04 Şubat 2025

L'État, c'est moi; ‘Ben devletim’ virüsünün süper bulaştırıcıları

1996’dan bugüne üç ayrı dönemde seçilerek toplamda 18 seneyle İsrail tarihin ‘en uzun görevde kalan en sağcı hükümetini kuran başbakanı’ sıfatına haiz Bibi, ‘devletin bekası’ diye yırtınmasına rağmen toplumsal muhalefetin sesini kısamadı. Netenyahu ya da koalisyonundaki faşistler toplumsal muhalefeti örgütleyenleri bizde olduğu gibi “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim!” diye açıktan tehdit de edemedi

Bugün yaşadığımız bölgedeki nüfuz mücadelesinin iki önemli aktörü açısından sembolik değeri yüksek iki ziyaret gerçekleşiyor. İki hafta önce ikinci kez ve bu kez Amerikan devletinin DNA’sıyla oynama iddiasıyla Beyaz Saray’a yerleşen ABD Başkanı Donald Trump, ilk yabancı konuğu olarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu ağırlayacak. Suriye’nin geçiş dönemi Cumhurbaşkanı olarak atanan HTŞ lideri Ahmet El Şara ise ikinci yurtdışı ziyaretini Ankara’ya yapıyor. Esad’ın düşürüldüğü günden beri adeta Erdoğan hükümetinin evlatlığı gibi gösterilmek istenen El Şara’nın ilk yurtdışı ziyaretini neden Türkiye’ye değil Suudi Arabistan’a yapmayı tercih ettiği de sembolizmi açısından sorgulanması gereken başka bir mevzu ama bu yazının konusu değil.

Ayrı ayrı da dünyanın sağlığı sıhhati açısından ziyadesiyle tehlikeli iki tip olan Donald Trump ile Netanyahu’nun bir çift olarak ne tür şuursuzluklara kapı arayabileceğinin işaretlerini muhtemeldir ki bugünkü ziyaret sırasında alırız. Dünya siyasetinin maruz kaldığı en büyük manipülatörlerden biri olan Netanyahu’nun Trump’ı çekiştirerek kendisiyle aynı düzleme getirmeye çalışacağı tek konu Gazze ve Filistinlilerin kaderi olmayacak. Hiç şüpheniz olmasın, Netanyahu, gönlü Suriye’den çekilmekte olsa da bu konuda kafası karışık olan Trump’ı “Suriyeli Kürtlerin otonomisinin korunmasının İsrail’in ve batının ulvi çıkarına’ olduğu konusunda kuvvetlice gıdıklayacaktır. Trump’ın kendi atadığı ulusal güvenlik kadrosu içindeki ezici çoğunluğun da zaten YPG’nin Suriye’nin yeni yapısına entegre edilerek korunmasından yana olduğunu biliyoruz.

Netanyahu Washington’ın yabancısı değil. Sadece altı ay önce, hem de Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı Karim Khan hakkında tutuklama emri çıkarılması için başvurmuşken Netanyahu kendisini ABD başkentine davet ettirerek Kongre’nde mide bulandırıcı bir şov yapmıştı. 89’u Demokrat, ikisi bağımsız, biri Cumhuriyetçi toplam 92 Kongre üyesi Netanyahu’yu protesto ederek oturuma katılmamıştı. Tepkinin farkında olan Biden yönetiminin kurmayları, Netanyahu’ya Biden ile Oval Ofis randevusu yerine dönemin Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile düşük profilli bir görüşme ayarlayarak krizi yönetmeye çalışmışlardı.


Trump ve Netanyahu

Uluslararası Ceza Mahkemesi Kasım 2024’te  ‘Gazze'de işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan ötürü’ Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkında tutuklama kararını çıkardı. Mahkemenin kurucu anlaşması olan Roma Statüsü’ne taraf olmadığı için ABD’nin Netanyahu’yu tutuklayıp Lahey’deki mahkemeye teslim etme gibi bir zorunluluğu yok. Olsaydı da Donald Trump çok muhtemel “Ben UCM’yi tanımıyorum, ABD’yi hemen şimdi Roma Statüsü’nden çektim” der, şak diye bir başkanlık kararnamesi imzalar, kafasının dikine giderdi.

Asıl ürkütücü olan ve modern devlet sistemine asırlar öncesini hatırlatan flashback’ler yaşatan şey tam da bu; demokrasiyi sandıktan çıkmaya indirgeyen çoğu sağ popülist liderlerin koltuğa oturur oturmaz denge ve kontrol mekanizmalarını yıkıp ‘mutlak otorite’ye dönüşme sevdası. Trump’ın keyfi ve partizan atamalarla tam gaz başladığı ikinci başkanlık döneminin ‘L'État, c'est moi’ (Devlet benim) virüsünün dünya genelinde hortlamasına hizmet edeceği ortada.

