25 Haziran 2013

Sosyete kantininden barikatlara…

90’lı gençlerin farkı, mağduriyetlerinin çözümünü başkalarına ihale etmek yerine, meseleyi ele alarak harekete geçmeleri

Yer Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü. Asıl adı Hamlin Hall olan 1. Erkek Öğrenci Yurdu’nun ön tarafındaki kantin. Zaman 1990’lar.

 Öğrenciler arasında 'sosyete kantini' olarak bilinen bu kantine, genellikle üniversiteyi iyi bir şirkete kapağı atmanın basamağı olarak gören o dönemin 'apolitik' öğrencileri takılmakta. Sohbet konuları ağırlıklı olarak tatil planları, futbol ve gece gidilecek partiler, barlar. Birincil aktivite king oynamak ve makara yapmak. Özetle, sosyete kantini o dönem steril ve siyasetten arındırılmış bir bölgeydi.

Tarih 1995 yılının Aralık ayını gösterdiğinde ortaya alışılmadık bir manzara çıkıyor. Hükümet kurma görevi seçimlerden birinci çıkan Refah Partisi’ne veriliyor. Sosyete kantinin tarihinde belki ilk kez siyaset herkesin ana konuşma konusu oluyor. Haberler dikkatlice izleniyor. Herkes Refah Partisi’nin başını çekecek bir hükümetin kendi hayatlarını nasıl değiştireceğini konuşuyor.

Sonuç, kantin duvarları içinde kopan büyük feveran ve sızlanma. Ama kaygı ve korkular, 90’lar gençliğine ait herhangi bir toplumsal hareket veya başka bir muhalefet biçimine dönüşmüyor.

Sosyete kantinin, o zamanki korkularının geçerliliği uzun uzadıya tartışılacak bir konu: Cumhuriyetin başından beri uygulanan katı laiklik uygulamasını hesaba katmamaları; demokrasinin sonuçlarının önceden kestirilmesi güç, kurulan ilişkiler üzerinden şekillenen dinamik bir süreç olduğunu düşünmemeleri; ya da laiklik- anti-laiklik ekseninde yaratılan suni ikiliğe saplanmaları...

Ama fark etmez. Haklı veya haksız, geçerli veya geçersiz olsun, sosyete kantini ahalisinin rahatsız olduğu bir meselesi vardı. Ama buna karşı siyasi anlamda harekete geçmediler. Çünkü alıştıkları üzere kendilerini tamamen dışında gördükleri siyasetin aktör ve kurumlarının bir şeyler yapıp, sorunlarını çözmesini bekliyorlardı.  Nasıl olsa, hayat tarzlarını koruyan, onlar adına kararlar alan rejimin kollayıcısı, koruyucusu askeri ve sivil bürokrasiden laikçi siyasi partilere kadar birçok güvenceleri vardı.

***

Şimdi filmi ileri sarıp, Gezi parkı direnişine gelelim.

Gezi Parkı direnişçileri heterojen bir grup.  İçerisinde farklı kesim, sınıf ve siyasi görüşten birçok birey ve grubu barındırmakta. 1990’larda doğanlar (90’lı gençlik) hareketin başlamasında, gelişmesinde ve sonrasındaki forum sürecinde belirleyici bir role sahip.

Onların birçoğu da gençliklerini 90’larda yaşamış sosyete kantininden ağabey ve ablaları gibi ağırlıklı olarak eğitimli, kentli ve orta sınıf üyesi. Onlar da ileride prestijli ve ayrıcalıklı konumlara gelmeye adaylar.  Ve aynı onlar gibi anti-demokratik yollarla hayatlarına müdahale edildiğini düşünüyorlar.

90’lı gençlerin farkı, mağduriyetlerinin çözümünü başkalarına ihale etmek yerine, meseleyi ele alarak harekete geçmeleri. Başka bir deyişle, siyasetin nesnesi olmak yerine öznesi olmayı seçmeleri. Bunu yaparken de sadece kurumsal siyasetin aktörlerini değil, temsili demokrasinin genel işleyiş biçimini de sorgulamaktalar.

Ayrıca, sloganlarına ve pankartlarına da yansıdığı gibi, farklı bir politizasyon çizgisi izliyorlar. Siyasetin var olan düzlemine yanaşarak ve burada kendilerine yer açarak politize olmuyorlar. Aksine, siyaseti kendi hayatlarına doğru çekmekteler. Daha önceden tali sayılan birçok konuyu siyasetin merkezine getiriyorlar. Yani, siyasetin eksenini kaydırıyorlar.

Bu gidişatın ilk sinyalleri, 2011 yılındaki İnternetime Dokunma kampanyasıyla gelmişti. İnternet gibi üzerinden sosyalleştikleri, haberleştikleri adeta can damarı olmuş mecraya getirilen kısıtlamalar karşısında başarılı bir şekilde seferber olmuşlardı.

