08 Mart 2014

Erkeklik: İktidarın taşıyanı ezmesi

İnsanlar üzerinde yapılan ilk ayrım cinsiyet üzerinden... Fiziksel farklılık sonucunda oluşan bu ayrım da; erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyet tanımlanmış ve bu farklılık geçmişten günümüze toplumun yapısını şekillendirmiş, toplum içerisinde cinsiyetlerinden dolayı insanların farklı şekillerde konumlandırılmalarına sebep olmuş.

 

İnsanlar üzerinde yapılan ilk ayrım cinsiyet üzerinden... Fiziksel farklılık sonucunda oluşan bu ayrım da; erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyet tanımlanmış ve bu farklılık geçmişten günümüze toplumun yapısını şekillendirmiş, toplum içerisinde cinsiyetlerinden dolayı insanların farklı şekillerde konumlandırılmalarına sebep olmuş. Tayfun Atay’a göre kadınlık ve erkekliği birbirinin karşıtı olarak değerlendiren kültürler, onların toplumsal ve psikolojik farklılıklarını abartmışlar oysa farklı olmaktan çok, daha fazla benzer olan erkek ve kadın ancak birbiriyle birleştiğinde “tamlık” kazanabilen eksik yarımlar olarak görülmeli. Bir kez erkek olmayı hak ettikten sonra erkeğin “erkeklik”le işi bitmez. Bir tür iğneli fıçı misali, taşıyıcısı olduğu iktidarı her daim hayata geçirmesi, hep yeniden üretmesi beklenir ondan. Bu, bir yönüyle “iktidar”ın ona maruz kalanı değil, onu temsil edeni, “taşıyan”ı ezmesi durumudur. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde kadının toplum içerisinde tutulduğu konum incelenirken erkeğin taşıdığı iktidarın altında ezilmesi de düşünülmelidir. Nihayetinde toplum içerisinde oynanan rollerin sağlıksızlığı toplumun da sağlıksız yapısının süregelmesine neden oluyor.  

Özlem Yalçınkaya’ya göre erkeklik, bir cinsiyet değil bir iktidar biçimi olarak, cinsiyetler üstü kültürel bir yapı halini almıştır. Bunun somut temsili erkek cinsidir ama erkeklik sadece erkek cinsine atfedilemez. Erkek, zaten kendisinden yana olan, ataerkil kültürün içine doğumundan itibaren bunun bir mikro temsili olarak sosyalleşir. Ancak kadın da kendisine düşen, erkek merkezli olarak tanımlanmış ve normal olan “kadınlık”  rolünü kabullenip uygulayarak mevcut erkek kültürü üreten önemli ayaklardan biri haline gelir. Yani ataerkil olmak için “erk” sahibi olmak gerekmez. Uyruk olmak, ezilen tarafta olmak ve burada kalmamak için herhangi bir çabaya soyunmamak da “erkek” kültürün önemli bir uzvu olmak anlamını taşıdığından pek çoğumuz daha önce en az bir kez(!) erkek olduk denilebilir.  Çünkü böylece ataerkil iktidar, uyruklarının yaşam pratiklerince meşrulaştırılmakta ve düzenleyici gücünü düzenlediği özneler üzerinden üreterek toplumsal yaşamın derinlerine kök salan bir yapılanma halini almaktadır.

Semih Sökmen’e göre erkek çocuk erkekliğe atanır. Atandığı yere layık olmak için çabalar, ama huzur bulur bulmaz yeniden atanacaktır – avlanmaya, evin dışına, güçlü olmaya, ayakta kalmaya, tökezlememeye, diğer erkeklerle kıyasıya rekabet etmeye, teknik işleri yapmaya, problemleri çözmeye, ketum, zalim ve kıyıcı olmaya, ya da en azından yumuşak olmamaya, sözünün eri olmaya, acı duymamaya, işin hülasası “savaşmaya” atanır – yalnızca gerçek orduda gerçek bir asker olarak savaş zamanında değil, bütün temel güdülerinde orduyu taklit eden sıradan günlük yaşamda da, gelmekte olan büyük savaşa sinsi bir hazırlıktan ibaretmiş gibi duran normal barış zamanında da…

