Yabancı memleketteki zorlu doktora macerasında, tez danışmanıyla tanışma anı en kritik dönemeçlerden biridir. Acaba ilk soru nereden gelir? (Çalışma konusuna göre) “Küreselleşmeden ne anlıyorsun?”, “Toplumsal hareketler nasıl ortaya çıkar?” ya da “Tezinle bilime/insanlığına nasıl bir katkı yapacaksın?” gibi tonla ‘ağır’ ve ‘önemli’ sorudan acaba hangisi?
Kafada dönen sorular eşliğinde hazırlıklar yapılır.
Ve ilk kez yüz yüze tanışılan dünyaca ünlü sosyoloji profesörünün odasına adım atıldığında ilk soru gelir: “Hangi takımı tutuyorsun?”
Sonrasında kendisi –özellikle sosyalistliğinden ötürü Alex Ferguson’a ve isyankarlığı nedeniyle Eric Cantona’ya hayranlığından kaynaklı - Manchester United taraftarı olan, bölümdeki sekreteri Crystal Palace tribünlerinde yerini alan tez danışmanı ile koyu bir sohbet ve yıllar süren mutlu bir doktora çalışması beraberliği.
Futbolun sınır tanımayan ortak bir dil olduğunu ve en beklenmedik anda karşınıza çıkabileceğini gösteren bu olayın benzerlerini, dünya çevresindeki milyonlarca futbol severin birçoğu yaşamıştır.
Bu da, ‘güzel oyunun’ hayatın hemen her alanına ne kadar nüfuz ettiğini gösterir.
Akla gelen soru, ırk, dil, din ve coğrafya dinlemeden her bir kültürün başköşesine yerleşmiş futbolun en gösterişli ve beklenen anı – yani geçtiğimiz Dünya Kupası- futbol severleri tatmin etti mi?
Yanıt: Hem evet, hem hayır.
Evet, çünkü 2014 Dünya Kupası’nda ‘güzel oyunun’ en güzel hâllerinden biri sergilendi. Gol ve pas sayıları önceki turnuva ortalamalarının üzerindeydi. Genel olarak, ortaya konulan oyunun hızı, heyecanı ve sürprizleri de yerli yerindeydi.
Hayır, çünkü 2014 Dünya Kupası ardında büyük sosyal ve ekonomik maliyetler bırakarak geçip gitti.
Dünya Kupası için 9 ilâ 14 milyar dolar arasında bir miktarın harcandığı tahmin edilmekte. Brezilya’da nüfusun yüzde 20’sinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı düşünülürse; kamu kaynaklarından sağlanan bu paranın barınma, ulaşım, eğitim, sağlık gibi alanlar yerine birçoğu belki de bir daha kullanılmayacak stadyumlara ve güvenlik önlemlerine harcanmış olması hiç de akıl kârı değil.
Bunun dışında, Brezilya varoşları favelaların ‘temizlenmesi’ esnasında evlerinden atılan insan sayısının 170 bin civarında olduğu söylenmekte.
Dünya Kupası öncesinde başlayıp, maçlar oynanırken de devam eden protestolar sırasında tutuklanan ve yaralanan yüzlerce insan da üstüne caba.
Almanya karşısında alınan 7-1’lik mağlubiyet de, Brezilyalıların geçtiğimiz Dünya Kupası’nı hayırla yâd etme ihtimalini sıfıra indirdi.
Ortaya çıkan bu tablo 2014 Dünya Kupası ve Brezilya ile sınırlı olsa iyi. Brezilya’daki Dünya Kupası mağdurlarıyla uzaktan da olsa dayanışma içinde olanların dert etmesi gereken bir başka nokta var ki; o da dünya kupalarının genel olarak böyle yıkıcı bir organizasyona dönüşmüş olması. Mesela, Güney Afrika’da düzenlenen 2010 Dünya Kupası’nda da kamu kaynaklarıyla inşa edilen lüzumsuz stadyumlardan, yerinden edilen yoksullara kadar tüm olumsuzlukların neredeyse tıpkısının aynısı yaşanmıştı.
O zaman, dünyanın en çok izlenen, en çok sevilen ve insanlığın ortak kültürünün önemli bir unsuru olan futbol nasıl bu hâle geldi?
Faturayı kısa yoldan “futbol küreselleşti ve kapitalistleşti de ondan” diyerek kesmek fazlasıyla genellemeci ve kolaycı bir yol. Aynı zamanda abartılı bir romantizm kokmakta.
Çünkü, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern hâline kavuşan futbolun gelişimi öyle pek de kapitalizm ve sanayileşmeden bağımsız olmadı.
İngiliz okullarında getirilen belirli kurallarla ‘ehlileştirilen’ futbol, işçi sınıfı için hızla bir çekim alanı oldu. İngiliz aristokrasisi boş zaman meşgalesi olarak görürken; futbol oynamak işçi sınıfı üyeleri için sömürünün en üst düzeye vurduğu fabrikalardan kaçış anlamına gelmekteydi. Futbol alternatif bir geçim kaynağı oldukça profesyonelleşti ve tam zamanlı bir işe dönüştü.
