çalıştığımız dönemden bugüne söylediğimiz hep budur. Savcılara, hakimlere söylediğimiz de budur. Kanunu aç, Anayasa'yı aç, buna göre hareket et. Ama siz bunların dışına çıktığınız zaman tamamen bambaşka bir alana hukukun değil siyasetin keyfilik alanına giriyorsunuz. Hukuk dışı bir alanda yürüyerek varılacak yerleri geçmişte örnekleri gördük, ders almak gerekir. 

“Sanki tek mesele Suriye’nin kuzeyindeki statünün belirlenmesi gibi gözüküyor”

-Bu Öcalan açılımının bir noktada Anayasa'ya dokunacak başka bir boyutu da yok mu? Diyelim ki Öcalan önümüzdeki bir iki hafta içinde hükümetin istediği türde bir silah bırakma çağrısı yaptı örgütüne. Şimdi bu siyasi hareketin pek çok tarafı aslında silah bırakmanın bir başlangıç olduğuna, sonrasında Kürtlerin siyasal ve kültürel hakların müzakerenin bir parçası olacağına işaret ediyorlar. Yani o zaman hükümet bir taraftan mevcut Anayasa'yı dahi uygulamıyor ama sanki Anayasa uygulanan bir şeymiş gibi anayasa değişikliği müzakeresi yapacak, öyle mi?

Şu anda böyle bir şey yok ki… açıklamalarda anayasa değişikliği gibi bir şey denilmiyor. Şu anda istenen şey silahların bırakılması yolunda bir çağrı. Dış politika benim uzman olduğum bir alan değil ancak amatör bir gözlemci olarak söyleyebilirim. Öcalan’ın açıklaması sonucunda Suriye’nin kuzeyinde bir anlaşma olabilir mi? Sanki asıl mesele orada yani Suriye’nin kuzeyindeki statünün belirlenmesi…

“Türkiye’de olan şey demokratik seçim değil, oylama; HDP’ye/DEM Parti’ye özel bir uygulama var”

-Yine aynı alanı da ilgilendiren ama CHP’li belediye başkanlarını da kapsamaya başlayan bir kayyımlar meselesi var. CHP’nin İstanbul’da kazandığı en büyük ilçelerden Esenyurt'un Belediye Başkanı Ahmet Özer’in ‘terörle iltisaklı’ olduğu iddiasıyla tutuklandığı günlerde devlet aynı terör örgütünün lideriyle Öcalan müzakere halindeydi. Oradaki bariz çifte standardı da içine katarak sorayım. 2019 yılında HDP'nin toplamda kazanmış olduğu belediye sayısı 65’ti. 2024’te HDP’nin elinde kalan belediye sayısı ise 6 idi. 2024 yerel seçiminde HDP’nin devamı DEM Parti bu kez il, ilçe toplamda 78 belediye kazandı ve şu ana kadar 10’u aşkın belediyesine yine kayyım atandı. Kayyım atamalarının hukukiliğini tartışmanın bir anlamı var mı yok mu?

Burada bir terminolojiyi düzeltmek lazım. Türkiye'deki yapılan oylamaları hakiki manada demokratik bir seçim olarak göremeyiz. Bu bir oylamadır. Bir seçim olması için tarafsız bir şekilde denetlenmesi lazım. Ve herkesin belli eşit koşullarda yarışması lazım, seçim güvenliği budur zaten. Türkiye'de bu zaten söz konusu değil. Bu söz konusu olmadığı gibi zaten istemediğimiz insanlar seçim kazandığı zaman onları görevden alıyor, kayyım atıyoruz. Dolayısıyla hem sandığa giderken eşitsizlik var hem de sonrasında sonucu tanımıyoruz…buna demokratik seçim denilmez. Bu sizin bahsettiğiniz tabloda HDP’ye özel uygulama yapıldığı açıktır. Duruma, partiye ve kişiye özel uygulamanın bir diğer örneği de 2019’daki İstanbul seçimidir. O da iptal edildi sonra yapılan seçimi açık farkla İmamoğlu kazandı. Ama o günden bugüne iktidar tarafında sistematik bir yargısal tacize uğruyor. Türkiye’de her sosyal, siyasi kesim hukuk güvenliğinin önemini anladı ve hukuka dönüş için büyük ve yaygın bir talep var. Bu talebin gereklerinin birçoğunun yerine getirilmesi için anayasa veya kanun değişikliklerine gerek yok, sadece hukuku uygulamak isteyen siyasal bir irade gerekiyor.

Cansu Çamlıbel kimdir?

Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005- 2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015- 2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017- Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı. 
Lulu'nun annesidir.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

L'État, c'est moi; ‘Ben devletim’ virüsünün süper bulaştırıcıları

1996’dan bugüne üç ayrı dönemde seçilerek toplamda 18 seneyle İsrail tarihin ‘en uzun görevde kalan en sağcı hükümetini kuran başbakanı’ sıfatına haiz Bibi, ‘devletin bekası’ diye yırtınmasına rağmen toplumsal muhalefetin sesini kısamadı. Netenyahu ya da koalisyonundaki faşistler toplumsal muhalefeti örgütleyenleri bizde olduğu gibi “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim!” diye açıktan tehdit de edemedi

Prof. Ayşe Buğra: AİHM sistemi de Avrupa Konseyi de bu çaresiz görüntüyle zarar gördü; TÜSİAD korktu, herkes susuyor, çok acıklı...

"Hele bizim içinde olduğumuz durumu düşününce, böyle bir ortamda kimsenin çok cesur davranabileceğini düşünmüyorum bugün. Arada bir şeyler söylediler ama genellikle herkes susuyor. Sadece TÜSİAD değil, sanat kültür kuruluşları da. Buna girmek istemiyorum çünkü bu çok acıklı bir konu. Ama önemli de bir konu..."

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Sorg: Barış süreci başarılı olursa AB ilişkilerindeki birçok engel kalkar; SDG ile görüşüyoruz, Türkiye biliyor

“Suriye’ye bakışımız pragmatik. Golani ve HTŞ’nin terör listesinden çıkması şu anda önceliğimiz değil. Türkiye’nin güvenlik menfaatleri meşrudur, Suriye’nin kuzeyindeki gruplar silah bırakmalı. Yeni Suriye’de IŞİD’in güçlenmesi ihtimali hepimiz için endişe kaynağı, Türkiye için de”

"
"