“Yeterince erkek” olmak bir kere elde edilip sonuna kadar süren bir şey değildir der Terrence Real. Erkek topluluğu tarafından izlenerek, tartılarak ve yargılanarak verilen bir şeydir. Aslında erkek “olmak”, bir erkek referans topluluğu tarafından kişinin erkekliğinin onaylanmasıdır. Erkekliğin oluşması, sosyal bir süreçtir. Dişiliğin tersine erkeklik, verilir. Bağışlanan bir şey olduğu için geri de alınabilir.

Ait olduğu kültür hangisi olursa olsun, erkek çocuk daima üç tür korkuyla karşı karşıyadır;

 

-  Erillik özelliklerini yitirmek,

-  Tam bir erkek olamamak,

-  Bebekliğin edilgenliğine dönmek.

 

Gilmore’a göre, dünyadaki tüm erkek kimliklerine baktığımızda üç temel ölçüt vardır:

 

-  Bir kadını hamile bırakmak,

-  Kendisine bağımlı olanları tehlikelerden korumak,

-  Hısım ve akrabalarını geçindirebilmek.
 

Bu ölçütlerin önem dereceleri toplumlara göre farklılık gösterse de, erkeklik bu ölçülere cevap verebildiği ölçüde devam eder. Erkeklik kimlikleri “dölleyici, koruyucu, geçindirici” özellikleri üzerine kurulur. Tüm toplumlarda bu üç zorunluluk birçok mücadeleye ve tehlikeye yol açar. Bu mücadelelerde tüm yakın çevresi, yeri geldiğinde de tüm toplum söz konusudur. İlk madde de kişi erkekliğini toplum karşısında ispatlar ve soyunun devam etmesini sağlar. Ataerkil toplumlarda soy baba üzerinden yürür ve çocuk erkeğin soyunun devamını sağlar. Anaerkil toplumlarda ise soy anne üzerinden yürür. Kendisine bağımlı olanları korumak erkeğin ataerkil toplum içerisinde en büyük düşman güç olan yine erkeklere karşı mücadelesini içerir. Ataerkil toplum içerisinde kadın ve çocuk korunan, erkek koruyan rolünü üstlenmiştir. Korumanın bir uzantısı olarak erkek aynı zamanda hısım ve akrabalarını geçindirebilmek zorundadır. Günümüz toplumlarında bu zorunluluk aile yapısının çekirdek aile düzenine geçmesiyle beraber ortadan kalkmaya başlamıştır. Bu üç madde de erkekliğin toplumun beklentilerini gerçekleştirmek üzerine şekillendiğini görülmektedir. Kadın hareketinin kadının toplum içerisinde daha belirgin bir şekilde var olabilmesi ve kadının kendisini tanıyarak ifade edebilmesini sağlaması amacında olduğunu kabul edersek erkekler içinde benzeri bir hareketin faaliyete geçmesi gerektiğinden bahsetmek gerekmektedir.

Hiç farkında olmadan erkeklerin bedenlerine kazınan davranışlar, yaşamlarının her alanında tekrarlanır. Neredeyse daha doğmadan belirlenmeye başlayan erkek birey, yavaş yavaş ve uzun bir süreçte, erkek olmanın gereklerini farkında olmadan içselleştirir. Bu hareketler, yürümekten kadeh tutmaya, çeşitli hareket biçimlerinden, parmak kaldırmaya, laf atmaktan direksiyon tutmaya, konuşmaktan omuz atmaya uzanan bir aralıkta değişiklik gösterir. Heiliger ve Engelfried’e göre erkeklik oluşumunda sosyalizasyonun önemini vurgulayan araştırmalarda, sosyalizasyon modeli sekiz farklı noktada ele alınır:

1.Erkekler dünyası olarak toplumsal açıdan yapılandırılan ve kadınların dünyası olan iç dünyaya kıyasla daha olumlu sıfatlarla tanımlanan “dış dünya”nın varlığıdır. Bu dünyanın yarattığı modeller, güçlü, acı çekmeyen, ağlamayan ve daima rasyonel olan erkekliklerdir.