Öte yandan, futbol seyirciliğinde de hızlı bir sınıfsal dönüşüm yaşandı. Ağır çalışma koşullarından arta kalan zamanlarında tribünlere koşan işçi sınıfı üyeleri, aralarındaki dayanışmayı geliştirmek ve ortak kimliklerini yaratmak için fabrikaların dışında da bir zemin bulmuş oldular. Futbolun içinde barındırdığı festival havası ve dayanışma pratikleri işçilere sosyalleşme imkânı sağlamaktaydı.
Öte yandan futbol romantizmine kapılmadan şunu da eklemek gerekir: futbol hiçbir zaman kapitalizmden bağımsız gelişmedi. Futbol kulüplerine, karşılaşmalara para yatırıp, organize edenler genellikle orta ve üst sınıflardı (Kuhn, 2011).
Diğer yanda, futbol başından itibaren küreselleşen bir oyun oldu. Önce Britanya’da hızla yayılan bu oyun, kısa sürede Latin Amerika’ya, Afrika’ya ve dünyanın diğer bölgelerine çalışmak için giden İngiliz işçi, mühendis ve tüccarları tarafından taşındı. Sonuçta, futbol daha 20. Yüzyılın başlarından itibaren aynı kurallarla oynanan, benzer şekillerde örgütlenen küresel bir olguya dönüştü (Goldblatt, 2007).
Bu kısa futbol tarihçesi gösteriyor ki, futbol modern hâlini aldığı ilk günden itibaren kapitalist ilişkilerle şekillenen ama aynı zamanda farklı siyasi ve ekonomik pozisyonlara da yer açan bir alan oldu. İçinde dayanışma, beraber mücadele gibi ‘güzel’ tavırların simgesel ifadesini barındıran – ama içinde bulunduğu toplumsal dinamiklere bağlı olarak değişen seviyelerde ortaya çıkan erkek egemenlik, ırkçılık gibi karanlık taraflarını da unutmamak gerekir- ulus-ötesi bir kültürel koda dönüştü.
Bugün karşı karşıya olduğumuz olumsuz tabloya neden olan asıl değişim ise, FİFA’nın 1970’lerden itibaren futbolu pazarlanacak bir mal olarak görmesi ve yönetmesi oldu.
Televizyon devrimiyle beraber, futbolun dünyadaki neredeyse her evde seyredilebileceğini gören dönemin FİFA Başkanı João Havelange, şirketleri futbolun içine çekmenin gerekliliğini savunmaktaydı. Buna bağlı olarak, FIFA futbolu gün geçtikçe steril ve parlatılmış bir ürün hâline sokma işine girişti. Oyunu, sponsor şirketler ve yayıncı kuruluşların çıkar ve önceliklerine göre yönetmeye, şekillendirmeye başladı.
Küçük ve kısıtlı bir bürokratik bir örgüt olarak 1904 yılında kurulan FİFA, Havelange’ın 1970’lerde başlayan saltanatına kadar futbolun içinde Birleşmiş Milletler’inkine benzer görevler üstelenen bir yapıydı. Havelange’ın futbolu piyasa ilişkilerine göre düzenleme hedefiyle beraber IMF ya da Dünya Bankası’nın futboldaki muadiline dönüşüverdi.
1974-1998 arasında Havelange’ın, 1998’den günümüze Sepp Blatter’ın aralıksız sürdürdüğü bu politika sonucunda, futbolun ekseni gittikçe taraftar-oyuncu-teknik kadro üçlüsünden çıkıp, FİFA- sponsor şirketler- yayıncı kuruluşlar üçlüsünün etrafında dönmeye başlamıştı.
Aslında bir sivil toplum kuruluşu olarak kar amacı gütmemesi gereken ama Brezilya’daki Dünya Kupası’ndan 4,5 milyar doları cebe indirdiği söylenen FIFA’nın bugün futbolu nasıl yönettiğini Jules Boykoff şöyle özetlemekte: FİFA, Dünya Kupası’nın yapılacağı ülkeye gider. Kendine vergiden muaf bir kazanç alanı yaratır. Dünya Kupası boyunca sponsor şirket ve yayın kuruluşlarıyla kurduğu işbirliği sonucunda bol kazancı sağlar. Sonra sıradaki Dünya Kupası’nın gerçekleşeceği ülkeye doğru yollanır (Guardian, 10 Haziran 2014).
Tabi bunlara FİFA’nın yerel halkın ihtiyaç ve taleplerini hiçe saymasını ve ne pahasına olursa olsun belirlediği bazı standartları dayatmasını da eklemek gerek. Harcamalar için ev sahibi ülkelere kendi kamu kaynaklarını kullandırtmasını de; yönetimleri genel refah seviyesine hiçbir katkı sağlamayan stadyumların yapımı gibi dev yatırımlara yönlendirmesini de.