Şimdi de internet yasakları gibi birçok benzer meseleyi içinde barındıran bir demokratikleşme talebiyle karşı karşıyayız.

Eskinin liderli, hiyerarşik, katı, programlı ve bir o kadar da soğuk muhalefet anlayışına teslim olmadan ortaya konan bir direniş bu.

Eski tip ikili karşıtlıkların toptancı anlayışına da sapılmamakta.

Nasıl mı? Anti-demokratik durum ve tutumdan rahatsız dindarları dışlamıyorlar. Forumlarda her ne kadar sessiz kalan halk yığınlarına gidip anlatalım, öğretelim diyen tepeden bakan, elitist sesler tek tük çıksa da, hâkim görüş bu kibirli tutumdan uzak durulması gerektiği.

Böyle bakıldığında, da 1968 geç de olsa bu topraklara gelmiştir denebilir.

Amerikan 1960 hareketlerinden bir örnek çok daha açıklayıcı olacak.

***

 1960’lardaki yeni sosyal hareketlerinin önemli kollarından biri olan İfade Özgürlüğü Hareketi, Amerika’nın ve dünyanın en saygın üniversitelerinden biri olan Berkeley’deki UCLA’den doğmuştu.

Berkeley’li öğrencilerin isyan etmesinin iki temel nedeni vardı: McCarthy döneminin cadı avını andıran liberal, solcu fark etmeksizin herkesi hedefine alan anti-komünist politikaların 1960’larda tekrar canlanması; ve üniversite yönetiminin üniversitelerini sanayiye insan kaynağı sağlayan bir fabrikaya dönüştürme anlayışı.

Öğrenciler, üniversitelerinin bilgi endüstrisine altyapı sağlamakla, büyük şirketlerle ortak projeler yapmakla ve hükümetin nükleer silah denemelerine katkı sağlamakla yükümlü bir kurum olmasına itiraz ediyorlardı. Buradan yola çıkarak, parçası oldukları yaşam alanının –üniversitenin- düzenlenmesinde ve yönetiminde söz sahibi olmak istiyorlardı.

Amerika’nın orta sınıf çocukları önceki jenerasyonların konformizminden sıyrılıp, gelecekte kendilerine önerilen prestijli ve ayrıcalıklı konumları bir anlamda reddetmiş oldular. Sayısız gösteri, yürüyüş ve sivil itaatsizlik eylemi düzenlediler.

Bir de çok tanıdık gelecek bir yöntem kullandılar: kendi parklarını kurdular.

***

1969 yılının Nisan ayında, yüzden fazla eylemci öğrenci üniversitenin otopark olarak kullandığı bir araziyi işgal ettiler. Otoparkı parka çevirdiler. Rulolar hâlinde çimleri getirip döşediler. Ağaçlar diktiler. Çadırlar kurup orada yaşamaya başladılar. Çocuklara oyun alanı açtılar. Sebzelerini ektiler. Yemeklerini ortak pişirip, yediler. Forumlar düzenleyip, kararlarını ortak aldılar. Adını Halkın Parkı koydukları parkı katılımcı demokrasinin ve ifade özgürlüğünün sonuna kadar yaşandığı ideallerindeki alana dönüştürdüler. Aynı Gezi Parkı’nda olduğu gibi.

 

\

(Kaynak: http://culturemobile.wordpress.com/2010/10/20/peoples-park-2/)

Halkın Parkı’nın kısa vadeli sonu da aynı Gezi Parkı’nınkine benziyor. Dönemin muhafazakar valisi Ronald Reagan -neo-liberalizmin baş mimarlarında eski Amerikan Başkanı aktör Reagan’dan bahsediyoruz- parkın "komünizm sempatizanlarının, protestocuların ve cinsel sapıkların cenneti" hâline geldiğini iddia ediyor. Yani "ortalığı kokutan, içki içip, grup seks yapan çapulcular ve marjinallerin" bir başka versiyonu.

Vali Reagan önce polisleri gönderir; parkı protestoculardan 'temizler'. Etrafı demir polis barikatlarıyla çevirip, kimsenin girmesine izin vermez. Parklarını geri almak isteyen binlerce eylemciye göz yaşartıcı bombalarla ve açılan silah ateşiyle müdahale edilir.

 

\

(Kaynak: http://culturemobile.wordpress.com/2010/10/20/peoples-park-2/)

Sonuç, hastane kayıtlarına göre, hepsi eylemciler arasından olmak üzere bir ölü ve 128 yaralı. Bir kişi gözlerini kaybediyor. Söylenen, yaralıların sayısı aslında çok daha fazla olduğu çünkü birçoğu yaralandıkları halde tutuklanmamak için hastanelere gitmiyor. Reagan olağanüstü hâl ilan edip, 2700 askeri parka gönderiyor.

