Yalnız insanlığın yapay zekâyla imtihanı: Aşkın Algoritması
Aşkın Algoritması fütürist bir öngörüyle, yaşadığımız dünyanın “insan ilişkileri pazarı”na dönüştüğü bir evreni bize sunuyor
Aşkın Algoritması, “uygarlaşacak ve uygarlaştıracağım” diye koşulları sürekli zorlayan, her şeyi meta haline çeviren ve yapaylaştıran insanlığın yoldan çıkmış durumu hakkında bize fragmanlar sunuyor.
Hafta içinde Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi’nin düzenlediği 3. Sanat ve Tasarım Eğitimi Sempozyumu’ndaydım. Alt başlığı, “Dijital Çağda Sanat ve Tasarım” olan Sempozyum’un benim de konuşmacı olduğum birinci oturumundaki diğer konuşmacı Prof.Dr. İncilay Yurdakul, bildirisini Yapay Zekâ’nın reklamlarla ilişkisine ayırmıştı ve yaşadığımız çağda yapay zekânın (artifical intelligence) insanların yaptığı pek çok şeyi yapabildiklerini reklamların özelinde örnekleyerek anlattı.
Dijital çağın sanat ve tasarıma etkileri üzerine yoğunlaşan bir hafta geçirip hafta sonu da yapay zekanın bir sonucu olarak robotlarla insanların birbirinden neredeyse ayırt edilemeyecek kadar iç içe girdikleri bir dönemi anlatan Aşkın Algoritması (Zoe) isimli yeni vizyon filmini görmek hayli manidar bir çakışma oldu.
Filmde uygulayıcı yapımcı olarak Ridley Scott’un ismine rastladığınızda onun kült bilim kurgu yapıtları “Alien” (Yaratık-1979) ve “Blade Runner” (Bıçak Sırtı-1982) filmlerini anımsamadan geçemeyerek bu filmin de etkili vaatlerde bulunduğunu düşünüyorsunuz.
Aşkın Algoritması, teknolojiyi romantik ilişkilerin emrine sunan bir şirketin yarattığı robotlar ve onların insanlarla ilişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Cole (Ewan McGregor), şirketin yapay zekâ üreten mühendislerinden birisidir. Şirket önce başarılı bir ilişkinin olasılıklarını belirleyen bir algoritma (hesap işlemi) üretmiş ve bilgisayarlar aracılığıyla çiftlerin uygunluk durumları üzerine saptamalar yapmaktadır. Bu süreç gelişerek çağımızın vebası olan iletişimsizlik ve onun doğal sonucu yalnızlık içinde kıvranan insanlar için, bir bakıma ruh ikizi olabilecek robot insanların tasarlanmasına “evrilir.” Bu iş öyle noktalara varmıştır ki, “robo-genelevler” bile hizmet vermektedir.
Şirket, ürettiği çağdaş uyuşturucu ilaç Benysol (tükenmiş ilişkileri uyarıcı ilaç) ile, insanlara kısa süreli mutluluk satıyor. Halkın “blaze” (alevlenmek) adını verdiği ilaç giderek bir çılgınlığa dönüşüyor. Diğer yandan beyinsel faaliyetleri hakkında anatomik yargıda bulunamasak da, iç organları yerine insanımsı yapay cildin altında yapışkan görünümlü elyafa benzeyen maddeyle üretilen “yapay insanlar”ın; yaratabilen, hayal edebilen ve hissedebilen robotlar olduğunu anlıyoruz. Fakat üretilirken her detay öngörülemediği için, bu robotlar, özellikle Zoe, üzücü durumlar karşısında göz yaşı dökemiyor… Bu arada Zoe’nun bir çeşit psikanalisti olan ve içini dökmesine katkıda bulunan erkek robot Ash, teknoloji fuarı öncesinde tamamlanıyor ve insanın onu tanıyınca yapay zekalı bir robot neden olamadım diye hayıflanası geliyor!..
Mizah bir yana, “Aşkın Algoritması”, “uygarlaşacağım ve uygarlaştıracağım” diye koşulları sürekli zorlayan, her şeyi meta haline çeviren ve yapaylaştıran insanlığın yoldan çıkmış durumu hakkında bize fragmanlar sunmakta. Diğer taraftan sinema gibi önemli bir sanatın, bu vasfı kazanmasında belirleyici olan “görüntülerle düşünmek” eyleminde, yönetmen Drake Doremus seçtiği biçim ile öyküsünü aynı etkileyicilikte bir sinema diline dönüştüremiyor. Görüntülerin parlaklık ve kontrast değerlerinin aynı sahnenin içinde farklılıklar göstermesi, bir eğretileme mi var sorusunu akla getirse de bunun bir karşılığı olmadığı anlaşılıyor.
Filmin senaryosunu yönetmen Doremus ve Richard Greenberg yazmış. Doremus filmini anaakım sinema stilinde ilerletirken, sinema dili ve seçtiği biçim aracılığıyla kendi estetiğini de oluşturma iddiasında bir “auteur” yaklaşımını simule ediyor. Başrollerinde Evan McGregor, Lea Seydoux ve Theo James’in yer aldığı filmde, oyuncuların yüksek bir performansından söz etmek pek mümkün değil. Diğer yandan robot fahişe Jewels rolünde, Amerikalı ünlü pop, gospel, Jazz, R&B müzisyeni ve söz yazarı Christina Aguliera’nın oynadığını ekleyelim.
Film fütürist bir öngörüyle, yaşadığımız dünyanın “insan ilişkileri pazarı”na dönüştüğü bir evreni bize sunar. Ama bu evren, fiziksel çerçevede günümüzün dünyasından farklı görünmemektedir. Başlarda, günümüzün post-truth (hakikat-sonrası) dünyasındaki çaresizliğe, insan ilişkilerindeki iletişimsizliğe ve yalnızlığa ilişkin bizi bir dizi soru sormaya yöneltme iddiasında olan filmi sabırla seyreden seyirci, bu tarz sorulara da kışkırtıcı karşılıklar bulabilir.
Filmin kimi kusurları içinde ise en çok göze batanın film müzikleri olduğunu belirtmek abartı olmayacaktır. Yönetmen Doremus, neredeyse insan gibi robotlara kafayı taktığı için, onların duygusal dünyalarını da film müzikleriyle ifade etmekte beis görmemiş. Zaman zaman klip estetiğine dönüşen filmi, sinema öğrencilerinin temkinli izlemelerinin yararlı olacağını eklemek lazım.
Filistin’in anayurdu ile gittiği yerler arasında beklenmedik benzerlikler olduğunu gözlemleyen ana karakter, bumerang gibi ülkesine geri dönerken nerenin gurbet, nerenin ise memleket olduğu sorusunu da tartışmaya açıyor