2.Emeğin toplumsal dağılımında, kadına, yeniden üretim alanında görev verilmesine ve erkeğin bundan faydalanmasına işaret eden “kullanma” kavramıyla açıklanır.

3.Erkek sosyalizasyonunda, erkeğin kendisi ve duyguları hakkında konuşamamayı ifade eden “suskunluk” olarak betimlenir.

4.Suskunluğa bağlı olarak gelişen dördüncü özellik ise “yalnızlık” olarak ifade edilir. Buna göre, erkekler sorunlarını tek başlarına çözmek zorunda olduklarını düşünürler, zira yalnızlık, “kadınsılıktan arınmış, pozitif bir değer olarak algılanır. Yalnızlığa adanmışlık, aynı zamanda, sürekli bir terk edilme korkusuyla iç içedir.

5.Duyguların ifade edilmesinin ve dışavurumunun negatif davranış olarak tanımlandığı pota ise, erkeklik sosyalizasyonunun belirleyici beşinci hususu olan “rasyonelliktir”.

6.Rasyonelliğin sonucunda oluşan “sürekli denetim pozisyonu”, altıncı husus olarak, erkeğin toplumsal alanda belirleyici olan her noktada egemenlik kurma gereksinimine işaret eder.

7.Bu egemenlik kurma dürtüsü ise, erkekliğin sosyalizasyonundaki yedinci husus olan “şiddetin”, toplumsal sorunların çözümünde tercih edilen bir davranış biçimine bağlı olarak ortaya çıkmasıdır.

8.Erkeklik oluşumunda öne çıkan vücut ve beyin kopukluğunun sonucundaki “fizyolojik uzaklık” olarak ifade edilir. Burada, erkeğin, kendi vücudunu, örneğin sporda olduğu gibi, işlevleştirilmesi vurgulanır.

Sadece üreme anlamında değil sosyal hayatın oluşmasında ve insanlığın farklı yönlerden gelişiminde bu farklılığın uzlaşması ve çatışması etkili olmuştur. ‘Erkeklik’, erkeklerin kültürel ve teknolojik gelişim içerisinde kurdukları hiyerarşik düzenin ve buna bağlı kültürel, ideolojik, dilsel ve siyasal olguların devamını sağlamak için oluşturdukları bir biçimlenmedir. “Erkek” olmak, ‘kadınlık’ içerisinde tanımlanan insanla ilgili her türlü gerçekliğin, duygunun, davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir harekete ve özelliğe hoşgörü ve izin yoktur; bu şekilde tanımlananlar genelde “eşcinsel” veya “efemine” kategorileri altında adlandırılırlar.

Erkek sözü, ataerkil toplumlarda her zaman iyiyi, doğru olanı, üstün olanı ifade etmek için kullanılır. Cinsin bitip, cinsiyetin başladığı noktayı kestirmek güç ama sonuçta, bir cinsiyet olarak erkeklik, her zaman özenilecek ve doğru olana yönelik bir kavram olarak sunulur. Bu nedenledir ki, tuttuğunu koparan kadınlara "erkek gibi kadın", "delikanlı kız" gibi sözler söylenir. Zayıf, iki yüzlü davranan erkekler, "biraz erkek ol"sözüyle uyarılır. Aşağılamak için ise "sen de erkek misin", denir. Mertlik, dürüstlük, cesaret gibi kavramlar hep bu "erkeklik" fenomeninin bir parçası gibi görülür. Ataerkilliğin güçlü olduğu ortamlarda, bu fenomen gerçek bir biçimde yaşanıyor mu, aslında hayır. Ama bu fenomenin erkekler için çağlardır bir model oluşturmada başarı gösterdiği tartışılmaz. En azından yüzyıllardır erkekler, "yiğit, yürekli, kudretli" olana özendiler, kimliklerini bu özenme duygusuyla biçimlendirdiler. Kendilerine özgü "raconlar" icat ettiler. Güçsüz gördükleri için kadınları korumak ve kollamak gibi bir görevleri bulunduğuna inandılar. Günümüzde araştırmalar gösteriyor ki, artık erkeklerin bir çoğu kadınları kendilerinden "güçsüz" bulmuyor.

