(Bu yazı, “Başkanlığa değil bunlara ihtiyacımız var” başlıklı yazının devamı, ancak onu okumadıysanız da bunu okuyabilirsiniz.)
“Türkiye şu andaki yapısıyla Başkanlık sistemine geçerse seçimle gelmiş krallar işbaşına gelir. Türkiye’nin demokratikleşmesi için önce Seçim Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, Meclis İç Tüzüğü ve Anayasa’nın değişmesi gerekiyor. Bu dördü demokratik hale gelmeden Başkanlık sistemine geçiş, demokrasinin önünü açmak şöyle dursun, seçimle gelen kralları işbaşına getirebilir”.
Yukarıdaki sözleri 2 yıl önce yaptığımız röportajda, o sırada Saadet Partisi Genel Başkanı olan Numan Kurtulmuş söyledi. Fikrî takip konusunda hakkını vermek lazım, AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da bu dört metnin değişmesi gerektiğini söylüyor. Kurtulmuş geçen hafta katıldığı bir toplantıda mevzubahis metinlerin değişmesi gerektiğini tekrarladı.
Keza Mayıs ayında önce Kars’ta, sonra da İstanbul Beykoz’da yaptığı açıklamalarda Başkanlık sistemine geçişin ön şartı olarak gene bu dörtlünün değişmesi gerektiğini savundu. Ancak bir ayrıntıya dikkat; Kurtulmuş Mayıs’ta henüz AKP’li değildi, Has Parti’nin başındaydı. Kurtulmuş’un bir AKP yöneticisi olarak Başkanlık mevzuunda önümüzdeki günler/haftalar/aylarda diyecekleri, Kurtulmuş’un siyaset anlayışında ilkelilik, dürüstlük ve tutarlılık gibi kavramların ne ölçüde yer tuttuğu konusunda bize iyice fikir verecek.
Biz Kurtulmuş’un hâlihazırdaki reçetesi üzerinden ilerleyelim. Evet, Seçim Kanunu’nun değişmesi gerekiyor. Yasamanın güçlenmesi, temsilîliğinin artması, yürütmeyi denetleyebilmesi için bu gerekiyor, Başkanlığa geçilse de geçilmese de. Bu doğrultuda bir önceki yazıda şu görüşleri savunduk: Milletvekili adaylarının büyük çoğunluğu önseçimle belirlenmeli, yüzde 10 barajı kalkmalı ve (Almanya’daki gibi) karma sisteme geçilmeli.
Bu defa ise Türkiye’de pek üzerinde durulmayan bir konuya değineceğiz: Türkiye’de, nüfusla oranlandığında ve AB ülkeleri ile karşılaştırıldığında, milletvekili sayısının 550 olmasının son derece yetersiz olması.
Anti-politik popülizm
Bunu dile getirmek, hele ki siyasi partiler için, son derece zor. Türkiye’de siyaset, güvenilen bir müessese değil. Siyasetçilere yönelik yaygın bir popülist tepki vardır. Onlar daha ziyade tembel, kendi çıkarlarını düşünen, yalancı, güvenilmez, sürekli “kıyak emeklilik” vs. peşinde koşan insanlar olarak resmedilirler.
12 Eylül’ün toplum dimağında bıraktığı izlerden biri de budur, ülkeyi darbe noktasına getirenlerin hep sorumsuz siyasetçiler olduğu savunulurdu Kenan Evren tarafından. Cuntanın lideri 1982 referandumu öncesinde miting meydanlarında, televizyon ekranlarında evlere zoraki konuk olurken, basına konuşurken hep siyasetçi takımını kötülerdi.
Peki politikacılar hakkında halktaki bu genel kanaat hatalı mıdır? Hayır, büyük oranda doğrudur. Bir Hakan Şükür’e, Şamil Tayyar’a, Mehmet Metiner’e bakıp da ana akım siyaset için olumlu hisler beslemek mümkün müdür? Halktaki genel kanaatten ötürü bir parti “milletvekili sayısı 650 olsun, 700 olsun” derse insanların vereceği tepki şu olur: “Ne yani 100, 150 tane asalak daha mı milletin sırtından geçinecek, kıyak emeklilik elde edecek?” vb…
Ancak bizim sırtımızda yumurta küfesi olmadığı için istediğimiz görüşü savunabiliyoruz. Şimdi biraz görüşümüzü gerekçelendirelim…
Bir parlamento ne kadar büyük olursa o denli temsilî olur, o denli toplumdaki farklılıkların aynası olur, bunların sayesinde de yürütme karşısında güçlü olur. 12 Eylül öncesinde mecliste 450, senatoda da 150 olmak üzere toplam 600 parlamenter varken, yürütmeyi yasama karşısında güçlendirmeyi amaçlayan 12 Eylülcülerin senatoyu kaldırıp milletvekili sayısını da 400’e düşürmeleri boşuna değildi.