 

\

(Kaynak: http://litspat.medialoperations.com/2010/05/06/peoples-park/)

Sonrasında, uzun döneme yayılan sivil itaatsizlik eylemleri, referandumlar ve görüşmeler sonunda Halkın Parkı varlığını günümüze kadar devam ettirebildi. (Darısı Gezi Parkı’nın başına).

***

1960’lı yıllar Amerika ve Avrupa’da yukarıdaki örneğe benzer yığınla eylem ve hareketten oluşan bir protesto dalgasına sahne oldu. Protestolar,  Amerika’da temel hak ve özgürlükler, savaş karşıtlığı gibi daha belirli meseleler üzerinden ilerlerken, Avrupa’da solun birçok rengini taşıyan daha sert ve radikal öğrenci kökenli hareketler şeklini aldı.

Tepe noktası 1968 yılında yaşanan protesto dalgası boyunca, Amerikalı ve Avrupalı eylemcilerin ortak yanları, hayatlarına ve yaşam alanlarına devletin ve piyasaların tepeden, dışarıdan müdahalesine karşı koymalarıydı. İsyanlarını ifade ederken alt-kültürlerini oluşturup, temsili demokrasinin sınırlarını zorladılar. Habermas’ın deyimiyle “yaşam dünyalarının kolonileştirilmesine” itiraz ettiler.

Bu protesto dalgasının içinden doğan yeni feminist hareketin meşhur sloganın da ismini koyduğu gibi artık ‘kişisel olan siyasidir’ dediler. 

Gezi Parkı direnişçilerinin büyük bir bölümü de bir çevre meselesinden yola çıkıp gündelik hayatlarını müdahalelerden kurtarmak, bireysel ve kolektif hak ve özgürlüklerini almak peşinde. Bunu da siyasetin dilini ve mekanizmalarını değiştirerek yapmak istiyorlar.

İstenen siyasal erkin ele geçirilerek, eski tip yukarıdan dayatılan bir devrim değil. Aksine, hayatın her alanını dönüştüren, alttan gelen bir devrim arzulanmakta. Etnisiteye, dine, toplumsal cinsiyete, cinsel kimliklere bağlı eşitsizlikleri dilde ve pratikte ortadan kaldırmak. Siyasetin eril dilinin üzerine çizik atarken, piyasa ekonomisini, rantı, ekonomik eşitsizlikleri de sorgulamak.

Sadece Abbasağa Parkı forumunda önerilen atölyelerin konu başlıkları önerileri bile bunun ipucunu veriyor: Direnişin Sosyolojisi, Yaratıcı Eylem, Barış, İlkyardım, Çocuk, Hak-Hukuk, Demokrasi Tartışması, Yerel Yönetimler, Kürtaj ve Kadına Karşı Şiddet, Eğitim, HES’ler ve Kentsel Dönüşüm, İnternet Güvenliği, Ekonomi ve Takas Ekonomisi, Örgütlenmeden Ne Anlıyoruz... 

Ancak bu tamamlanmış, başarıya ulaşmış bir dönüşüm değil. Gezi Parkı direnişçilerinin arasında –azınlıkta da olsalar- eski reflekslere sahip ulusalcıların varlığını da yok saymamak gerek.

Ama, Gezi Parkı direnişi rüştünü ispatlayan, siyaset dışı aktörlerden medet ummayan ve kurumsal siyasetin aktörlerinin tümünü sorgulayan sivil bir orta sınıfın şekillenmekte olduğunu meydana çıkardı.

Diğer bir deyişle, sosyete kantininden bugüne çok yol kat edildi. Hâlâ futbol konuşup, partilerde eğlenip, geyik muhabbeti çeviriyorlar. Ama bir farkla. Her bir konu siyasi. Artık bir kısım genç yaşam alanlarını kurdukları ‘barikatlarla’ aktif olarak kendileri savunuyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Brezilya Amazonların geleceğini oyluyor; ekoloji ve çevre adaleti notları...

Brezilya'da Bolsonaro değil de Lula seçilirse Brezilya Amazonu'ndaki ormansızlaşmanın yüzde 89 oranında daha az gerçekleşeceği öngörülüyor. Bu tahminler sadece her iki liderin başkanlığı süresince uyguladığı politikaların ve bunların sonuçlarının muhasebesine dayanmıyor. Lula, aynı zamanda ileriye dönük Brezilya Amazonu'nu korumaya yönelik vaatlerde bulunuyor

Dünya siyasetinin yeni ikilisi: Corbyn-Sanders - II

Corbyn ve Sanders’in kurumsal siyasetin labirentli yollarından geçip, başarıya ulaşıp ulaşmayacaklarını kestirmek güç

Dünya siyasetinin yeni ikilisi: Corbyn-Sanders - I

Corbyn zenginlerin daha çok vergilendirmesi gerektiğini söylüyor