Çağdaş Demren’e göre kadınlar için yaşam bir mücadele ve meydan okuma ağını içermez. Onların daha çok ‘yük’ kavramı içerisinde alabileceğimiz zorlukları vardır. Bunlar da mücadeleyi içerirler fakat bu yaşama karşı yürütülen bir mücadele değildir, bu kendisinden beklenilen görevleri yerine getirme ve devam ettirme, “kadınlığını koruma” mücadelesidir. Burada söz konusu olan bir “kanıtlama” süreci değil, bir “koruma” sürecidir. Bir kadın o toplumun kendisinden beklediği egemen kadınlık biçimini korumak zorundadır. Koruyamadığı an onun “kadınlığı” reddedilmez; ama o toplumca aşağılanan ve olumsuzlanan kadınlığın başka bir kategorisi içerisine sokulur. Bir erkek ise, başarısız olduğu an veya “erkekliğini” kanıtlayamadığı zaman o toplumca sembolik anlamda “hadım edilir”. Bu, onun biyolojik erkekliğinin tamamen reddedilme tehdidini içerir. Bu, gerçekte onun hiçbir zaman bu noktaya düşmek istemediğini gösterir. Zaten, genelde bu bir tehdit düzeyinde kalır, erkekler yaşam mücadelesi içinde ister istemez erkekliklerini bir şekilde kanıtlamak zorunda bırakılırlar.

1970’lerde “erkek hareketi” yazarlarının sık sık dikkat çektiği gibi aslında çoğu erkek, ataerkillik ideologlarının satmaya çalıştığı sert, egemen ve dövüşken erkeklik imajına uymamaktadır. Zaten bu imaj da uyulsun diye tasarlanmamıştır. En azından üç öğe içeren genel bir hiyerarşi yaratılmıştır: Hegemonik erkeklik, (baskın birliklerinde değil, kolektif projede suça ortak olan) tutucu erkeklikler ve tabi kılınmış erkeklikler. Hegemonyacı erkeklik fiziksel güç ve üstünlük ile tanımlanır. Pişmanlık ve belirsizlik gibi hislerden yoksun, heteroseksüel, iktisadi açıdan bağımsız, kadınlar ve öteki erkekler üzerinde otorite taşıyan ve cinsel fetihlere aşırı ilgi gösteren bir kişidir hegemonyacı erkek. Ne kadar çok dişiyi döllerse o kadar tatmin olacağına duyduğu inancın, doğasından kaynaklandığını, biyolojik olarak da buna mecbur olduğunu sanır. Oysa günümüz kent toplumlarında erkeklerin pek çoğu bu özelliklerden en az bir kaçını taşımıyor. Yine de popüler kültür, "hegemonyacı erkekliği" sonuna kadar destekliyor. Hegemonyacı erkeklik, en azından bir kurum olarak kendini koruyor ve gerektiğinde kendi kurallarını ortaya koymaktan çekinmiyor.