Brezilya’da olduğu gibi protestolar baş gösterdiğinde ise, ev sahibi devletlerin şiddet kullanımından hiç de şikayetçi olmaz. Aksine, maçların oynanacağı alanların çevresini kuş uçurtulmayan geniş ‘güvenlik alanlarına’ çevirir. Aynı, Küresel Adalet Hareketi eylemcilerinin G20, IMF veya Dünya Bankası toplantıları sırasında maruz kaldıkları güvenlik önlemi gibi. İnsanları futboldan bir kez daha kopartmış kimin umurunda?
FİFA’nın yönetim anlayışını FİFA Genel Sekreteri Jerome Valcke geçtiğimiz yıl bir toplantıda şu sözlerle açık etmişti:
“Çılgınca bir şey söyleyeceğim, ama Dünya Kupası’nı organize edebilmek için demokrasinin az olması bazen daha iyi oluyor” (BBC, 24 Nisan 2013).
Geçen sene yine Brezilya’daki Konfederasyon Kupası protestolarını eleştiren Valcke’ye göre, Putin gibi “güçlü” bir devlet başkanı 2018 yılında Rusya’da düzenlenecek Dünya Kupası’nda işlerini daha kolaylaştıracakmış. Oysa mesela Almanya gibi demokratik ülkelerde, gereğinden fazla sayıda aktörle ile müzakerelerde bulunmak gerekiyormuş.
Bu sözler yolsuzluk iddialarıyla gündemde olan 2022 Dünya Kupası’nın Katar’da düzenlenme tercihinin gerekçesini daha iyi açıklamakta.
Buna bağlı olarak, Türkiye’nin de büyük bir turnuva düzenleme amacına pek de uzak olmadığı söylenebilir.
***
Tüm bunlara rağmen futbol hâlâ güzel bir oyun. Ancak oyunun içinde bazı şeylerin kaybolduğunu da kabul etmek gerek.
Futbolun FİFA sayesinde artık ne olmadığını geçmişten bir olayla açıklarsak:
Futbolun henüz tam anlamıyla ticarileşmediği zamanlardan 1981 yılında, Liverpool Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı finalde Real Madrid’i 1-0 yenerek kazanır. Takım Liverpool’a döndüğü gün büyük bir taraftar kitlesiyle beraber şehrin sokaklarında turunu atar. Kutlamaların bitiminde takım kaptanı Phil Thompson kimseye sormadan kupayı arabasının arka koltuğuna attığı gibi doğup büyüdüğü kasaba olan Kirkby’e götürür. Mahallesinin pubı Falcon’da kendi kasabasının işçi sınıfı insanlarıyla zaferi kutlar.
Thompson ertesi sabah Liverpool Kulübü Sekreteri Peter Robinson’un telefonuyla uyanır. Robinson telaş içinde yüzlerce gazetecinin basın toplantısı için beklediğini söyleyerek kupanın nerede olduğunu sorar.
Otel odasının bir köşesinde duran kupaya bakan Liverpool kaptanı ise beklemeleri gerektiğini, kasabadakilere çocuklarıyla beraber kupayla resim çektirme sözü verdiğini söyler.
Sonuçta, Kirkbyli veletler kupayla resim çektirme hayaline kavuşurken; dünya basını kupayı 3 saatlik bir gecikmeyle görebilir (Liverpool Echo, 27 Mayıs 2011).
Sonuç olarak; şeffaflık, hesap vermek gibi demokratik kriterlerin hiçbirine uymayan, boğazına kadar yolsuzluğa batmış, kapalı devre FİFA imparatorluğu düşmedikçe –veya en azından köklü bir reforma zorlanmadıkça- futbolu basit bir oyunun çok ötesine taşıyan bu ve benzeri olayların yenilerini yaşamak gittikçe zorlaşacak.
Daha da ötesinde, tüm bunlar piyasa ilişkilerinin tek ve en önemli kriter olarak yaşamın her alanında nasıl hâkim kılındığının iyi bir örneği olarak karşımızda durmakta.
Ancak kimsenin de futbolu FİFA’ya bırakma niyeti yok gibi. Daha şimdiden, Katar’daki 2022 Dünya Kupası’nın hazırlıklarında göçmen işçilerin modern köleler olarak çalıştırılmasını engellemeyi hedefleyen bir kampanya başlatılmış durumda.
Kaynakça:
Goldblatt, D. (2007) “The Odd Couple: Football and Global Civil Society” içinde M. Kaldor ve H. Anheier (der.) Global Civil Society 2006/7, London: Sage, 160-86.
Kuhn, G. (2011) Soccer vs. the State: Tackling Football and Radical Politics, Oakland: PM Press.