AB’ye göre daha az temsil ediliyoruz
Geçen yıl yaptığımız bir hesaplamaya göre Türkiye’de 1 milletvekiline 134 binden fazla yurttaş düşüyor. Bu sayı bugün 135 bini aşmıştır. Bazı AB ülkelerinin 2011 nüfuslarını dikkate alarak yaptığımız hesaplamalara göreyse Almanya’da milletvekili başına 131 bin, Fransa’da 113 bin, İtalya’da 97 bin, İngiltere’de ise 96 bin kişi düşüyor. Üstelik -İngiltere hariç- bu ülkelerin halkın oyuyla seçilen ikinci meclisleri (senatoları) var. Senatörleri de kattığınız zaman parlamenter başına düşen yurttaş sayısı iyice azalıyor.
Ezcümle, Türkiyeli seçmenler bu dört ülke ve diğer pek çok AB üyesindeki seçmenlere göre “eksik” temsil ediliyor.
Peki meclisin büyümesinin kime ne faydası vardır? Yukarıda biraz değindik, devam edelim. Dünyadaki örneklerden çıkarılacak genel eğilim, genel kural şudur; üye sayısı arttıkça meclisler daha temsilî olur, seçim sonuçları meclisteki sandalye dağılımına daha adil biçimde yansır.
Toplam vekil sayısının artması, seçim çevrelerinin büyümesi anlamına gelir (söz gelimi İstanbul’u temsil eden vekil sayısı 85’ten 95’e çıkar, Bayburt’unki birken iki olur). Seçim çevrelerinin büyümesi, sonuçların daha adaletli olması anlamına gelir. Hele ki yüzde 10 barajı da kalkarsa, halkın sandıkta kullandığı oy meclise daha adaletli biçimde yansır.
Ne kadar adil sistem, o kadar kadın temsili
Milletvekili sayısının artması, bundan dolayı seçim çevrelerinin genişlemesi ve sonuçların daha orantılı olması kadınlara da yarar. Siyaset bilimci David Farrell’ın ortaya koyduğu gibi; bir seçim çevresinden seçilen vekil sayısı arttıkça partiler daha fazla sayıda kadın aday göstermektedir. Kadınların temsili konusunda 49 ülkeyi kapsayan araştırmasında ise Farrell şu sonuçlara varmıştır:
Seçim sisteminin orantılı olduğu ülkelerde ortalama kadın milletvekili oranı yüzde 21.18, kısmen orantılı bir seçim sistemine sahip ülkelerde bu oran yüzde 13.63, orantısallığı düşük sistemlerin uygulandığı ülkelerde ise meclisteki kadın oranı yüzde 12.32’dir.
Aynı doğrultuda bir başka çalışma Arend Lijphart’ın imzasını taşıyor. Lijphart, orantılı seçim sistemleri uygulayan ülkelerde ortalama kadın parlamenter sayısının çoğunluk sistemi uygulayan ülkelere göre yüzde 6.7 oranında daha fazla olduğunu belirtiyor.
1957’deki vekil sayısı şimdikinden 60 fazlaydı
Milletvekili başına düşen yurttaş sayısı açısından bakıldığında Türkiye tarihinin en “eksik temsilli” meclislerinden biri şu an görevde. Nüfus artmaya devam edeceğine göre, vekil sayısı 550’de kaldıkça bu eksik temsil hali ağırlaşarak sürecek. Enteresandır, TBMM geçmişte pek çok yasama döneminde bu açıdan daha iyi durumdaydı.
1960 darbesine dek TBMM’nin üye sayısı nüfus artışıyla oranlı bir şekilde artardı. Milletvekili sayısı 1946’da 462, 1950’de 487, 1954’te 541, 1957’de ise tam 610’du. O zamanlar Türkiye nüfusunun şimdikinin yarısından az olduğunu hatırlamalı. 1961’de parlamenter sayısı meclis için 450, senato için 150 olarak sabitlendi. Yani her bir TBMM üyesine düşen yurttaş sayısı bugüne göre çok daha düşüktü.
(Devam edecek…)