Ev yaşamında ve toplum içerisinde erkek iki farklı tiplemeyle karşımıza çıkabilir. Bu konuda çarpıcı örneklerden bir tanesi “Çocuklar Duymasın” dizisinin iki karakteri arasında yaşanan çatışmadır. Haluk karakteri sert mizacı, evi koruyan ve geçimini sağlayan kişi tiplemesiyle ataerkil toplumun “tam” bir erkeğidir. Fakat Zero Tuna eşine ev dışında ve içinde yardım etmeyi seçmektedir. Koruyuculuğu belirgin değildir ve evin işleyişi üzerinde baskın bir hakimiyeti yoktur. Kadınlar tarafından ev içerisinde Selami ev dışında ise Haluk tipinin tercih edildiği anlaşılmaktadır.

Elizabeth Badinter’e göre erkeklerin kimlikleri ve çift cinsiyetlilikleriyle ilgili olarak yaşadıkları zorluklar, kadınlarla olan ilişkilerine de yansır. Bugün erkeklerden açıkça şikayet eden kadınlardır; erkekler ise aynı şeyi yapamıyorlar. Oysa başlatmaya talip olmadıkları bir evrimin asıl kurbanları onlardır. Kadınların eşitlikçi taleplerinin haklılığını kabul etmeye hazır olduklarına bile pek çoğu bunu erkekliklerine yönelik kabul edilemez bir tehdit olarak algılıyor. Cinslerin benzerliği onları gizliden gizliye korkutuyor, çünkü bunu insanlığın aşırı kadınsılaşması sürecinde, kendi özgüllüklerinin yitişi olarak görüyorlar. Tüm ayrıcalıklara sahip olduğu ve kadının efendisi olmak istediği yerlerde bile erkek, kendini yeniden üretebilmesi, günlük yaşamını sürdürmesi ve öteki erkeklerle barış içinde yaşayabilmesi kadına bağlı olduğu için ona kimi ödünler vermek zorunda kaldı. Demokrasi konusunda başkalarına göre daha titiz olan Batı toplumlarında kadınlar, erkeklerle aralarındaki eşitsiz ilişkiye son vermek için egemen ideolojiden yararlandılar. Geleneksel işlevleri gözden düştüğü için, rollerin eşit paylaşılması ve yeniden değerlendirmesi durumunda bile eski rol ayrımıyla yetinmek istemediler. Tüm güçleriyle insanı primattan ayırdığını gördüğümüz tamamlayıcılık modeline karşı savaşarak insanlık tarihine daha önce bilinmeyen tipte bir kadın-erkek ilişkisi yarattılar. Dünya artık birbirini tamamlayan kadın ya da erkek alanları arasında bölüşülmekten çıkarak iki cinsin eşit olarak katılabileceği türdeş bir görünüm kazanıyor. Eşitlik sorunu yavaş yavaş Birinin ve Ötekinin özgüllüğü sorununa dönüşüyor. Öyle anlaşılıyor ki, kadınlar çift cinsiyetliliklerini erkeklerden daha iyi yaşıyorlar. Kadınlıklarından emin oldukları için erkeksiliklerini çekinmeden ortaya koyabiliyor ve kullanabiliyorlar. Yaşamlarının değişik dönemlerinde ya da günün değişik saatlerinde kolaylıkla kadın rolünden erkek rolüne ve gerisin geriye kadın rolüne geçebildikleri için, çiftcinsiyetliliklerinin kadın kimliklerini tehdit ettiği duygusuna kapılmıyor, tersine bir rolden ötekine geçişi, daha zengin ve önceden belirlenmiş bir varoluşun koşulu gibi algılayabiliyorlar. Genellikle kadınlar yeni durumlarından hoşnut görünüyor ve erkeklerin “ikizi” olma düşüncesinden tat alıyorlar. Şikayetleri, eski modelin yitirilişiyle değil, eşlerinin ondan daha yavaş değişmesiyle, direnmesiyle, hatta zaman zaman gerilemesiyle ilgili. Herşeyi kendileri yüklenmek zorunda kaldıklarından yakınan kadınlar rollerin cinsler arasında eski paylaşımına dönmek gibi bir istek belirtmiyor, yalnızca yaşamla ilgili tüm işlerin ikiye bölünmesini istediklerini söylüyorlar. Erkeklerin öteki cinslerini kendilerinin yaşadığı kadar iyi yaşamalarını ve kadınların ikizi olduklarını kabullenmelerini bekliyorlar.