‘Devlet benim’ kavramını siyaset literatürüne 1655 yılında sokan Fransa Kralı XIV. Louis olmuştu. Elbette monarşinin hüküm sürdüğü o dönemde bu ‘ölene kadar hükümdarlık’ konusu insanlığı tehdit eden bir virüs olarak görülmüyordu. Bir virüsün hızlı yayılmasına neden olan kişilere tıpta super-spreader (süper bulaştırıcı) denildiğine ise Covid-19 salgını sırasında aşina olduk.

Trump gibi Netanyahu da ‘Devlet benim’ virüsünün süper bulaştıcılarından biri bana kalırsa. Gazze savaşı maalesef Netanyahu’nun ‘Devlet benim’ diyerek yaptığı vahim işlerin zirvesi oldu. İsrail devleti ‘Şii hilali’ni kırmak için fırsat kollamıyordu demiyorum. Ancak Hamas’ın 7 Ekim saldırısına imkan veren de o saldırıdan sonraki süreci bu kadar hoyratça yürüterek ‘sonsuz dek savaş’ paradigması yaratmaya çalışan bizaat Netanyahu’nun kendisi. Bu iddianın sahibi ben değilim, İsrail devletinin çeşitli kademelerinde görev yapmış istihbaratçılar, askerler ve siyasetçiler.

Netanyahu’nun kendi siyasi kariyerini kurtarmak için Gazze’yi nasıl kalkan olarak kullandığını anlatan The Bibi Files (Bibi Dosyaları) belgeseli için korkmadan kamera karşısına geçenler arasında başbakanlık konutunun kahyası da var yakın zamana kadar Netanyahu’nun basın danışmanlığını yapan Nir Hafetz de var. Belgeseli benzersiz kılan şey ise kuşkusuz Mayıs 2023’te signal uygulaması üzerinden Amerikalı film yapımcısı Alex Gibney’e sızdırılan Netanyahu’nun polis sorgusunun görüntüleri. Tek kelime İbranice bilmeyen Oscarlı yapımcı Gibney, 1000 saati aşan sorgu kayıtlarını doğru çerçeveye oturtabilmek için yıllardır Netanyahu dosyası üzerinde çalışan İsrailli araştırmacı gazeteci Raviv Drucker’ın kapısını çalıyor.

Kayıtları Gibney’e sızdıran devlet görevlisinin tek bir koşulu vardır; Netanyahu’nun polis sorgusu görüntüleri üzerine kurgulanan film İsrail’de gösterime sokulmaya çalışılmayacaktı çünkü bunun hepsi açısından yasal sonuçları olurdu. Nitekim Netanyahu, belgeselin gösterimini engellemek için elinden geleni ardına koymadı. Ancak Kudüs’te bir mahkeme Netanyahu’nun filmin gizlilik yasalarını ihlal ettiği iddiasıyla açtığı davayı reddetti. Bibi Dosyaları ilk olarak Toronto Uluslararası Film Festivali'nde yapım aşamasında olan bir film olarak gösterildi, resmi olarak dünya prömiyerini ise geçtiğimiz Kasım ayında New York’taki belgesel festivalinde yaptı.

Bibi Dosyaları, gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış bir siyasetçinin kişisel hırsının ve hapishane korkusunun nasıl savaş suçlarına kadar uzanan bir domino etkisi tetikleyebildiğine dair ibretlik bir hikâyeyi gözler önüne seriyor.

Belgesel, tarihin aşırı hızlı akışı nedeniyle unuttuğumuz bir gerçekliğe geri götürüyor bizi. 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısından sadece günler önce İsrail halkı on binlerle sokaktaydı, Netanyahu’nun ‘yargı reformu’ diye ittirmeye çalıştığı Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini tırpanlamaya yönelik düzenlemeyi protesto etmek için. 7 Ekim’in neden olduğu büyük şok nedeniyle protestolar dört beş ay kadar kesildi ancak İsrailliler bu sefer Hamas’ın elinde tuttuğu rehinelerin ailelerini de yanlarına alarak yeniden Netanyahu’ya karşı sokaklara döküldüler. 2024 boyunca devam eden savaş karşıtı protestoların hedefinde hep Netanyahu vardı. Sol ve merkez seçmeni, rehinelerin ve ölenlerin ailelerini ve İsrail ordusunda görev yapmış askerleri öfkede buluşturan o lidere dönüştü Netanyahu.

1996’dan bugüne üç ayrı dönemde seçilerek toplamda 18 seneyle İsrail tarihin ‘en uzun görevde kalan en sağcı hükümetini kuran başbakanı’ sıfatına haiz Bibi, ‘devletin bekası’ diye yırtınmasına rağmen toplumsal muhalefetin sesini kısamadı.

