Mutlu bir hayat filizlenir
Kavganın ufuklarında
Devletsiz bir yaşam mümkünmüş ve çok güzel oluyormuş.
Gezi Parkı bize bunu söylüyor.
“İşgalcilerin” (tırnak içine aldım çünkü kamuya, kendine ait olana sahip çıkana işgalci denmez), direnişçilerin, çadırını kurup Gezi’yi evi belleyenlerin yanı sıra, gezip görmeye gelenler de oluyor. Gelsinler tabii ki, başımızın üstünde yerleri var. Eşitlik ve dayanışma sofrasından onlar da sebeplensinler.
Seyyar satıcı tezgâhlarındaki köfte ekmek ve karpuz dilimleri dışında hiçbir şeyi parayla almıyorsunuz. Paranın yerini takas almış durumda. Zorunlu iş bölümünün yerini de gönüllü iş bölümü. Alıyorsunuz, veriyorsunuz. Verebildiğiniz kadar veriyor, ihtiyacınız kadar alıyorsunuz.
Herkes becerisine göre bir işin ucundan tutuyor. Kimi evinden börek ve dolma getiriyor, kimi Gezi kütüphanesine kitap. Kimi çöp topluyor, kimi LYS’ye gireceklere ders veriyor. Güneşin sofrasında ve dostların arasındasınız, bedavaya karnınızı doyuruyorsunuz. Ama dikkat, bedavaya derken beleşe değil. Beleşçilik değil bu yapılan. Tüketirken de ihtiyacınız kadar tüketiyorsunuz.
Çok söylendi ve yazıldı; her siyasetten insan var. Hiçbir siyasetten olmayan on binlerce insan da var. Özgürlük havası hep beraber solunuyor.
Bu ortamda haklı sayılabilecek kaygılarla örgütler, partiler flamalarını indirsin gibi talepler de seslendiriliyor.
Kaygı iyi niyetli. Ama burası özgürlük ortamı değil mi? “Normal zamanlarda” kendilerine kürsü bulamayan, sözde kamusal olan alanlara kürsüsünü kuramayan, medyanın zifiri bir körlükle yüz çevirdiği siyasi gruplar neden biz buradayız demesin ki? Özgürlükse herkese özgürlük, örgütlüye de örgütsüze de.
Kaldı ki 31 Mayıs’taki halk ayaklanmasında yüz binler Taksim’e yürürken, ayaklanma ertesi gün de sürerken ve bu Şirinler Köyü’nü mümkün kılan barikatlar kurulurken; o örgütler olmasaydı halimiz nice olurdu? Polisin karşısında dikilip hayatında ilk kez eyleme çıkmışlara güven verirken, paniği ve izdihamı engellerken, barikatlara malzeme “yaratırken” hep onlar vardı, bilhassa onlar vardı.
Gezi Parkı, Taksim Komünü’nün kalbi. Mutlu bir hayatın filizlendiği yer. Burası ayaklanmadan önceki Gezi Parkı’ndan yüz kat daha güvenli. Defalarca duydum, belki duymamışlar vardır diye paylaşayım: Mayıs’ın son günlerine kadar epey tekinsiz olan bu bölgede isyan başladığından beri tek bir taciz vakası yaşanmamış. Kadınların 12 gündür en ön saflarda olması, 12 gündür Taksim Komünü’nde cinsiyet eşitliğinin tam anlamıyla hayata geçmesi boşuna değil. Kadınlar burada özgür ve mutlu.
Şirinler Köyü’nün akıbeti ne olur, genel olarak isyanın akıbeti ne olur (özellikle diğer şehirlerde ve Gazi Mahallesi gibi yerlerde polisin devam eden saldırganlığına bakınca) bilemiyorum. Devletin yaklaşık 5 gündür bize bulaşmamasının taktiksel ve geçici bir şey olduğunu sezebiliyorum. İnsanlar da bunun farkında olmalı ki Gezi’de sık sık “Dayan Ankara” ve “Her yer Kızılay her yer direniş” sloganları atılıyor.
Ama bildiğim bir şey var, bu halk yenilmeyecek. Taksim Komünü dışındaki bölgelerden yer yer gelen –ve doğru olmadıklarını ummak istediğim– kimi haberlere, çirkinliklere rağmen (bazılarının türbanlı kadınlara sözlü tacizlerde ve olumsuz davranışlarda bulunması gibi) halkın ikiye bölüneceğine asla inanmıyorum. Tayyip Erdoğan bunun olmasını çok istiyor olabilir, ama dizginler artık Ankara’nın değil halkın elinde.
Halkın yenilmeyeceğinden nasıl bu kadar emin olduğumu merak edenler olabilir. 31 Mayıs’a dönerek bitireyim. O gün sabah 5’ten sabaha karşı 2’ye kadar gaz yedim (arada istirahat ettik tabii). Haliyle göz pınarlarımız çok çalıştı. Ama en çok gözyaşını saat 2’den sonra bitik bir halde eve dönerken döktüm. Sırtına 4-5 yaşındaki kızını almış genç babalar, pijamasıyla sokağa çıkmış teyzeler, her yaş ve cinsiyetten “sıradan” insanlar ellerinde tencere tavayla sokağa çıkıyor, gürültü ve tezahürat yapıyordu. Gün boyu değil,buna şahit olunca ağladım.
Vedat Türkali’nin “boşuna çekilmedi bunca acılar” dizelerinin bir karşılığının olduğunu, olabileceğini iliklerine kadar hissetmek Türkiyeli bir sosyaliste kaç kez nasip olur ki şu hayatta.