Bianet’teki yazısında Gamze (soyadını belirtmemiş) kadınların eskisine göre daha talepkar; erkeklerden değilse de, hayatın genelinden daha çok şey talep ettiklerini söylüyor. Kadınların bir kısmı boynunu büküp köşesine çekilmektense, hayatın içine cengaverler gibi atıyor kendini. Üstelik elinde maddi güç ve eğitim gibi silahlar bulunuyor. Bütün bu tavır karşısında da erkek bir model boşluğuna düşüyor. Bu yeni kadına babasının annesine davrandığı gibi davranamıyor. Bu yeni kadınla ilişki kurmak için, iletişim kurmak için hangi fikir trenine atlayacağını bilemiyor. Kıvranıyor, kıvranıyor, çoğunlukla giderek mutant, ucube, tuhaf bir varlığa dönüşüyor.

Erkek gelişiminde, karşı tarafa duyarlılık ve empati (kendini karşı tarafın yerine koyarak olayı anlamak) desteklenen bir tutum değildir. Çünkü bu tür bir duyarlılık, ancak kadınlara mahsustur. Çünkü duyarlılık, erkek-egemen söyleme göre, “zaaf” ya da “zayıflık” anlamına gelir.  Duyarlı olmak, rakibinin yaşayacakları ile empati kurmak durdurucu, zayıflatıcıdır. Bu nedenle, bu gibi insanca tutumlar erkekliğin yollarında hızla törpülenir. Askerlik süreci de bu tür duyarlılıkların erozyonu, hatta söndürülmesine katkıda bulunur. Saldırganlık, yok etme, öldürme güdüsü ve davranışları, rekabet durumlarında açıkça sergilendiği gibi, ‘normalleştirilir’ ve yasallaştırılır. Böylelikle, erkekler, erkek-egemen bir toplumda ayakta kalabilmek, başarmak ve toplumsal olarak (hem erkekler, hem de kadınlar tarafından!) kabul görebilmek için, doğal duyarlılıklarından uzaklaşmaya, insanca taraflarını yadsımaya, hatta vazgeçmeye yönelirler.

Semih Sökmen’e göre Türkiyeli “modern” erkeğin ruhsal haritasını çizmeye devam ediyor. Şizofren bir ruh hali bu: Erkek, hem kadının modernleşmesini, kendi başına ayakta durabilmesini, kendi adına birşeyler yapabilmesini istiyor, kadını öne doğru iteliyor, kendi özel hayatında modern kadını arzuluyor, kadının modernliğinden kendine paye çıkartmaya çalışıyor, ama aynı zamanda ketliyor, haddini aşmaması, fazla ileri gitmemesi gerektiğini düşünüyor, sınırlamaya, tanımlamaya, kuralları koymaya devam etmek istiyor. Mazbut etek-döpiyesiyle olsun türbanıyla olsun kadının, kadın bedeninin toplumun bu kadar merkezine oturmuş olması da bundan.

Can Dündar, Sökmen’in görüşlerini olumlayan bir yazısında pala bıyıkları, şahin bakışları, tespih, künye, yumurta topuktan aksesuarıyla asırlarca evinin ve toplumunun tek hakimi durumunda bulunan Türk erkeği '80'lerden bu yana süngüsünü düşürdüğünü belirtiyor. İşsiz güçsüz kalıp eve para götüremez hale gelince karısına kızına söz geçiremez olmuştu. Diklenecek olsa "Kirayı ben ödüyorum" cevabını alıyordu. Dahası, örgütlenen kadınlar haklarını arar, ezikliklerinin hesabını sorar hale gelmişlerdi. 'Maço', bıyığını kesti ve dövüşerek çekilmeyi seçti.