Netanyahu ya da koalisyonundaki faşistler toplumsal muhalefeti örgütleyenleri bizde olduğu gibi “Haydi yüreğiniz yetiyorsa çıkın sokağa da görelim!” diye açıktan tehdit de edemedi. Ha bu da bize ders olmaz, olsa olsa dert olur!

Kendi ülkesinde yolsuzluktan, uluslararası bir mahkemede ise savaş suçundan yargılanmakta olan bir siyasetçi bugün Beyaz Saray’da kendisi de 34 ayrı suçtan yargılanan ancak başkan seçildiği için dosyaları ötelenen başka bir siyasetçi tarafından ağırlanacak. Biri 76 diğeri 78 yaşında olan bu adamlar, o koltuklarda oturmasalardı demir parmaklıkların arkasında olabilirlerdi. Küresel siyaset, reelpolitik okuması yaparken bu çıplak gerçeği sık sık hatırlamalı…sadece Netanyahu ve Trump üzerinden de değil.

Cansu Çamlıbel kimdir?

Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor.

NTV'de diplomasi muhabirliği, 2005- 2008 arasında da Brüksel muhabirliği yaptı. 2008'den Şubat 2019'a kadar Hürriyet ve Hürriyet Daily News gazetelerinde muhabirlik, haber müdürlüğü, yazı işleri müdürlüğü, köşe yazarlığı görevlerini üstlendi.

Yaklaşık 5 sene boyunca, "Yüz Yüze Pazartesi" köşesinde, Hürriyet'in haftalık siyasi söyleşilerini yaptı. 2015- 2016 döneminde ABD'de Harvard Üniversitesi'nin Nieman Bursu'nu kazandı.

Nisan 2017- Şubat 2019 döneminde ise Hürriyet Washington Temsilcisi olarak görev yaptı.

Gazetenin, siyasi baskı sonucu el değiştirmesinden sonra istifa ederek, Türkiye'ye döndü. Gazete Duvar'daki köşesinde, dış politika alanında yazılar kaleme almaya başladı. Eşzamanlı olarak Gazete Duvar'ın İngilizce edisyonu Duvar English'in kurucu Yayın Yönetmeni oldu. Bu görevi, Ekim 2021'e kadar sürdürdü.

Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye Ulusal Komitesi üyesi olan Çamlıbel, IPI için hazırlayıp sunduğu, "Özgür Sohbetler" isimli podcast serisinde, günümüz Türkiyesi'nde gazetecilik yapmanın bedeline, içeriden bir bakış sunmaya çalışıyor.
Ocak 2023'te, T24 ekibine katıldı. 
Lulu'nun annesidir.

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Prof. Ayşe Buğra: AİHM sistemi de Avrupa Konseyi de bu çaresiz görüntüyle zarar gördü; TÜSİAD korktu, herkes susuyor, çok acıklı...

"Hele bizim içinde olduğumuz durumu düşününce, böyle bir ortamda kimsenin çok cesur davranabileceğini düşünmüyorum bugün. Arada bir şeyler söylediler ama genellikle herkes susuyor. Sadece TÜSİAD değil, sanat kültür kuruluşları da. Buna girmek istemiyorum çünkü bu çok acıklı bir konu. Ama önemli de bir konu..."

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Sorg: Barış süreci başarılı olursa AB ilişkilerindeki birçok engel kalkar; SDG ile görüşüyoruz, Türkiye biliyor

“Suriye’ye bakışımız pragmatik. Golani ve HTŞ’nin terör listesinden çıkması şu anda önceliğimiz değil. Türkiye’nin güvenlik menfaatleri meşrudur, Suriye’nin kuzeyindeki gruplar silah bırakmalı. Yeni Suriye’de IŞİD’in güçlenmesi ihtimali hepimiz için endişe kaynağı, Türkiye için de”

Ankara’nın ‘çözüm’ü Trump’a yetiştirme telaşı, ‘SDG yerine Türkiye+Arap gücü’ teklifi

Ankara baskın bir tavırla Trump’ı koltuğa oturur oturmaz Suriye’nin kuzeyinde kontrolü tamamen kendilerine terk etmesi noktasına getirmeye çalışacak. Tam da bu yüzden, içeride Öcalan insiyatifinde zamanla yarışıyor. Öcalan’ın en geç mart başında bir ‘silahları gömme’ çağrısı yapmasının Trump nezdinde ellerini güçlendireceğine inanıyorlar. Trump evreninde ne kadar etkili olduğunu bildiğimiz İsrail lobisinin ABD Başkanının kulağına üfleyecekleriyle, Erdoğan hükümetinin ültimatomlarının kafa kafaya yarışacağı bir döneme giriyoruz

"
"