Türkiye’de bir “Türk” hegemon erkekliğinden söz edilebilir diyor Çağdaş Demren. Bu erkekliğin başlıca özelliklerini de şu şekilde sıralıyor: “Atına (arabasına), avradına, silahına” düşkündür, maçodur, “namusuna” söz söyletmez, “delikanlıdır”. Erkeklik ve ona bağlı roller çeşitli zorlukları barındırır; bu yüzden erkeklik ve erkeklik ideolojileri oldukça stresli durumlar barındırır. Bir erkek genelde o toplumda yaşlı sayılıncaya dek erkekliğini bir şekilde sürekli kanıtlamak zorundadır, daha doğrusu bunu kanıtlamak zorunda bırakılır. Özellikle, kişisel ilişkilerini kurduğu alanlar içerisinde hep belirli bir sertliği ve katılığı taşımak zorundadır. Bu özelliklerini koruyamayan veya koruyamadığı düşünülen bir erkeğin, ‘erkekliğinden’ şüphe duyulur ve bu onun ataerkil sistem ve toplumdaki konumu açısından oldukça yıkıcı etkiler doğurur.

Feminist akımın gelişimiyle beraber erkeklik rolünün ne olduğu, toplumsal yapı içerisindeki konumu ve bulunması gereken konumu daha çok sorgulanır hale gelmiş. Ataerkil yapının klasik erkeklik rolü bu sorgulamalar karşısında yetersizliğini göstererek erkeklerin toplum içerisindeki rollerinde bir karmaşaya neden olmuş. Maral Erol’a göre erkekler ile ilgili çalışmaların tarihi çok eski olsa da, sosyal bilimlerde (psikoloji-psikanaliz dalı hariç) “erkeklik” ya da erkeklik ve erkek kimliği üzerindeki çalışmalar daha geç bir tarihte, toplumsal cinsiyet tartışmaları ve çalışmalarıyla başlamış. Özellikle 1970’lerdeki ikinci dalga feminizmin yol açtığı toplumsal cinsiyet tartışmaları ve araştırmaları, önce kadınlar üzerine yoğunlaşmış, kabaca 80’lerin başından itibaren ise, erkek kimliği (erkeklik) üzerine yapılan çalışmalar artmış.

Biyolojik ve sosyolojik bulgularında gösterdiği üzere yeni erkeklik rolünün ne olduğu üzerinde çalışmalar yapılması zorunlu gözükmekte. İkinci dalga feminist akımıyla ortaya çıkan erkeklik çalışmaları ya da eleştirel erkek çalışmaları olarak adlandırılan bilim dalının gelişimiyle beraber tıpkı kadın rolünün tanımına yönelik çalışmalarda da olduğu gibi toplumsal yapının halihazırdaki yapısı ve geleceğe yönelik olası değişimleri doğrultusunda erkeklik rolünün yapısı konusunda bulgular ve çözümler geliştirilebilir.

Bu yazı “İletişime Yeni Yaklaşımlar” kitabı içerisinde yazdığım “Geçmişten Günümüze Erkeklik Rolü Algısında Meydana Gelen Değişim” başlıklı kitap bölümü düzenlenerek hazırlanmıştır. Bu adresten anılan kitap bölümüne ulaşılabilir.

İllüstrasyon bu adresten alınmıştır.

 

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR

 

 

·         A.Heiliger, C.Engelfried, Sexuelle Gewalt:Mannliche Sozialisation und potentielle Taterschaft, Campus, Frankfurt, 1995, s.75-78’ten aktaran Hilal Onur, Berrin Koyuncu, “Hegemonik Erkekliğin Görünmeyen Yüzü”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004

·         Alan Petersen, Unmasking the Masculine, Sage, Londra, 1998, s.88’ten aktaran Kurtuluş Cengiz, Uğraş Ulaş Tol, Önder Küçükural, “Hegemonik Erkekliğin Peşinden”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004

·         Can Dündar, “Kadirist Erkek Yıkılacak Elbet”, Milliyet Gazetesi Popüler Kültür Eki, 2 Şubat 2005, http://www.milliyet.com.tr/2005/02/02/sanat/axsan01.html 

·         Çağdaş Demren, “Erkeklik, Ataerkillik ve İktidar İlişkileri”, http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/erkek.htm

·         Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar,Yurttaşlar: Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler, Metis Yayınları, İstanbul, 1997

·         Elizabeth Badinter, Biri Ötekidir=L'un est l'autre: Kadınla Erkek Arasındaki Yeni İlişki ya da Androjin Devrim, AFA Yayınları, İstanbul, 1992

·         Gamze ?, “Erkeklik” Öldü, http://www.bianet.org/kadin/0041/manset12201.htm#top

·         Hilal Onur, Berrin Koyuncu, “Hegemonik Erkekliğin Görünmeyen Yüzü”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004

·         İbrahim Kısaç, “Erkeklik Rolü Normları”, Mesleki Eğitim Dergisi, Ankara, 1999, http://www.mef.gazi.edu.tr/mefeski/dergi/99-2/bolum9.doc

·         İvan İllich, Gender, Ayraç Yayınevi, Ankara, 1996

·         John Zerzan, “Patriarchy, Civilization and The Origins of Gender”, Green Anarchy, Spring 2004, http://www.greenanarchy.org/zine/GA16/gender.php

·         Kurtuluş Cengiz, Uğraş Ulaş Tol, Önder Küçükural, “Hegemonik Erkekliğin Peşinden”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004, s.57

·         Leyla Navaro, “Rekabet Dünyasında Kadınlar ve Erkekler”, 06/03/2003, http://www.insankaynaklari.com/cn/ContentBody.asp?BodyID=1031

·         Maral Erol, “İktidar, Erkeklik ve Teknoloji”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004

·         Özlem Çakır, “Siz Nasıl Bir Erkeksiniz ?”, 11/12/2003, http://www.insankaynaklari.com/CN/ContentBody.asp?BodyID=2069

·         Özlem Yalçınkaya, “Daha Önce Hiç Erkek Oldunuz mu ?”, TR net Kadın, http://kadin.tr.net

·         R.W.Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998

·         Semih Sökmen, “Bu Sayıda…”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul

·         Tayfun Atay, “Erkeklik En Çok Erkeği Ezer!”, Toplum ve Bilim, Sayı 101, Birikim Yayınları, İstanbul, Güz 2004

·         Tayfun Atay, “Maçoluğun Dayanılmaz Ağırlığı”, Milliyet Gazetesi, 02/02/2005, http://www.milliyet.com.tr/2005/02/02/sanat/san05.html

·         Terrence Real, Erkekler Ağlamaz, Kuraldışı Yayınları, İstanbul, Ağustos 2004

 

Yazarın Diğer Yazıları

Banksy İstanbul’da! Yani?

Evet, Banksy İstanbul'a geldi ve kendisi eserlerinin ücret karşılığında sergilenmesine karşı olsa da sergiyi gezmek ücretli

2015’te Google’da ne aradık, gerçekte ne kaybettik?

Hem gerçek sorunları tespiti hem de sorunlara çözümler geliştirilmesiyle ilgili hem bireysel hem de toplumsal olarak sıkıntılar yaşadığımız aşikar. Belki de bunun sebebini sorgulamamız gerekiyor…

Star Wars VII: Doğru! Hem de hepsi…

Star Wars VII’de eski karakterlerle özlemimizi giderirken bir yandan yeni kuşağın yeni hedef kitlelerin kucaklandığı görülüyor